DEPREMLERİN HÂTIRALARI

Osman Nûri TOPBAŞ

 

HER HÂDİSE BİR İBRET

 

Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh-’in hilâfeti zamanında bir zelzele oldu. Bunun üzerine, Halîfe bütün vilâyetlere şöyle bir ferman gönderdi: 

 

“Bu zelzele Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzünde kullarını kendisiyle îkaz buyurduğu bir musîbettir. 

 

Bütün vilâyetlere yazdım ki; 

 

Herkes, tayin edilen tarihte meydanlara çıkarak, duâ ederek yalvarsınlar. 

 

Kimin imkânı varsa, tasaddukta bulunsun. 

 

Allah -azze ve celle- buyurdu ki:

 

«(Zekât ve her türlü mânevî tezkiye ile) temizlenen, Rabbinin adını anıp O’na kulluk eden kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.» (el-A‘lâ, 14, 15)

 

(Allâh’a yalvarırken) Âdem -aleyhisselâm- gibi şöyle deyin:

 

«Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz.» (el-A‘râf, 23)

 

Yine, Nuh -aleyhisselâm- gibi şöyle deyin:

 

«…Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum.» (Hûd, 47)

 

Yine Yûnus -aleyhisselâm- gibi şöyle deyin:

 

«…Gerçekten ben nefsine zulmedenlerden oldum.» (el-Enbiyâ, 87) (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Ukûbât, 23)

 

Bu cihan, bir imtihan âlemidir. Rabbimiz, dünya hayatında kullarını türlü imtihanlardan geçirmektedir. 

 

Hiçbir hâdise; abes, sebepsiz, gayesiz ve mânâsız değildir. Mü’min başına gelen her şeyde ilâhî azameti tefekkür eder. Kendisine dersler çıkarır. Hâdisâtın akışındaki mes’ûliyetini tefekkür eder. 

 

Hâdisâtı bir tek buuddan değerlendirmek bu hususta hataya yol açar. 

 

Depremin fay hatlarındaki birikme ve kırılma gibi tabiî ve jeolojik sebeplerinin var olması, onun aynı zamanda mânevî sebeplerinin de bulunmasına mâni değildir. 

 

Her hâdiseyi zâhiriyle ve bâtınıyla kavramak lâzımdır. Tek pencereden değerlendirmemek gerekir. 

 

Buna bir misal olarak, Kehf Sûresi’nde anlatıldığı üzere;

 

Musa -aleyhisselâm-, ülü’l-azm bir peygamber olmasına rağmen, Hızır -aleyhisselâm-’ın gösterdiği üç hâdisede sadece zâhire bakmış ve onlardaki hikmeti anlayamamıştı. Hızır -aleyhisselâm-; yaptığı müdahalelerin mânevî sebeplerini anlatınca, Hazret-i Musa; bu sır, hikmet ve azamet tecellîlerine hayran kaldı.

 

Hâdiseler birtakım zâhirî sebeplere bağlıdır. Fakat her sebebin de bir müsebbibi vardır.

 

Yine aynı hâdise; tesir ettiği her fert için ayrı bir mânâ, ayrı bir hüküm, ayrı bir ders ihtivâ eder. Biri için rahmet ve şehâdet vesilesi olması; bir başkası için ihtar, bir başkası için ceza olmasına mâni değildir. 

 

Bu sebeple; mü’minlerin ders ve ibret nazarıyla hâdiseleri değerlendirmelerini, kimse yanlış tefsir etmemelidir. 

 

MÂNEVÎ DURUMA GÖRE

 

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, Hazret-i Âişe’ye dedi ki:

 

–Ey mü’minlerin annesi! Bize zelzeleden bahset!

 

Hazret-i Âişe şöyle dedi:

 

“–(İnsanlar) zinâyı helâl bilip, içkileri içer, çalgı âletlerine vuracak olurlarsa semâsında Allah gayrete gelir ve arza; 

 

«–Sen onları sars!» buyurur. 

 

Eğer tövbe edip vazgeçerlerse (mesele yok), aksi takdirde onu üzerlerine yıkar.” 

 

Enes -radıyallâhu anh- sordu: 

 

“–Bu onlara ceza olsun diye midir?” 

 

Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle cevap verdi: 

 

“–Müminler için bir rahmet, bereket ve öğüt olsun; kâfirler için de ibretli bir ceza, gazap ve azap olsun diyedir.” (Hâkim, Müstedrek, 4/561)

 

Hazret-i Âişe Vâlidemiz bu anlayışı elbette Rasûlullah Efendimiz’den öğrenmiştir.

 

Hicretin 5. yılında Medine’de bir deprem olmuştu. Bu hâdise üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına, takvâya yönelmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ı râzı etmeleri gerektiğini söylemiştir. (Bkz. İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 221; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Ukûbât, 29, no: 18)

 

Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i Musa zamanında meydana gelen bir deprem anlatılır. Musa -aleyhisselâm-’ın kavminden birtakım bedbahtların; «Allâh’ı açıkça görmedikçe inanmayız!» demeleri üzerine bir zelzele meydana gelmiş ve Hazret-i Musa dergâh-ı ilâhîye şöyle niyazda bulunmuştur:

 

“–Rabbim!

 

…İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin?

 

…Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize merhamet edip acı! Sen bağışlayanların en hayırlısısın!” (el-A‘râf, 155)

 

Âd ve Medyen kavimleri de inkârları ve işledikleri günahlar yüzünden zelzeleyle helâk edilmişlerdir. 

 

Geçmiş kavimlerin toptan helâkine sebep olan bütün günahlar, maalesef dünyada da toplumumuzda da işlenmektedir. İnsanlığın bugün topluca helâk olmaması, Rasûlullah Efendimiz’in duâsı ve şu âyetteki sır sebebiyledir:

 

“Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Şüphesiz Allah, kullarını görmektedir.” (Fâtır, 45)

 

SIRLAR SERGİSİ

 

6 Şubat 2023 tarihinde memleketimizde yaşanan büyük deprem de nice dersler ve ibretler meşheri olmuştur. 

 

Akşam yatağına mal ve mülk sahibi olarak yatan nice insan, sabah kar altında başını sokabileceği bir kulübeye dahî mâlik olmadan sabahladı. 

 

Bir hafta önce kirayı artırmak için çekişen ev sahibi ve kiracı, aynı ateşin etrafında ısınmak üzere bir araya geldi. 

 

Belki, mültecîlere menfî bakan kimi insanlar, depremin akabinde onlarla aynı duruma düştüler. Sığınacak bir akraba, bir dost yanı aradılar. Onlar hakkındaki menfî duygularından mahcup oldular.

 

Dün Suriyeli bir aileye yardım eden bir kardeşimiz, bugün onun yıkılmayan evine sığındı. 

 

Depremden günler sonra enkaz altından çıkarılan birçok kardeşimiz, mânevî tecrübelerini anlattılar. Enkaz altında günler ve saatler geçiren bir âfetzede yaşadıklarını şöyle anlattı: 

 

“–Bana; «Rabbin kim? Peygamberin kim? Kitabın ne?» suallerini sordular. Ben cevaplarda takıldım ve korku içinde kaldım. Ben namazlarımı aksatıyordum, bundan sonra hastahâneden çıkar çıkmaz beş vakit namazımı geçirmeyeceğim!” 

 

Bu kardeşimizin ister hakikî ister psikolojik olsun, bu müşâhedeleri yaşamış olması; depremin bir mü’min yüreğinde nasıl bir ders ve ibret hissiyâtı meydana getirdiğine güzel bir nümûnedir. 

 

“Her nefis ölümü tadacaktır…” (Âl-i İmrân, 185)

 

Âfet ve felâket içinde ölmeyi elbette hiç kimse arzu etmez. Lâkin, böyle bir takdirle karşı karşıya kalanlara da ehl-i îmân olmaları şartıyla şehâdet müjdesi verilmiştir. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadislerinde ifade edildiği üzere ehl-i îmân içerisinde:

 

Bulaşıcı hastalıktan ve iç hastalıklarından ölen,

 

Yangında ölen,

 

Suda boğulan,

 

Göçük altında kalan, 

 

Hamile iken ölen,

 

Samimiyetle şehîd olmayı dileyen,

 

Helâl kazanırken vefât eden,

 

Malını, canını veya ailesini müdafaa ederken ölen,

 

Allah yolunda savaşırken ölen şehiddir. (Bkz. Buhârî, Cihâd, 30; Ezân, 32; Müslim, İmâre, 157, 164; Tirmizî, Cenâiz, 65; Nesâî, Cihâd, 48; İbn-i Mâce, Cihâd, 17)

 

Bu âfetten her türlü maddî, mânevî veya rûhî tesir gören her mü’min kardeşimiz için, hadîs-i şerifteki şu müjde vardır:

 

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi; Allah, o müslümanın hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49)

 

Bu âfetlerin en mühim ders ve ibretlerinden biri de, dünyanın fânîliğini hatırlatmasıdır. 

 

BU DÜNYA FÂNÎ

 

Bu dersi Hazret-i Mevlânâ ne güzel ifade eder:

 

“İçinde bulunduğumuz cihan, hudutlu ve fânîdir. Aslolan, ebedî ve sonsuz âhiret yurdudur. Aklını başına topla da bu cihânın soluk nakışlarını, bozulacak olan şekillerini ve eriyecek olan sûretlerini ebedî âleme karşı kalbinde bir perde hâline getirme!”

 

“Her ne kadar bu dünya, senin nazarında çok büyük ve nihayetsiz ise de bilesin ki, ilâhî kudret karşısında o, bir zerre bile değildir. Gözünü aç da bir bak; bir zelzele, bir kasırga, bir sel felâketi, dünyayı ve içindekileri ne hâle getiriyor!”

 

Demek ki;

 

Bunca ihtar ve imtihana rağmen gaflete kapılıp tekrar tekrar dünyaya rağbet eden nefis, dünyada hiç âfet ve sıkıntı yaşamasaydı daha ne kadar azgın ve taşkın olurdu. 

 

Birçok depremzede; saniyeler içinde yok olan servetlerinin hiçliğini, kendilerine uzatılan mikrofonlara samimiyetle itiraf ettiler.

 

MADDÎ TARAF DA MÂNEVÎ

 

Elbette mü’minler, başlarına gelen hâdiselerden maddî dersler ve hisseler de alırlar. 

 

Kul olarak; gelmesi muhtemel âfetler husûsunda, elbette îcâb eden tedbirleri alıp Allâh’a tevekkül etmekle mükellefiz. 

 

En başta mü’min yaptığı işi sağlam ve düzgün yapar. Herhangi bir işin mes’ûlü; üstlendiği işi, söz verdiği gibi yapmadığı takdirde uhrevî vebal altında kalır. Emânete hıyânet etmiş olur. 

 

Aslında işin bu maddî tedbir tarafında dahî mânevî dersler vardır. İnsanlar işlerini; «Kimse görmese de Allah görüyor.» şuuruyla yapmadıkları için, «yapı denetimi» îcat edildi. Fakat sonra «denetimciyi de murâkabe etmek» ihtiyacı doğdu. Sonra onu tayin eden kişiyi…

 

Yani yüreklerde ve vicdanlarda mânevî mes’ûliyet hissi olmadıkça, dünyevî tedbirler dâimâ mahdut ve neticesiz kaldı. 

 

İnsanların, deprem gibi zamanı önceden bilinemeyen âfetlere bakışı, tıpkı gafil insanların ölüm ve kıyâmete bakışlarına benziyor. 

 

Tedbirleri savsaklayan; «Bir şey olmaz!» diyerek binasından kolon kesen gafil insanın hâli, dîninin direği olan namazını ihmal eden gafilin hâli gibi değil midir? Biri dünyasını diğeri âhiretini harâbeye çevirmektedir. 

 

Maddî tedbir bahsinde şunu da unutmayacağız ki; tedbir, takdîre rağmen bir netice veremez.

 

BİLİMİ PUTLAŞTIR-MAMAK

 

Bilhassa zamanımızda bilim ve teknolojiyi vasıta olmaktan çıkarıp gaye hâline getiren, âdetâ bilimi din yerine koymaya kalkan «siyantizm / bilimcilik» anlayışı, insanın fen sayesinde fânîliği bile yeneceğini iddia etmektedir. Bu, ahmakça bir aldanıştır.

 

Hâlbuki insanı dünyada bekleyen tek tehlike zelzele değildir. Yangınlar, seller, volkanlar, hastalıklar gibi semâvî / tabiî hâdiseler… Savaşlar, cinayetler gibi içtimâî tehlikeler dâimâ insan hayatını tehdit eder. 

 

Bunun yakın zamanımızdaki misâli; Japonya’daki Kobe depremidir. Orada her türlü tedbir alınmıştı. Evler ahşap olarak inşâ edilmişti. Ama ne yazık ki; deprem felâketiyle birlikte gaz boruları infilâk etti, büyük bir yangın çıktı ve altı bin insanın yanarak ölmesi engellenemedi. Hâsılı; Kobe’deki yirmi saniye, insanların yıllardır biriktirdikleri her şeyi yok etmeye kâfî geldi.

 

Dünyanın fânîliğine sadece maddî çerçevede çare üretmeye çalışmak, Semûd Kavmi’ni de aldanışa sürüklemişti. Onlar Âd Kavmi’nin devamı idiler. Âd Kavmi ise, zelzele sûretinde tecellî eden bir belâ ile helâk edilmişti. Semûd Kavmi; bu helâkin şirk ve zulüm gibi mânevî sâiklerini hiç tefekkür etmeden, sadece evlerin sağlam olmadığı noktasına teksif oldu. Evlerini de sağlam zeminler üzerinde, dağlardan kasırlar oyarak yaptılar. Fakat Âd Kavmi’ni helâk eden inkâr ve günahlardan sakınmadılar. Sonunda onlar bir sayha / korkunç bir ses ile helâk edildiler. 

 

Bu bakımdan;

 

Büyük âfetleri; kıyâmeti ve azâbı hatırlatan birer alâmet olarak görmek ve bu vesile ile Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek, tevbe ve istiğfâr ile Rabbimiz’e yönelmek mü’mince bir davranıştır. 

 

Peygamberimiz siyah bir bulut gördüğünde dahî dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiştir. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 46/2; Müslim, İstiskā, 16)

 

Çünkü mü’min, dâimâ havf ve recâ arasında yaşamalıdır. Nasıl ki, bir işe alım mülâkatında bulunan yahut bir müddet tecrübe edilmek üzere kendisine vazife verilen kişi; o vazifesinde her an teyakkuz hâlinde olur, karşılaştığı her şeyin kendisi hakkında verilecek karara tesir edecek bir imtihan olabileceğini düşünürse; mü’minin de dünya hayatı içinde karşılaştığı her hâdise karşısında tavrı bu olmalıdır. 

 

VEREN DE O ALAN DA… 

 

Cenâb-ı Hak bizden rızâ ve teslîmiyet ister. Dünyada bize verdiği nimetleri bizden alarak bizleri imtihan eder. 

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Andolsun ki sizi; 

 

Biraz korku ve açlık

 

Mallardan, 

 

Canlardan ve 

 

Mahsullerden biraz azaltmayla imtihan ederiz. 

 

(–Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155)

 

Hayatın gidişâtındaki bu med-cezirler karşısında, mü’min; asla muvâzenesini kaybetmemeli, sabretmeli ve Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine rızâ göstermelidir. Bunun mükâfâtı çok büyüktür. Takdîre rızâ göstererek, kalbî seviye kazanan kişilere Cenâb-ı Hak şöyle hitâb eder:

 

“Ey itmi’nâna ermiş nefis! 

 

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ

 

(Hayatın bütün med ve cezirlerinde) sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön! 

 

(Sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)

 

Demek ki;

 

Cenâb-ı Hakk’ın
rızâsına ermenin şartı; O’ndan, O’nun takdîrinden râzı olabilmektir.

 

Bu mânâda, deprem felâketinde yakınlarını kaybedenlere; tesellî ve tâziye olarak, asr-ı saâdetten şu hâtıraları zikretmek muvâfık olacaktır:

 

Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ın oğlu vefât etmişti. Peygamber Efendimiz, bu esnada Medine dışında bulunan sahâbîsine şöyle bir mektup yazdı:

 

“Allâh’ın selâmı üzerine olsun!

 

Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allâh’a hamd ettiğimi sana iletmek isterim. İmdi; Allah ecrini artırsın, buna karşılık sana büyük mükâfatlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zira canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir.

 

Allah sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allah’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret!.. Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de defedemez. Başa gelecek olan zaten gelmiştir, vesselâm.” (Hâkim, III, 306/5193)

 

Kāsım bin Muhammed -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

 

“Hanımım vefât etmişti. Hak dostu Muhammed bin Kâ‘b el-Kurazî tâziyeye geldi. Bana şunu anlattı:

 

–İsrâiloğulları’ndan âlim, âbid ve gayretli bir adam vardı. Çok sevdiği sâliha bir hanımı vardı. Derken bu hanımı vefât etti. O âlim buna çok üzüldü ve evine kapanarak insanlarla alâkasını kesti, kimseyle konuşmaz oldu. İsrailoğulları’ndan bir kadın bunu duyunca yanına gitti ve;

 

«–Ona soracak bir meselem var, fetvâ istiyorum, onunla husûsî görüşeceğim.» dedi. 

 

İnsanlar çıktılar, o ise kapıda bekledi ve mutlaka görüşmesi gerektiğini tekrarladı.

 

Birisi âlime haber verip;

 

«–Kapıda bir kadın var, sana fetvâ sormak istiyor, kapıdan ayrılmıyor.» dedi. İzin verilince kadın içeri girdi. Âlime;

 

«–Sana soracak bir meselem var.» diye söze başladı. 

 

Âlim; 

 

«–Mesele nedir?» deyince kadın şöyle bir sual sordu:

 

«–Ben, komşum olan bir hanımdan bilezik aldım. Onu bir müddet takındım, ödünç olarak kullandım. Şimdi bana haber gönderdiler, onu istiyorlar. Ne dersin, onlara bileziklerini iade etmem gerekir mi?»

 

Âlim;

 

«–Evet, vallâhi vermen lâzım.» dedi.

 

Kadın;

 

«–Ama o bilezik bende bir müddet kaldı, (onu çok sevdim).» deyince âlim;

 

«–Olsun, sen onu emânet olarak aldığın için onların bunu geri istemeye hakları vardır.» cevabını verdi. Bunun üzerine kadın;

 

«–Allah sana merhamet eylesin ey âlim! Allah, sana emânet olarak verdiği şeyi geri istediğinde neden üzülüyorsun! Üzülmeye hakkın var mıdır? Sana hanımını emâneten vermişti, sonra da geri aldı. Allâh’ın, onu yanında bulundurmaya senden daha çok hakkı vardır.» diyerek onu tesellî etti.

 

Âlim bu sözlerden ibret aldı, hakikati gördü ve kendine geldi. Allah, âlimi kadının sözlerinden istifâde ettirdi.” (Muvatta’, Cenâiz, 43)

 

Musîbetlerin acı ve kederini hafifletecek bir tesellî şekli ise onu daha büyük dertlerle mukayese etmektir. 

 

Ebûbekir -radıyallâhu anh- herhangi bir musîbete uğrayan insanlara şöyle tâziyede bulunurdu:

 

“Sabır; musîbetin elemini hafifletir, sızlanmanın ise faydası yoktur. Ölüm öncesi hayat basittir, çetin olan ölüm sonrasıdır.

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kaybedişinizi hatırlayınız ki, musîbetiniz gözünüzde küçülsün ve Allah ecrinizi artırsın.” (Ali el-Müttakî, XV, 744/42958)

 

Dünyada yaşayabileceğimiz en ağır felâket dahî; kıyâmetin, mahşerin ve âhiretin dehşetleri yanında bir hiçtir. Üstelik dünyada sabır ve rızâ gösterildiği takdirde yaşanan musîbetler rahmet ve keffâret vesilesi olurken, âhiret musîbetlerinin böyle bir tesellî edici tarafı da yoktur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

(Cehennemliklere denilecek ki:) 

 

–Girin oraya (o cehenneme)

 

İster azâbına sabredin, ister etmeyin; artık hepsi bir!.. Hep yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.” (et-Tûr, 16)

 

Maddî kayıplara ise rahmet penceresinden bakmalıdır. 

 

DÜNYA DEĞERSİZDİR

 

Hızır kıssasında; gemisi delinen cömert kişi, o küçük zarar sayesinde gemisinin tamamen elinden gitmesinden kurtulmuştu. Bunun gibi; «Belki de Allah Teâlâ; bu kayıpla, beni daha büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştır.» diye tefekkür etmelidir. 

 

Unutmamalıdır ki;

 

Dünya malı, Allah katında çok değersizdir. 

 

Câbir -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün pazar yerine uğradı. Etrafında ashâbı da vardı. Efendimiz, küçük kulaklı bir oğlak ölüsüne rastladı. Onun kulağından tutarak;

 

“–Hanginiz bunu bir dirheme satın almak ister?” buyurdu. 

 

Ashab;

 

“–Daha az para ile de olsa biz almayız, onu ne yapalım ki, dediler!..”

 

Sonra Rasûl-i Ekrem;

 

“–Size bedava verilse ister misiniz?” diye sordu. 

 

Onlar;

 

“–Allâh’a yemin ederiz ki; o diri bile olsa, kulaksız olduğu için kusurludur. Ölüsünü ne yapalım?” diye cevap verdiler. 

 

Bunun üzerine Rasûlullah;

 

“–Allâh’a yemin ederim ki; Allâh’a göre dünya, önünüzdeki şu ölü oğlaktan daha değersizdir.” buyurdu. (Müslim, Zühd, 2) 

 

ESAS HAYATI TEFEKKÜR 

 

Bu imtihan dünyasının darlık zamanlarında da bolluk zamanlarında da esas hayatın âhiret olduğunu unutmamamız lâzımdır. 

 

Hendek Harbi zamanında çok zorluklar çekildi. Bir yandan düşman muhasarası, bir yandan soğuk, bir yandan erzak sıkıntısı, bir yandan ailelere yahudi ve münafıklardan zarar gelirse endişesi… Müslümanlar ağır bir imtihan geçirdiler. O kadar zor anlar yaşadılar ki;

 

“Allâh’ın yardımı gelmeyecek mi?” diye içlerine şüphe düştü. O zaman Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

 

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 1)

 

Daha sonra Mekke fethi gibi büyük ve ihtişamlı bir zafer kazanıldı. Peygamberimiz; bir devenin üzerinde secde hâlinde Mekke’ye giriyordu. Ashâbının da zaferin sevinciyle şımarmaması için etrafına yine;

 

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu.

 

Demek ki, bir mü’min, esas hayatın âhiret olduğunu her dâim hatırında tutarak, istikametini muhafaza etme gayretinde olmalıdır.

 

Zelzele gibi âfetler bize âhireti hatırlatmalıdır. 

 

Rabbimiz, Kur’ân’da -bilhassa son üç cüz’ünde- kıyâmet manzaralarından ve dehşetinden bahsetmektedir. Bu depremde belki kıyâmetin milyonda biri tecellî etti. O milyonda birlik tecellî ile ilâhî azameti ve sonsuz kudreti tefekkür etmeli, kulluğumuzu bu hakikate göre takviye etmeliyiz. 

 

Deprem olmadan önce, yatağına uzanan herkesin, yarına dair programları vardı. Fakat hepsi sıfırlandı, hepsi iptal oldu. «Bir gün tevbe ederim, hâlimi telâfî ederim.»  diyenler, o fırsatı bulamadılar. Buyurulduğu üzere; 

 

“Yarın diyenler helâk oldu.”

 

Zelzele, yangın, kuraklık, sel ve tsunami gibi âfetlerin periyotlarını Cenâb-ı Hak bizlere bildirmiyor. Bilim bunu tespitte âciz kalıyor. Tıpkı ecelin ve kıyâmetin bir sır olarak gizlenmesi gibi… 

 

O hâlde;

 

Son nefesimizin Allâh’ın râzı olmayacağı bir hâl üzere gelmesinden çok sakınmamız îcâb eder. Yanlış bir iş yaparken, gözler harama bakarken, gaflet içindeyken son nefesin gelmesi bir kul için ne kadar acı ve korkunç bir hâldir!

 

KALANLARIN İMTİHANI

 

Âfetlerin en büyük imtihanı belki de ondan zarar görmeyenleredir. 

 

Zira o musîbetzedelerin yerinde bizler olabilirdik; onlar da bizim yerimizde olabilirdi. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz ahvâlin şükrü sadedinde, onlara karşı bir infak seferberliğine girmemiz zarûrîdir. Âfet bölgelerindeki o mahrum, mağmum, yaralı ve yorgun insanlara «şefkat alâ halkıllâh» şuuruyla ellerimizi ve gönüllerimizi uzatmalı, imkânlarımız ölçüsünde acı ve ızdıraplarına merhem olmalıyız.

 

Şu müjdeyi unutmamalıyız:

 

“Bir kimse bir musîbetzedeyi tâziye ederse (yani maddî ve mânevî bakımdan gönlünü hoş ederse), onun ecrinin bir misli ona da verilir.” (Tirmizî, Cenâiz, 71/1073) 

 

Elbette şu îkāzı da unutmamalıyız:

 

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan (mü’minlerden) değildir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 87)

 

Muzdarip kardeşlerimize verecek hiçbir maddî imkânımız olmasa bile, gönüllerine tesellî verecek birkaç telkinde bulunmamız îcâb eder. Çünkü onların maddî ihtiyaçları kadar mânevî ihtiyaçları da çok mühimdir. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, eline bir dünyalık geçtiğinde onu muhtaçlara infâk etmeden huzur bulamazdı. Yoksullara infâk edecek bir şeyi kalmadığında ise, mahcubiyetinden dolayı başını öbür tarafa çevirirdi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

 

“Eğer Rabbinden umduğun (beklediğin) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine;

 

قَوْلًا مَيْسُورًا

 

Gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)

 

Demek ki; 

 

İslâm ahlâkında muhtacı reddetmek, ona çıkmaz sokak göstermek yoktur. Bir mü’min; şayet hiçbir şey veremeyecek durumdaysa, hiç olmazsa gönül alıcı birkaç sözle mü’min kardeşini tesellîye gayret etmelidir.

 

Bu mânâda kardeşlerimiz için yapabileceğimiz mânevî yardımlardan biri de; onlara duâ etmektir. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini çok severdi. Ümmetine duâ eder, ümmetinin de duâ etmesini arzu ederdi. 

 

Hak dostlarından Mârûf-i Kerhî -kuddise sirruhû- şöyle buyurur:

 

“Kim her gün on defa;

 

اَللّٰهُمَّ اَصْلِحْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

 

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ

 

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

 

«Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslah eyle!

 

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!

 

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e rahmet eyle!» derse, o kimse Allah dostları arasına yazılır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)

 

Cenâb-ı Hak, her türlü âfet ve musîbetten ümmet-i Muhammed’i muhafaza buyursun. Âfetzede kardeşlerimizin ızdıraplarını dindirsin, kardeşlik ve dayanışma duygusuyla yaraların bir an evvel sarılmasını müyesser eylesin. 

 

Âmîn!..