KADER, DEPREM ve CEZA

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Hepimizin yaşadığı bir durumdur; arama motoruna birkaç kelime yazıyorsunuz, sizden önce tamamlıyor ve o sıralar çok aranmakta olan bir cümleyi size teklif ediyor. Son zamanlarda böyle sık aranan bir soru: 

 

“Deprem Allâh’ın gazabı mı?” 

 

Merak edip; «acaba ne çıkacak?» diye tıklıyorsunuz, en üst satıra aceleyle bir cevap yapıştırılmış: Bir deprem profesörü; 

 

“–Deprem Allâh’ın takdiri, gazabı ve imtihanı değil. Bir yeryüzü hareketidir. Tektonik hareketlerin ve kırılmaların bir sebebidir.” demiş… 

 

İnfobezite diye bir mefhum hayatımıza girdi. Enformasyon obezitesi yani ihtiyaç olmayan ve sağlıksız bilgilerle beyinlerin âdeta hantallaşması, sağlıklı düşünme kabiliyetinin menfî yönde etkilenmesi… 

 

Gıdâ endüstrisi nasıl ki câzip ama şişmanlatan, sağlığı bozan, sunî, katkılı yiyecekler üretiyorsa; dijital araçlar, sanal medya ve internet de aynı şekilde sağlıksız bilgileri, aceleyle ileri sürülen düşünceleri hızla dolaşıma sokuyor. Aslında bunlara «bilgi» demek bile yanlış, doğrusu «data.» Veya yeni tabirle; «içerik.»

 

“Dünya nereye doğru gidiyor?” sorusuna cevap arayan kitaplarıyla tanınan John Naisbitt durumu şöyle ifade etmiş: 

 

“Datada boğuluyoruz ama bilgiye açız.” 

 

Her sahada, doğru bilgiye olan ihtiyaç ve yanıltıcı bilginin sebep olduğu yanlış kararlar konusu tartışılıyor ve buna çare aranıyor. Bu başlı başına bir tartışma konusu. Biz bu yazıda; deprem hâdisesi ile birlikte tekrar canlanan îtikādî tartışmalarda, müslümanların doğru tavır sahibi olmasına yardımcı olacak bir çerçeve çizmeye çalışalım. 

 

Aslında bu çerçeve; «Doğru cevap budur!» diye bir iddia taşımayacak, yanlış düşüncelerden uzaklaşıp doğruya yaklaşmak için bir pusula vazifesi görecek. Çünkü bu konunun açıklaması; öyle sanal medyada paylaşılacak kadar kısa, basit olamaz. Sebebi de konunun Allâh’ın zâtı, sıfatları ve fiilleriyle ilgili olması. 

 

İster deprem olsun, isterse küçük büyük herhangi bir şey, mutlaka Allâh’ın takdiri ile olur. Bu konuda hiçbir tartışma olamaz. Fakat Allah Teâlâ’nın takdiri meselesi bizim anlayabileceğimiz bir mevzu olamaz. Ancak; «Allâh’ın yarattığı âleme müdahalesi» konusu üzerinde birkaç kelâm edilebilir. 

 

Dünyada ve bilhassa bilim dünyasında, üniversitelerde, hâkim hâle getirilen seküler zihniyet için; Allâh’ın bu âleme müdahale etmesi, diye bir şey yoktur. Her şey sebep sonuç münasebetleri içinde olur. Bunları bilim araştırır, açıklar. Teknolojinin yardımıyla tedbirler alınır. 

 

Determinizm denilen bu görüşe göre, kurulmuş bir saat gibi mekanik bir âlemde yaşıyoruz. Her şey fen kanunlarına göre tıkır tıkır işliyor. Aslında bu görüş, bilimin kendi çalışmalarına bile tam olarak uymuyor. İnsanoğlu bu kadar senedir bilgi ve tecrübe biriktiriyor, ama hâlâ önümüzdeki yıl veya mevsim hava nasıl geçecek bilmiyor. Çünkü çok küçük etkilerle çok büyük değişiklikler olabiliyor. 

 

Bütün etkileri, bütün sebep ve sonuçları bilen bir «Kudret Sahibi»nin çok ince müdahalelerle, tabiat hâdisesi perdesi arkasından istediğini takdir etmesi bilime aykırı bir şey değil. Yani bir insan ya bilime ya dîne inanacak diye bir tercihe zorlanamaz. Ne din ne de bilim bunu kesinlikle zorlamıyor. 

 

Dînin de zorlamadığını görmek için gelin Kur’ân-ı Kerim’de konuyla alâkalı âyet-i kerîmelere bir göz atalım: 

 

Kur’ân-ı Kerim’de deprem mânâsına gelen kelimelerin geçtiği bazı âyetler; kıyâmeti ve mahşeri işaret ediyor: 

 

“O gün yer ve dağlar şiddetle sarsılır. Dağlar, çökmüş kum yığınlarına dönüşür.” (el-Müzzemmil, 73/14)

 

Âyet-i kerîme, kıyâmet sahnesini tasvir ediyor. Tıpkı Zilzâl Sûresi’nde olduğu gibi. Bu ve benzeri bazı âyet-i kerîmelerde Kur’ân-ı Kerim, esas olarak insanoğluna kendi duyuları ve aklıyla ulaşamayacağı gayb haberlerini bildiriyor. 

 

Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet-i kerîmede azap ifadesi, âhiretteki azâbı işaret ediyor. Çoğu zaman kullarına gazap etse de dünyada azap etmek için acele etmediğini beyan ediyor. Meselâ; yahudilerin, ehl-i kitap bir kavim oldukları hâlde, bile bile Rasûl-i Zîşân Efendimiz’e düşmanlık etmeleri ve İslâm düşmanlarıyla dostluk kurmalarına gazap ettiğini bildirmekle birlikte, onları âhiret azâbıyla korkutuyor: 

 

“Onların birçoğunun kâfir olan kimseleri dost edindiğini görürsün. Nefisleri kendilerine (kıyâmet günü için) ne kötü bir şey sundu. Allah onlara gazap etti ve onlar azâbın içinde ebedî kalacaklardır.” (el-Mâide, 5/80)

 

Âyet-i kerîmeden ve başka âyetlerden şunları anlayabiliriz: 

 

Allah Teâlâ kullarının yapıp ettiklerine gazap edebilir. Nitekim başka âyet-i kerîmelerde de; Allâh’ın rızâsı, Allâh’ın sevmesi, sevmemesi gibi ifadeleri görüyoruz. 

 

Allah Teâlâ’nın sevmesi veya gazap etmesi nasıldır? Bunu bilemeyiz. Allah Teâlâ bize bu kelimeleri seçerek bildirmiştir, ama Allah Teâlâ için mânâsı nedir, bilemeyiz. 

 

Dünyada bazı inanç ve anlayışlar var ki; Allâh’ın yarattıklarına âdeta hiç aldırış etmediğini, hiçbir zaman müdahale etmediğini ileri sürüyor. Hattâ peygamber göndermek, vahiy indirmek, kulluk istemek gibi müdahaleleri bile inkâr ediyor. Deistler diye bilinen bu güruh, Allah hakkında bilmedikleri şeyler iddia ediyorlar. Sanki Allâh’ın gazap etmesini, ceza vermesini yakışıksız bulurken; aslında bir nevi, yarattıklarını başıboş bırakmış gibi tasavvur ediyorlar. Allah Teâlâ âyet-i kerîmede; 

 

“De ki: 

 

«–O; size üstünüzden ve ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da sizleri (farklı ve zıt düşüncelere sahip) gruplara bölüp, bir kısmınıza diğer bir kısmınızın baskı ve sıkıntısını tattırmaya kādirdir.» 

 

Bak, anlasınlar diye nasıl da âyetlerimizi çeşitli şekillerde açıklıyoruz.” (el-En‘âm, 6/65) buyurarak; kullarına gerek tabiat âfetleri, gerek sosyal felâketler ile dünyada da müdahale edebildiğini bildiriyor. 

 

Allah Teâlâ; kullarına gazap etse de, aceleyle, bu dünyada hemen başlarına yıldırımlar yağdıracak, melek ordularını indirecek diye bir şey yok. 

 

Hattâ; «Kötülük problemi» diye bilinen bir felsefe problemi;

 

“–Allâh’ın gücü her şeye yetiyorsa, neden dünyada kötülükler oluyor?” diye itiraz ediyor. Yani genellikle kötümser ateistler, Allâh’ın dünyaya yeterince müdahale etmemesinden şikâyet ediyorlar. Aslında Allah -azze ve celle- birçok âyet-i kerîmede cevap veriyor: 

 

“Eğer Allah insanları, zulümleri yüzünden muâheze edecek olsaydı, yeryüzünde kımıldayan tek canlı bırakmazdı. Fakat Allah onları, belli bir vakte kadar erteler. Müddetleri (ecelleri) geldiği zaman, onu ne bir saat erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.” (en-Nahl, 16/61) 

 

Bu âyet-i kerîmenin de bildirdiği gibi, Allah -Zülcelâl- kullarına hemen her yaptıkları için aceleyle ceza vermiyor. 

 

Allah Teâlâ, bu âlemi; insanın yetişmesi, eğitim görmesi, dersler alması ve Rabbini tanıyarak en güzel şekilde kulluk etmesi için bir imtihan âlemi olarak yaratmış. Sonsuz ilmi ve hikmetiyle; kullarına dilediği şekilde terbiye veriyor, dilediği şekilde îkaz ediyor, dilediği şekilde tezkiye ediyor. 

 

Allah -Zülcelâl-; birçok âyet-i kerîmede, kullarından hiç gafil olmadığını haber veriyor. Bazı âyetlerde; 

 

“Her an bir şe’nde…” (bkz. er-Rahmân, 55/29) olduğunu bildiriyor. 

 

Ancak Allâh’ın müdahalelerinin; ne zaman, ne şekilde olacağını peygamberler dahî bilmiyor: 

 

“Dediler ki: 

 

«–Ey Nûh! Gerçekten bizimle tartıştın ve bizimle çok fazla mücadele ettin. Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin azâbı başımıza getir!» 

 

Nuh dedi ki: 

 

«–Onu size ancak dilerse Allah getirir. Siz (O’nu) âciz bırakamazsınız. Eğer Allah sizi azgınlığınızın içinde bırakmayı dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.»” (Hûd, 11/32-33)

 

Âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki; 

 

Allah Teâlâ, kullarının yapıp ettiklerine gazap ediyor, ama son derece öfkelendirici küstahlıklar karşısında dahî, aceleyle gazaba gelip birden helâk etmiyor. Elbette en yüce isim ve sıfatların sahibi olan Rabbimiz; işlerini aceleyle değil, hikmetle yapıyor. Belki onlara verdiği mühlet dolmadığı için, belki daha îmâna gelecek olanları bildiği için veya peygamberinin ve mü’minlerin sabırla olgunlaşmaları, derece kazanmaları için belirlenen bir zamana kadar helâk etmiyor. 

 

Öte yandan bazı toplumlara ne kadar azgınlık etseler de dünyevî bir ceza verilmemiş olmasının, onlar için hayırlı olmadığını da bildiriyor: 

 

“Kâfirler sanmasın ki, kendilerine mühlet veriyor oluşumuz onlar için hayırdır. Ancak günahları artsın diye onlara mühlet veririz. Onlara alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 3/178)

 

Bu âyet-i kerîme; 

 

«–Neden deprem; halkı daha günahkâr olan filân filân yerlerde olmadı da, bu bölgede oldu?» gibi sorulara da cevap veriyor. 

 

Esasen Allâh’ın dünyada ceza vermek için acele etmesine gerek yok. Zaman nehri, hepimizi Allâh’ın huzûrundaki hesaba doğru götürüyor zaten. 

 

Demek ki; 

 

Âfetler veya başka musîbetler; en günahkâr, en azgın kulların cezasını dünyada vermek için gelmiyor. 

 

İslâm tarihinde de birçok deprem hâdiseleri meydana gelmiştir. İnsanlık tarihinde; deprem, salgın hastalık ve benzeri birçok hâdiseler olmuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Uhud Dağı’nın üzerindeyken, sarsıntı olmuştu. (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe, 5; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 50)

 

Dünya; emniyet ve refah içinde yaşayıp gideceğimiz garanti olan bir âlem değil, bu gibi hâdiselerin de olduğu bir imtihan âlemidir. Bunların hiçbiri başa gelmese de ömür bitince öleceğiz.

 

Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet-i kerîme; dünyada olup bitecek şeylerin, bir kader plânına göre meydana geleceğini bildiriyor: 

 

“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki; Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. 

 

Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.” (el-Hadîd, 57/22)

 

İnkârcılar, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e de aynı şekilde meydan okumuşlardı. Rabbimiz;

 

“Onlar senden, azâbı çabuklaştırmanı istiyorlar. Önceden belirlenmiş bir vâde olmasaydı, elbette azap tepelerine inmişti. Ama onlar farkında olmadan, o ansızın kendilerine gelecektir.” (el-Ankebût, 29/53) buyurarak, azâbın kimsenin istemesiyle değil, önceden takdir edilmiş bir programa göre olacağını haber veriyor. 

 

Rabbimiz her an bir şe’nde olmakla birlikte; hikmet ve kemâlât îcâbı, işlerini bir kader programına göre yürütüyor. Bununla birlikte mü’minler, kulluk edebi îcâbı; her şeyi istiğfâr etmek, Allâh’a sığınmak, Allâh’ın yardımını istemek için bir vesile bilmeli. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rüzgâr esmesini duâ etmek için vesile bilmesi, güneş ve ay tutulmalarında namaz kılmayı emretmesi gibi… 

 

Hazret-i Musa -aleyhisse­lâm-’ın şahsında şöyle bir örnek veriliyor: 

 

“Musa, tayin edilen randevu için kavminden yetmiş kişiyi seçmişti. Onları şiddetli bir sarsıntı yakalayınca demişti ki: 

 

«–Rabbim! Dileseydin bundan önce bunları da beni de helâk ederdin. İçimizdeki sefihlerin/kıt akıllıların yaptığından dolayı bizi helâk mı edeceksin? O, Sen’in sınamandan başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini de hidâyet edersin. 

 

Sen, bizim velîmizsin/dostumuzsun. 

 

Bizi bağışla, bize merhamet et. 

 

Sen bağışlayanların en hayırlısısın.»” (el-A‘râf 7/155)

 

Tefsirlere göre Musa -aleyhisselâm-; kavminin altın buzağıya tapmalarından dolayı af dilemeleri, duâ ve niyazda bulunmaları için, seçtiği yetmiş kişiyle birlikte Tûr-i Sînâ’ya gittiği zaman şiddetli bir deprem oluyor. Hazret-i Musa duâ ve niyâz ederek Allâh’ın rahmetine sığınıyor. Devamındaki âyet-i kerîmede Rabbimiz; 

 

“…Allah buyurdu ki: Azâbıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (el-A‘râf, 7/156) buyuruyor.

 

Kısacası; 

 

Her şey Allah Teâlâ’nın ilmi ve takdiri ile oluyor. Ama bundan ötesini bilemiyoruz. Sadece her şey gibi bunun da imtihan olduğuna ve bu imtihanda iyi işler yapanların mükâfatının zâyî olmayacağına îmân ediyoruz.