MİLYONLAR ve MES’ÛLİYET…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

Zihnimiz ve kalbimiz; söz, fiil ve davranışlarımızın bir karşılığının olması gerektiğini hisseder ve idrâk eder. 

 

İyiyse iyi, kötüyse kötü… 

 

Hele kötü davranışların; bir vebal oluşturan, bir yara açan, bir mağduriyete yol açan fiillerin bir cezasının olması gerektiğini vicdanımızın derinliklerinde hissederiz. 

 

Kelimelerin kökenleri de işaret eder:

 

•Âkıbet (son) 

 

•Ikâb (ceza)

 

•Ukbâ (âhiret)

 

Akabinde, müteâkip, takip gibi daha birçok kelime aynı mânâ irtibatına sahiptir. 

 

Cezasını bulmayan cinayetler hakkında; «Kanı yerde kaldı.» dememiz bu ızdırabın ifadesidir. Bir kısas veya bir diyet gerektirmeyen can kayıplarına «heder» denir. Heder olan şeyler, keder verir. 

 

Hangi ziyan, suç veya kabahatin kimin mes’ûliyetinde olduğunu tespit etmek, hukukun mühim bir meselesi hâline gelmiştir. 

 

Fâillerin sayıca çokluğu da kafa karıştıran hususlardandır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfetinde; San‘a’da iki kişinin işlediği bir cinayette, bir cana karşılık iki kişiye kısas uygulanıp uygulanmayacağı tereddüt oluşturdu. Hazret-i Ali’nin de desteklediği hükümle, ceza ikisine de uygulandı. Hattâ Hazret-i Ömer; 

 

“Bütün San‘a ahâlîsi katılmış olsaydı hepsine ölüm cezası uygulardım.” dedi. (Muvatta‘, Ukûl, 19; Buhârî, Diyât, 21)

 

Demek ki; 

 

Fâillerin sayıca çokluğu, aslında cürmü hafifletmiyor. Ceza bölünüp ufalanmıyor!

 

Demek ki;

 

Bir suçun bir fâili olduğunda tespitte ve hakkāniyet hissiyâtında problem yaşamıyoruz da; fâil sayıca çoğaldıkça, hattâ bütün toplum hâline geldiğinde, mes’ûliyet hissimiz azalıyor. 

 

Burada vicdan hassâsiyeti de devreye giriyor. Omuz silkip; 

 

“–O kadarı da beni alâkadar etmez canım!” demek de zarûretler ölçüsünde kabul edilebilir. Fakat dünyanın bir ucundaki mağduriyetten dahî muzdarip olmak, bu da vicdanın asâletini gösterir. 

 

Reis Bey adlı eserinde Necip Fazıl, dövülerek bir suçu kabullenmesi sağlanmış bir zavallının hâlini resmeder: Dahlinin olmadığı bir suçu dayak yiyerek kabullenen masumun, artık sinir sistemi dağılmıştır. Gayrı her kim; 

 

“–Bu kabahati sen mi işledin?” diye üzerine yürüse derhâl suçu kabullenmektedir. 

 

Reis Bey bu manzaradan bir ders çıkarır: 

 

Dünyada işlenen her suçta bizim de dahlimiz yok mudur? 

 

Hazret-i Ömer’in, Âkif tarafından şöyle nazmedilen mes’ûliyet hissi ne kadar yücedir:

 

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i ilâhî, sorar Ömer’den onu…

 

Mes’ûliyeti bu kadar büyükken; baş olmaya, idareye ne kadar da büyük bir hevesimiz var. 

 

«Her bir cinayeti engellemeye gücümüz mü yeter?!.» itirazına; meşhur «kelebek etkisi» cevap yetiştirir. 

 

Hele psikoloji ilmi, çok farklı misaller sağlar bu sahaya. 

 

Belki samimî bir tebessümünüzle verdiğiniz bir selâm, bir şahsı büyük bir hatadan döndürebilir. Belki bir cuma mesajımız bir gönlü yumuşatır. Tersi de mümkün tabiî ki… 

 

Seçimlerdeki mes’ûliyet de böyle astronomik rakamlarla karşımıza çıkıyor. 

 

•Milyonlarca seçmen… 

 

•Sandığa gitmemenin tesiri… 

 

•Oyları bölmenin zararı… 

 

Vesâire…

 

Diğer yandan milyonda birlik bir gücün gerçekten tesirsiz kaldığı yerler de çok olur. Orada da ince bir nükte var: 

 

Karaltıyı çoğaltmak. 

 

Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- bir düğüne katılacakken, içinde gayr-i meşrû eğlence olduğunu görünce vazgeçer. 

 

Sebebini soranlara şu cevabı verir: 

 

“‒Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

 

«Kim bir kavmin karaltısını artırırsa onlardandır. 

 

Kim bir kavmin yaptığı işten râzı olursa, o işi yapanlarla ortak olur.»” (İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-âliye, VIII, 319)

 

Karaltı, bugünkü çoğunluk ve yoğunluk ifadelerine karşılık geliyor. 

 

Herkesin şikâyet ettiği televizyon programları var. Fakat karaltı ölçerler, yani reyting tespit edenler; o herkesin şikâyet ettiği programların, aynı zamanda herkesçe çok seyredildiğini de tespit ediyor. Çok seyredilince, firmalar o programlara reklâm veriyor. Dolayısıyla kanallar onlardan vazgeçmiyor. Yani; «Bir benim seyretmemden ne olur?!.» diyen seyirci, yanılıyor. O bir bir birler, sonunda milyonlar ediyor. 

 

Peki o bir bir bir şikâyet edenler, neden milyonlara ulaşıp tesirli olamıyorlar? Bu da acı bir sual. 

 

Fuhuş, kumar veya müstehcen neşriyata zerre kadar da olsa bir talep katkısı oluşturan herkes; o kötülüklerin piyasaya arzında zerre kadar da olsa mes’ûliyete sahip. O arzın içinde ne büyük şenaatler var, ne perişanlıklar var bir düşünmeli. Bugün reytingin internetçesi de «hit» oluyor. İnsanlar arama motorlarında en çok aranan kelimeleri araştırıyor. Sen de o karaltının oluşmasında pay sahibiysen, o sahadaki cürümden de pay sahibi olacaksın demektir. 

 

Çoğu kez dünyada adâletin tecellî edememesi, delil yetersizliği ve insan acziyeti temelli olur. 

 

Meselâ;

 

Okyanusları dahî kirleten hunhar tüketici tavrımız yüzünden bir canlının neslinin tükenmesindeki vebalde, şahsî payımızı dünyada hangi mahkeme ölçebilir? Ama uhrevî mahkeme ölçer. Belki bundan sonra yapay zekâ ve teknoloji de ölçer. Karbon izi vs. 

 

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından biri: Serîu’l-Hisâb… Hesabı hızlıca gören. Sıfır hata payı ile. Ne bir zerre fazla ne bir zerre noksan. 

 

Burada; 

 

“–Benim payım ne ki!” demeyip, tarafını seçmek mühim olan. Nesil tüketenlerden mi, nesil ihyâ edenlerden mi olacağımız mühim. 

 

Demokrasi kimin gelmesini belirlemenize değil, kimin gelmemesini sağlamanıza yarıyor gibi. Milyonlarca insanın, on binlerce meşrebi var. Değil başkanın, 600 milletvekilinin bile bu çeşitliliği tam yansıtmasına imkân yok. Fakat; «Beni, şu temsil etmesin!» düşüncesine odaklanmak daha mümkün. Bu da tercihlerde firâset noktasını öne çıkarıyor. Aynı zamanda demokrasinin en mükemmel sistem olmadığını da ortaya koyuyor.

 

Dünya pek mükemmel bir yer değil zaten. 

 

Baş edilmez bir belâ…

 

Hazret-i İbrahim, Hak Teâlâ’nın; 

 

“–Seni insanlara imam / önder kılacağım.” müjdesine nâil olunca, hemen;

 

“–Zürriyetimden de (önder kıl)…” niyâzında bulunur. 

 

Cenâb-ı Hakk’ın buna cevabı mânidar:

 

“–Benim ahdim zâlimleri ihtivâ etmez!” (el-Bakara, 124)

 

Âyette; sırf hemşehrisi, yakını veya akrabası diye maddî ve mânevî olarak ehil olmayan bir kişiyi seçmenin, bir vazifeye getirmenin doğru olmadığına kuvvetli bir işaret var. 

 

Zâlimler, ehl-i küfür, ehl-i nifak, insanlara Allâh’ın râzı olduğu tarzda idarecilik edemezler. Allâh’ın söz verdiği yardımı, onlara ulaşmaz. Bu hakikati; «Böyle kimseler; seçilmezler veya saltanat, mutlakıyet gibi rejimlerde başa geçemezler!» gibi anlamamıza, tarih izin vermez. Böyle niceleri tâc u tahta erişmiştir. Fakat hulefâ-i râşidîn, Ömer bin Abdülaziz ve emsâlinin nail oldukları ilâhî inâyet o zâlimlere nasip olmamıştır. 

 

Bazı âlimler buradaki imâmeti dînî sahayla, kimileri âhiretle mahdut görmüşler. 

 

Bir âyet sonra Hazret-i İbrahim; zürriyetine rızık duâsı ederken, yukarıdaki îkaz sebebiyle, bu talebini «îmân edenler»e daraltmak ister. Cenâb-ı Hak; kâfirlere dünyevî rızık vereceğini, fakat âhiretten nasiplerinin olmadığını ifade buyurur. 

 

“–Muhtaca ekmek verirken, dînini sorma! Fakat başa geçirirken sor!” gibi bir işârî mânâ çıkıyor. 

 

Hazret-i İbrahim’in zürriyeti… 

 

Bir kanattan İsrâiloğulları. 

 

Bakara Sûresi’nin ve bilhassa bu âyetlerin geçtiği bölümlerin siyâkı; Âhirzaman Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kendi içlerinden gelmedi diye kabullenemeyen yahudilere târizlerle dolu. Cenâb-ı Hak âdeta diyor ki:

 

“Benim halîlim olan İbrahim’in torunları olabilirsiniz. Fakat zâlim olduğunuz için, sizden bir imam çıkarmam, çıkarmadım. Size istikbâle dair bazı sözler verdiysem; onlar sizin mü’min, müttakî ve muhsin hâlinizi sürdürmeniz şartıyla idi. Hadd-i zâtında bir kavme nasip ettiğimi, onlar hâllerini değiştirmedikçe değiştirmem! Dolayısıyla gönderdiğim imama / nebîye uyun da zâlimliğinizi sürdürmeyin.” 

 

Baş olma sevdası büyük bir belâdır. Bel‘am bin Bâûrâ, rivâyetlere göre kavmi ile inancı arasında kaldı ve hevâsına uyarak kavmini seçti. Helâk oldu. Yezid devrinde; Endülüs’ün sukûtunda ve Anadolu’da birliğin sağlanmasındaki sancılı dönemde, baş olma sevdasının ağır veballerine düşenler oldu. 

 

Milyonda birlik mes’ûliyetlerimizin bile bizi titretmesi gerekirken, o milyonlarca mes’ûliyetin terâküm ettiği / yığıldığı tek kişi olmaya veya o kişinin ille kendi grubundan, kendi hizbinden olmasına ihtiras göstermek, bu da beşeriyetin yaman çelişkisi… 

 

Osmanlı şiirimizin sonundaki muhasebe ile bitirelim:

 

Bir milletin yarınları, neslinde âşikâr;

Var et, asil nesilleri, göster kerâmeti…

«Sultan nasılsa, öyle yaşar dîni, milleti…»

«Millet nasılsa, öyledir ancak hükûmeti…»

Islah veyâ fesâda medardır bu dâire;

Toprak güneşle göz göze, meşk etti cenneti…

Takvâlı anneden mi, Ömer’den mi kim bilir?

Kimden Ömer bin Abdülazîz’in fazîleti…

Alparslan indirir, Salahaddîn’i gönderir,

Lâyık isek lütuf buyurur Hakk’ın âdeti…

Tâlî; duâyı koyma dilinden, yanık yanık,

Hakk’ın, yanık duâlara haktır icâbeti…