Medine’de İLK İCRAATLAR -1-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr 

 

 

Peygamberler PeygamberiMedine’deydi artık…

 

Mekkeli muhâcir sahâbîler; Mekke dönemi boyunca hep O’nunla beraber oldukları için, O’nu hem çok iyi tanıyorlar ve hem de çok seviyorlardı.

 

Medineli ensar sahâbîlerden bir kısmı epeyce tanıdığı hâlde, büyük bir kısmı ise O’nu ilk defa görmüş ve hepsi bir anda çok sevmişlerdi.

 

Muhâcir olsun ensar olsun, İslâm’ın nûruyla nurlanan sahâbîler; O’nu bir gün bile göremeseler, hasretinden yanıp kavrulacak bir muhabbet iklimi yaşıyorlardı. Bu yüzden her fırsatı çok iyi değerlendiriyor; O’nu her gün görüp, sohbetinde bulunmak için can atıyorlardı.

 

Mekke’den Medine’ye hicret ile beraber, daha Kubâ’ya vardığı andan itibaren, hemen icraatlara başlayan Rasûlullah -aleyhisselâm-; aynı zamanda yeni bir sistemin temellerini de atıyordu. Kubâ’dan sonra, Medine’deki ilk icraatlara baktığımız zaman, çok ciddî bir boyutta çalışmalar görürüz. Bu icraatlar, çok ciddî bir şekilde yürüyor, bütün müslümanlar gönül ve el birliği ile hummalı bir çalışma içine giriyorlardı.

 

İcraatların birini bitirip diğerine başlama gibi bir rahatlıkları (lüksleri) yoktu. Her icraat, aynı zamanda diğer icraatların alanını da geliştiriyordu.

 

İlk icraatları sıralarken, her birini kronolojik sıraya göre tasnif etmek oldukça zordur. Çünkü yapılan çalışmalar iç içe olup, birbiri içine girdiği gibi, sürekli icraat içinde yeni bir icraat daha başlatılıyordu.

 

Biz burada sadece ilk yedi aylık icraatları sıralamaya çalışacağız. Bu icraatların bir kısmını da ileride müstakil bir başlık altında ve daha geniş olarak vereceğiz inşâallah…

 

Mekke dönemi hâdiselerini anlatırken, Dâru’l-Erkam faaliyetlerini görmüştük. Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’in Medine’ye gönderilmesi ile orada oluşan Dâru Es‘ad faaliyetlerini de görmüştük. Dâru’l-Erkam, bütün herkes tarafından bilinmektedir malûm. Medine faaliyetleri bilindiği hâlde, Dâru Es‘ad pek bilinmemektedir. Hâlbuki; bu faaliyetlerin ciddî bir teşkilât şeklinde yürütüldüğü mekân, İslâm’ın ikinci müessesesi olarak Dâru Es‘ad çok mühim bir yere sahiptir. Elimizden geldiğince, bu faaliyetleri de yerli yerince anlatmaya çalıştık.

 

Şimdi haklı olarak, Dâru’s-Sultan da neyin nesi, diye bir soru gelebilir akla! Siyer ve İslâm tarihi kaynaklarında böyle bir deyim yoktur çünkü. Ancak, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın misafir kaldığı evdeki faaliyetlere baktığımız zaman; ciddî bir teşkilât ve yönetim merkezi şeklinde çalıştığını, bütün kaynaklarda görürüz. Bu kutlu evin sahipleri, malûm olduğu üzere, Hazret-i Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî ile sevgili zevcesi Hazret-i Ümmü Eyyûb Fâtıma-i Hazreciyye el-Ensâriyye ailesidir.

 

Daha önce kısmen ifade ettiğimiz gibi, Rasûlullah -aleyhisselâm-; Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman, bu evde yedi aya yakın bir süre kaldı. Buradan çokça faaliyetler yürüttü. Bu faaliyetler anlatılırken, faaliyetlerin mekânı olarak hep Eyyûb Sultan Evi şeklinde anlatılmış ve kaynaklara da böyle geçmiştir.

 

Bir evde yapılan faaliyetlerin, bütün hâne halkını olumlu veya olumsuz etkileyeceği herkesçe malûmdur. Aynı zamanda; yapılan çalışmaların doğru anlaşılıp, doğru yorumlanması için, bu evin her yönü ile çok iyi bilinmesi gerekir. Yukarıda verdiğimiz gibi Eyyûb Sultan ile Fâtıma Sultan ve çocuklarına ait olan bu evi, Dâru’s-Sultân olarak ifade etmekle; bütün aile fertlerini de içine alacak şekilde, bütüncül bir anlatım ortaya koymak istedik. Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın misafirliği yanında; bu kutlu evdeki faaliyetlerin hepsi, bütün aileyi içine almaktadır. Evin sadece erkeği veya sadece hanımı ile yetinmek; ciddî bir eksiklik olacağı gibi, sadece çocuklar ile yetinmek de eksiklik olacaktır. Bütün bunları inceden inceye tefekkür ettiğimizde, Dâru’s-Sultan terkibinin daha uygun olacağını düşündük.

 

Sultan Ailenin, bu evinin binası yani yapısı hakkında pek fazla malûmat yoktur maalesef. İçinden çıkmalı üst katı olan ve bugün farklı isimlerle de anılan bir ev tipi olduğunu anlıyoruz. Evin biraz geniş olduğu da anlaşılıyor. Etrafı çok yüksek olmayan duvarla çevrili, geniş bir bahçe içinde olan bu kutlu evin; o güzel bahçesinde suyu çok güzel olan bir su kuyusu da vardı. Medine merkezinde olan bu ev, ilk yedi ay içinde inşâ edilecek olan Mescid-i Nebî’nin doğu cihetinde ve oldukça yakın bir yerdeydi.1 Yine bu kutlu ev hakkında; atadan ataya geçip, bugüne kadar gelen rivâyetler de vardır.2

 

Yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, Rasûlullah -aleyhisselâm-; Mekke döneminin özellikle ilk 5-6 yılında faaliyetlerini Dâru’l-Erkam’dan yürütmüştü. Medine’ye gönderilen Hazret-i Mus‘ab, Dâru Es‘ad merkezini oluşturarak, çalışmalarını o merkezden yapmıştı. Şimdi de Medine dönemi faaliyetleri yine bir dâr/ev ile başlıyordu ki, bu da o an için bu isimle anılmasa bile, Dâru’s-Sultan olarak tarihe geçiyordu. Yani her şeyin mutlaka bir evde başladığını ve yine ev ile devam ettiğini görüyoruz.

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-, Dâru’s-Sultan’da kalıyordu. Bu kutlu evin bütün fertleri, misafirlerin en şereflisini evlerinde ağırlamaktan dolayı çok mutluydular. O’na bu kadar yakın olmaktan dolayı da nimetlerin en güzelini yaşıyorlardı. Her biri kendi konumuna göre bir şeyler yapmaya çalışıyordu.

 

Sabahın erken saatinden başlamak üzere, gece geç saatlere kadar, gelen giden eksik olmuyor, ev arı kovanı gibi çalışıyordu. Bunlar bir yandan ziyaret etmek için gelirken, bir yandan da Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın o doyumsuz sohbetini dinlemek için can atıyorlardı. Bu kutlu ev; oldukça yoğun ve hareketli bir sohbet yeri olmuş, gelip giden herkes, buradaki nurdan nasiplenmek için, birbirleriyle yarışıyorlardı.

 

Bir yandan Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı daha yakından görüp dinlemek için gayret gösterirlerken, bir yandan da O’na hizmet için koşuşturuyorlardı. Bu yüzden ev, normal bir ev olmaktan çıkmış, nur üzerine nur yağan kutsî bir mekân hâline gelmişti.

 

Her şeyleri ile şereflenen bu kutlu aile, bütün fertleriyle Can Efendimiz’e hizmete can atıyorlardı. O kadar hassas davranıyorlardı ki, en küçük bir ayrıntıyı bile ihmal etmemeye çalışıyorlardı.

 

Ziyaretine gelen misafirleri büyük bir izzetle ağırlıyorlardı. Konu komşu başta olmak üzere, diğer sahâbîler de hizmet yarışına girmişlerdi.

 

Peygamberimiz’in hizmetine koşan bu seçkin insanlar, çok anlamlı bir uyum ve iletişim örneği sergiliyorlardı. Öyle ki bütün müslümanlar, bir tek vücut gibi hareket ediyorlardı…

 

Dâru’s-Sultan’ın sultan çocukları da bir başka sultanlık koyuyorlardı ortaya. Anne-babalarının herhangi bir şey demelerine gerek kalmadan, yapmaları gerekenleri yaptıkları gibi, daha fazla şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Bu güzel çocukların su taşımaları, kapıştıkları en önemli işlerden biri hâline gelmişti. Peygamberler Sultanı’na soğuk su ikrâm etmek için; çok uzak kuyulara kadar giderek, soğuk su getirme yarışına girmişlerdi.

 

Bu kutlu ev, İslâmiyet’in öğretildiği bir mektep durumuna geliyordu artık. Hem öyle ki, çok yönlü bir eğitim merkezi bile diyebiliriz buna.

 

Erkek olsun, hanım olsun, çocuklara varıncaya kadar bütün sahâbîler; bir şeyler yapabilmek adına hizmet yarışındaydılar.

 

Medine’deki ilk icraatlar, Dâru’s-Sultan’dan yönetiliyordu. Hem o kadar ki; sadece bu evden yapılan çalışmaları anlatmak için, bir bölüm ayrılsa yeridir. Ancak biz, bu konuyu da genel icraatlar içinde vermeye çalışacağız.

 

Her insan, hangi sebeple olursa olsun; bir yere gittiği zaman, her şeyi ile gider. Yani hem bedeni ve hem de rûhu ile gider. İki yapısının da kendince ihtiyaçları vardır. Yeri gelir susar veya acıkır, zamanı gelir bunları çıkarma ihtiyacı hâsıl olur. Yine yeri gelir dinlenmek ya da yatıp uyumak ister. Yerine göre üşür, onu sarıp sarmalayarak ısıtacak elbiseye ihtiyaç duyar. Yeri gelir sıcaktan korunmak için, kendince bir çare arar. Bunları çok daha fazlasıyla sıralayabilir tabiî. Yani bunlar her insanın maddî ihtiyacıdır ki, olmazsa olmazlardandır.

 

Maddî ihtiyaçları olan her insanın, aynı şekilde mânevî ihtiyaçları da vardır tabiî. İnanmak ve inancının gereğini yapmak, mânevî ihtiyaçlarının olmazsa olmazlarıdır.

 

Beş vakit kılacağımız namaz ile, günlük okuyacağımız Kur’ân-ı Kerim ve yapacağımız zikirler; mânevi ihtiyaçlarımızın başında geliyor.

 

Yemek yemeden ve su içmeden yaşayamayacağımız gibi, namaz ve Kur’ân olmadan da yaşayamayız. Biri maddî sağlığımız, diğeri de mânevî sağlığımız için şarttır.

 

Dâru’s-Sultan başta olmak üzere, evlerde namazlar kılındığı gibi; evlerin bahçeleri ile hurma bahçeleri ve bazı meydanlarda cemaatle namaz kılınıyordu. Namaz vakti girdiği an; hangi müslüman nerede ise, hemen orada namazını kılıyordu. Ortamları müsait olanlar mutlaka cemaatle kıldıkları gibi, namazlarını cemaatle kılmak için, her bir sahâbî kendi imkânları ölçüsünde şartları zorluyordu.

 

İbâdet, her müslümanın olmazsa olmazlarının başında gelen vazifesidir.

 

Allâh’a gönülden itaat ile boyun eğmek ve O’na kulluk ederek, ibâdetin zirvesini yaşamak; hepimizin vazifesidir malûm. İbâdet, insanın Allâh’a saygı, sevgi ve itaatini göstermesi, O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu, belirli tavır ve gerçekleştirdiği davranışlar için kullanıldığı gibi; daha genel olarak aynı mahiyetteki düşünüş, duyuş ve sözleri de ifade eder. Yine kısaca ibâdet; kulun, Allâh’ın kendisinden râzı olacağı işleri yapmasıdır.3

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-, on üç yıl boyunca Mekke’deki bütün ashâbı ile ciddî bir iletişim içindeydi. Sahâbîler de O’nunla olan iletişimlerini kesintisiz sürdürmüşlerdi.

 

Akabe Bey‘atları ile başlayan Medîneli sahâbîler ile iletişim, hicretin ardından kesintisiz boyut kazandı.

 

Şartlar ne olursa olsun, Rasûlullah -aleyhisselâm-; sevgili ashâbını görüp gözetmesinin yanında, onların eğitim ve öğretimlerini de yine kesintisiz bir şekilde sürdürüyordu.

 

Muhâciri ve ensârı ile olduğu gibi, hanımı ve çocuğu ile de bütün sahâbîler; O’nu can kulağı ile dinliyor, nâzil olan her vahiy ile bir yönleri inşâ oluyordu. Eğitim ve öğretim, kesintisiz bir şekilde devam ediyordu.

 

Medine’de, Peygamber Efendimiz ciddî icraatlara başlamıştı.

 

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…- 

 

 

 

_________________

 

Vâkıdî, Fütûhu’ş-Şâm, c. 1, s. 33; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 5, s. 340; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, c. 1, s. 68-69; İbn-i Asâkir, Târih, c. 3, s. 334-335; Süheylî, Ravdu’l-Unûf, c. 1, s. 163, c. 4, s. 279-280; Bedruddîn Aynî, Umdetü’l-Kārî fî Şerh-i Sahîhi’l-Buhârî, c. 4, s. 176-177; Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâri Dâri’l-Mustafâ, c. 1, s. 188-189, 265; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 45-48.

 

Hazret-i Ebû Eyyûb Hâlid bin Zeyd el-Ensârî’nin bu meşhur evi hakkında geniş malûmat için, bakınız lütfen: Süheylî, Ravdu’l-Unûf, c. 4, s. 279-280; Bedruddîn Aynî, Umdetü’l-Kārî, c.4, s. 177; Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâri Dâri’l-Mustafâ, c. 1, s. 265; Eyyûb Sabri Paşa, Mir‘âtü’l-Haremeyn, c. 1, s. 366-368; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 45-48.

 

İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, «abd» maddesi; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kāmus, «abd» maddesi.