Mesnevî’den Beyitler -27- KÜPTE NE VARSA O SIZAR

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

Clay pot with water for drinking on street in Yangon, Myanmar.

“Eğer kendi dem-sâzımın dudağıyla eş olsaydım, / Ben, söylemeye lâyık olan her şeyi söylerdim.”

 

Dem-saz Farsça bir kelime olup, sözlükte; arkadaş, refik, hemdem, sırdaş, dost anlamlarına gelmektedir. Dudak; neyle sırdaş olmuş, nağmelerle gönüllere dokunmuştur. Mevlânâ Hazretleri de böyle bir dost, sırdaş istemektedir. «Eğer böyle bir dost bulsaydım daha neler neler anlatırdım…» diyor bize bu beyitte.

 

Bilindiği üzere ilk on sekiz beyit hariç Mesnevî-i şerîfi Mevlânâ Hazretleri söylemiş Hüsameddin Çelebi yazmıştır. Muhatabımızdaki anlayış kabiliyeti çok önemlidir. Mesnevî-i şerif, Hüsameddin Çelebi’nin anlayışına uygun olarak yazdırılmıştır. Muhatap Hüsameddin Çelebi değil de Şems-i Tebrîzî Hazretleri olsa idi daha kim bilir ne sırlar dökülecekti.

 

Söz, sahibini yansıtır. Bu yüzden muhatabımız konuştuğu zaman; ahlâkını, ilmî seviyesini, kültürünü, görgüsünü anlarız. Küpte ne varsa içinden o sızar. Kişinin kalbinde ne varsa dilinden de o dökülür. Eğer muhatabımızı tanımak istiyorsak, davranışlarına olduğu kadar konuştuklarına da kulak vermeliyiz. Kişinin duygularını, düşüncelerini konuştukları ele verir. Bu yüzden ârif gönüller; yerli yerinde konuşmayı beceremeyenlere, sükûtu tavsiye etmişlerdir.

 

Mes’ulüz… Kendimizden, ailemizden, akrabalarımızdan, ümmetten, dilsizlerden, bütün canlılardan. Bu mes’ûliyet ile hikmetli konuşmalı, davranmalı ve dahî gerektiğinde susmalıyız. Midemize giren lokmadan, ağzımızdan çıkan söze kadar her şeyden mes’ûl olduğumuzu unutmamalıyız. 

 

Bildiğimizi sadece kendimiz yaşamak için saklamamalı, çevremizdekilerle de paylaşmalıyız. Bununla beraber diline her geleni, her ortamda söylemek de uygun değildir. Nasıl mide her lokmayı kabul etmiyorsa, her kalp de her sözü kabul edemeyebilir. Midenin her yiyeceği kabul etmemesi nasıl dışarı çıkararak oluyorsa; kalbin kabul etmemesi sözlerde, davranışlarda kendini ortaya koyar. Bu yüzden; kime, ne söyleyeceğimize dikkat etmeliyiz. Her söylediğimiz, muhatabımızın anlayış seviyesine uygun olmayabilir. Hikmetli ve ârifâne sözleri, onun kıymetini bilenlere söylemek gerekir. Yoksa bu hikmetli sözler ehli olmayana söylenirse zâyî olur. 

 

Ekâbir-i evliyâdan Sehl bin Abdullah et-Tüsterî -kuddise sirruhû- buyuruyorlar ki: 

 

“Âlimin üç türlü ilmi vardır:

 

1. İlm-i zâhirdir; âlim onu ehl-i zâhire söyler.

 

2. İlm-i bâtındır; bunu ancak ehline söyler.

 

3. Âlim ile Allah Teâlâ arasında sırdır; bunu ne ehl-i zâhire, ne de ehl-i bâtına söyler.

 

Bundan anlaşılır ki; Hazret-i Pîr’in söylemek istediği ilim, bu ikinci neviden olan ilimdir. Ve üçüncü nevi ilim, harf ve savta (sese) sığmadığından, lisânen söylenemediği için; kâmiller bu sırrı, ancak karşılıklı, kendi hakikatlerine nazar etmek sûretiyle müşâhede ederler. Nitelim Hazret-i Pîr, Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile bu mertebede idi.” (Avni KONUK Şerhi, c. 1, s. 93)

 

“Allah Rasûlü, yüce Allah’tan üç nevi ilim almıştır:

 

1. Herkese şâmil şerîat ilmi.

 

2. Seçkinlere ait mâneviyat-tarîkat ilmi.

 

3. Allah ve Rasûlü arasında sır olan hakikat ilmi.” (Ebû Nâsır es-Serrâc et-Tûsî, el-Lüm‘a, s. 455-6)

 

Bu yüzden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

 

“Siz benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar az gülerdiniz. Yataklarınızda yatamaz sahrâlara çıkardınız.” (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Küsûf, 1)

 

Mevlânâ Hazretleri de bu minvalde Mesnevî-i şerîfin 3. beyitinde;

 

“Ayrılık derdinden lime lime olmuş bir sîne isterim ki, hasret ve özlemin ne anlama geldiğini ona anlatabileyim.” demişlerdir. 

 

Hazret-i Pîr; bu dünyada Allah’tan ayrılıktan, hasretten muzdarip. Bizler de bu beyitleri anlatmaya çalışırken; bu hasreti, özlemi hissemize düştüğü kadarı ile dile getirmeye gayret ediyoruz. 

 

Bizler de derdimizi paylaşacak, bizi olduğumuz gibi kabul edecek bir dosta sahipsek çok şanslıyız demektir. Bu, Allâh’ın kuluna bir lutfudur. Bunun kıymetini bilmek gerekir.

 

Çünkü;

 

“Konuştuğu dili anlayan kimseden ayrılan, yüzlerce lisan ve nağme bilse de yine susar.” (Mesnevî 28. beyit)

 

Ve;

 

“Bu, muhabbette irfan neticesidir. İrfansız bir kimse muhabbet tahtına nasıl oturabilir?” (Mesnevî 5486. beyit) 

 

İrfan; bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemaldir. İlâhî esrâra, îman ve Kur’ân hakikatlerine vâkıf olmaktır. Bu yüzden muhabbetimizi yönelteceğimiz kişileri de iyi seçmek gerekir. Muhabbetimizi lâyık olana açmalı, lâyık olmayana gönlümüzü açmamalıyız. Mevlânâ Hazretleri Mesnevî-i şerifte;

 

“Ben bir mecliste sözü cezbeden birini bulursam, / Kalp çemenistanında yüz bin gül bitiririm. / Eğer bir mecliste söz öldürücü birini bulursam, / O zaman nükteler ve espriler hırsız gibi kaçar.” (IV. cilt, 1318-19. beyit) buyurarak, söylediklerini anlayacak kişiye göre söz söylediğini ifade etmiştir. Sözü anlayacak kişinin gönül gözünün açık olması gerekir ki, söylenen sözün hikmetini kavrayabilsin. 

 

Ehl-i irfan olabilmek, gönül aynamızın saf ve berrak olabilmesi için ihlâsla ve muhabbetle ibâdet ve tâate devam etmek gerekir. Amelsiz ilim, amelsiz muhabbet, kuru bir uğraştır. Bu yüzden de ilim, amel ve muhabbetin bir arada olması gerekiyor. O zaman dilimizden hikmetli sözler dökülecek ve bizden edepli davranışlar hâsıl olacaktır. 

 

Denilmiştir ki;

 

“Kim kırk gün süreyle ihlâs ile kulluk ederse, Allah o kişinin kalbinden lisânına hikmet pınarları akıtır.” 

 

Hayat yolculuğumuzda Allâh’ın muhsin kullarından olmamız ve bu kulları ile dost olabilmemiz duâ ve niyazıyla yazımızı Yûnus Sûresi’nin 62. âyeti ile bitirelim. 

 

“Haberin olsun ki Allâh’ın dostlarına korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”