Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -26- TAHKİK ve TASDİK ARASINDA

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

İLİM ve HÂL

 

Müellifimiz; âlimlerimizden ve Allâh’ın velî kulları olarak bildiğimiz kimselerden bize ulaşan bilgi ve haberlere karşı nasıl bir tavır içinde olmamız gerektiğini bu kaidede hulâsa ediyor. 

 

Otuz Dokuzuncu Kaide:

 

“İlmin binası araştırma ve hakikati bulma üzere kuruludur.” 

 

İlimle ilgili bahisler, araştırma ve tahkik neticesinde elde edilir.

 

“Hâl ise kabul etme ve doğrulama üzerine kurulur.”

 

Eğer bir kimse ilim meclisinde ilimden bahsediyorsa; onun sözlerinin hak ve hakikat olup olmadığını araştırmak, tahkik etmek durumundayız. 

 

Ama bir zât, tecrübe ettiği bir hâlinden bahsediyorsa; yani hissettiği, vicdanında duyduğu bir kanaati ifade ediyorsa ve bu kişinin kendisi ile ilgili bir güvenimiz varsa onun bu sözünü kabul etmek ve doğrulamak durumundayız. 

 

Türkçemizde yerleşmiş bir ifade var:

 

“Zevkler ve renkler tartışılmaz.”

 

Her ne kadar biz renk olarak da Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in tercih ettiği renkleri, beyazı ve yeşili sever ve Peygamberimiz’in mekruh gördüğü, bilhassa erkeklere yakıştırmadığı renkleri biz de mekruh görür isek de mubah sahada; herkesin zevkini, beğenmesini, hissedişini kendisine bırakırız. 

 

Fakat mevzu; zevkler ve hissedişler değil de ilimse, o saha tartışılır. 

 

•Rivâyette bulunuyorsa kaynağı sorulur. 

 

•İçtihadda bulunuyorsa takip ettiği usûlü ve dayandığı esasların meşrûiyeti sorulur. 

 

Fakat kişi kendi hâlinden, duyuşlarından, vicdanından, makamından bahsediyorsa, kendisi hakkında; «Yalancıdır» diyebileceğimiz bir durum yoksa;

 

“Madem öyle, Allah sana mübârek etsin.” denir.

 

Bu umûmî kaideye binâen:

 

“Ârif olan, irfan sahibi bir kimse; şayet ilim konuşacak olursa sözüne, içtihâdına bakılır.”

 

Evliyâdan, aynı zamanda ilim adamı olan büyük zâtlar var. Meselâ İmâm-ı Gazâlî… Hem maddî hem mânevî ilimlerde zirve. Fıkıh, usûl-i fıkıh, kelâm, mantık gibi birçok sahada muazzam eserler vermiş. İmâm-ı Gazâlî ilimden bahsettiğinde, bu sözün; «Kitap’tan, Sünnet’ten, selef-i sâlihînden rivâyet olunan eserlerden bir kaynağı var mı?» diye bakılır.

 

Meselâ;

 

“−Delil olarak kullandığı hadis, şu cihetleriyle zayıftır, şu cihetleriyle râvîler mecruhtur.” diye tartışılabilir. Niye? Çünkü ilim konuşuyor. İlmin üzerine inşâ edildiği sistem; araştırma ve tahkik…

 

“Koskoca Gazâlî, büyük evliyâ! Onun ilmî kanaati karşısında itiraz edilemez.” diye bir yaklaşım sergilenmez. Eğer gündem ilimse, konuşulur.

 

Çünkü;

 

“İlim, delil ile itibara alınan bir şeydir. Delili varsa itibar görür.”

 

Ama İmâm-ı Gazâlî; hâl cihetiyle konuşacak olursa, o zaman iş değişir. 

 

Hâl kelimesinin daha anlaşılır olması için bir menkıbe ile ifade edelim:

 

Büyüklerden bir zât yolculuğa çıkarken bir yerde oturmuş. Çıkınını çıkarmış ekmek, peynir yemiş. Bir müddet yol gittikten sonra tekrar acıkmış. Tekrar mendilini çıkarmış bir bakmış mendilinin içerisinde bir karınca.

 

“Ben bu karıncayı ailesinden, yuvasından ayırdım, vatan-cüdâ kıldım.” diye dönmüş tekrar o mesafeyi geri gelmiş karıncayı oraya bırakmış. 

 

Bu; «böyle yapılması gerekir.» şeklinde bir içtihad, bir fetvâ, bir mezhep değildir. O zâtın o anda yaşadığı bir hâldir. Teşmil edilmez. 

 

Aynı hâli yaşayan, o duyguyu paylaşan kişi; böyle bir şeyi uygulamak isterse, bu onun kendi hâli ile yaşamış olduğu bir durum olarak yine kabul edilir.

 

Bu, hâl denilen özel bir hissediş, bir duyuştur. Bir hocamız anlatmıştı: 

 

“Bulunduğumuz yerden 60-70 kilometre uzağa ailecek pikniğe gittik. Sonra geldik, arabadan çocukları indirdim. Arabayı park edip eve geçecektim. Bir baktım arabanın içerisinde bir sinek. O kıssayı da yeni okumuştuk. 60 kilometre geri döndüm, o sineği oraya bıraktım, bir daha geri geldim. Evdekilere de söylemedim. Arabayı yıkatmaya filân gittiğimi düşündüler.”

 

Bu; yaşayanın kalbî durumuna teslim edeceğimiz, tasdik edeceğimiz bir hâldir. İlim mevzuu değildir. 

 

“–Niye böyle yaşadın? Hangi delile istinâd ettin?” diye sorulacak, tahkik edilecek, araştırılacak bir şey değildir.

 

(O ârif zât) hâl cihetiyle konuşacak olsa ona hâli teslim edilir, kabul edilir. Çünkü o hâl, ancak o hâl sahibi tarafından ulaşılabilecek bir durumdur. Hâl vicdan ile itibara alınır.”

 

Yani hâl sahibinin vicdanı olduğunu kabul ediyorsan anlattıklarını da kabul edersin. «Rüya gördüm.» diyen kişiye; «Yok sen o rüyayı görmemişsindir.» demezsin. Fakat o rüya başkalarını bağlar mı? Bağlamaz.

 

“Bu hâlin bilinmesi bunu nakleden kişinin güvenilir olup olmadığına bağlıdır. Sonra bu hâl, uyulması gereken bir durum değildir. Çünkü bunun hükmü umûmî değildir. Umûma teşmil edilmez. Ancak aynı hâli yaşamakta benzer olan kişileri alâkadar eder.”

 

Fıkhın belirlediği helâller, haramlar, farzlar ve vâciplerin dışındaki kişiden kişiye değişen mubahlar sahasından bahsediyoruz. Bu sahada kişiden kişiye değişen ahvâli Peygamberimiz’in ashâbına yönelik davranışlarında da görüyoruz. 

 

Efendimiz -aleyhisselâm-, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- gelip malının tamamını getirince; «Fazla oldu, biraz da çoluk-çocuğuna bırak!» demedi. 

 

Ama bir başka bir sahâbîsi;

 

“−Ya Rasûlâllah! Ben malımın hepsini Allah için vasiyet etmek istiyorum.” deyince Peygamberimiz;

 

«–Olmaz!» diyor.

 

«–Üçte ikisini?» diyor. Yine;

 

“–Olmaz.” diyor.

 

“–Yarısını?” 

 

“–Olmaz!”

 

“–Üçte birini?” 

 

“–Üçte biri de çok ama bu olur…” buyuruyor. (Buhârî, Vesâyâ, 2; Müslim, Vesâyâ, 5)

 

Peygamberimiz niye Hazret-i Ebûbekir’den tamamını kabul ediyor da bu sahâbî efendimizden kabul etmiyor? Hâl farkı… Malının tamamını infâk edecek kişinin, sonra pişman olup dövünmemesi lâzım. Bu hâli kaldırabilecek kalbî kıvamda olması mühim. 

 

Sonradan pişman olmak, o yaşanan hâldeki fazîleti berbat eder. Bu duruma nükteli bir hâdiseyi misal verebiliriz:

 

Adamın biri askeriyedeki eğitiminde birinci olmuş. Birinci olanı kur’aya sokmuyorlarmış. Kendi seçtiği yerde vazife yapma imkânı veriyorlarmış. Bu şahıs ise bu ikrâmı geri çevirmiş, tabiri câizse yiğitlik yapmış;

 

“−Ben de kur’aya gireceğim. Bayrağın dalgalandığı her yer benim için mukaddestir!” demiş. Kur’aya girmiş, lâkin kendisine en sıkıntılı yer çıkmış. Bir defa bu yiğitliği yaptığı için geri adım da atamamış. Fakat söylenir dururmuş:

 

–Bu bayrağı da buraya ne diye dikmişler ki!

 

Yani o mânevî hâller; taklide ve anlık heveslere uygun şeyler değildir. 

 

Müellifimiz, hâllerin başkalarını bağlamayışı hususunda bir de misal veriyor:

 

“Şeyh Efendi, mürîdine demiş ki:

 

«−Oğlum, sen suyu soğut da iç! Suyu soğuk içersen, Allâh’a bütün kalbinle hamd edersin.

 

Eğer suyu sıcak içersen; o zaman istemeye istemeye hamd edersin, dudak bükerek, burun kıvırarak hamd edersin.»

 

Bunun üzerine mürid demiş ki:

 

«−Efendim! (Hani menkıbe kitaplarında bir hâlden bahsediliyordu.) Mübârek bir zâtın kırbasının üzerine güneş vurur. Bunu görünce oradan kaldırmasını söylerler. O ise;

 

‘−Keyfim için Allâh’ın güneşinden kırbayı kenara çekmekten hayâ ederim, Allah’tan utanırım.’ der. (Buna ne dersiniz?)»

 

Şeyh Efendi de;

 

«−Evlâdım! O zât bir hâl sahibiydi. Örnek alınmaz!» demiş.”

 

Suyu sıcak içmek diye bir ibâdet yoktur. Kişinin suyu soğuk içmesi mubahtır. Normal durumlarda suyu soğuk içen kişi, hamd ederken daha canlı olur. Sıcak içerken bu memnuniyet ve minnettarlık daha zayıf kalabilir. 

 

Fakat bir hâl olarak, bir zât kırbasını güneşten çekmekten hayâ etmiş. Bu zât o suyu içerken de şikâyetçi, memnuniyeti azalmış şekilde içmeyecektir. Bu hâl ona ve onun hissiyâtını, kalbî durumunu paylaşabilecek kişilere mahsustur. Suyun sıcak olduğunu görünce; «Bu ne be!» diyecek bir kişi bu fazîleti sergileyemez. 

 

Hak dostlarında, peygamberlerde böyle misaller çoktur. 

 

Meselâ bizler hastalanırsak tedavi oluruz, iyileşmek için duâ ederiz. Fakat Hazret-i Eyyûb uzunca bir müddet şifâ için duâ etmekten dahî hayâ etmiştir. Çünkü onun hissiyatına göre, bu duâ bir şikâyet ve rızâsızlık olacak endişesi var. 

 

İmâm-ı Mâlik, kadîm Medine hududu içinde abdest ihtiyacını gidermemiş. Dışarıya çıkmış. 

 

Ahmed Yesevî Hazretleri, 63 yaşından sonra yer altında bir çilehânede hizmete devam etmiş.

 

Hulâsa;

 

İlim varsa müzâkere ve tahkikat var.

 

Hâl varsa kabul ve tasdik var. 

 

İlim, umûmîdir. Herkesi alâkadar eder, şümûlüne alır. 

 

Hâl husûsîdir. Ancak hâl sahibi ve onun emsâlini alâkadar eder.

 

Rabbimiz ilmimizi artırsın. Kalbî hissiyâtımızı derinleştirsin. İlim sahibi âlimlerimizin ilminden ve hâl sahibi âriflerimizin hissiyâtından istifâde etmeyi nasip eylesin. Âmîn…