SÂDIK BİR RÜYA

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

 

 

Yedi kıraat imamından biri olan Âsım bin Behdele, İmam Âsım -rahmetullâhi aleyh-, yedinci asrın ortalarında Kûfe’de doğdu. Tâbiîndendir. Geçimini buğday ticaretinden sağlardı. Ebû Abdurrahman es-Sülemî’den, onun da Ali bin Ebû Tâlib -kerremallâhu vechehû-’den okuduğu kıraati öğrendi. Güzel sesiyle okuduğu, kalplere dokunan Kur’ân tilâveti, dinleyenleri mest ederdi. Ebû Hanîfe, Halil bin Ahmed, Süleyman el-Âmeş talebelerindendir. En öne çıkan talebeleri Şu‘be ve günümüzde ümmet coğrafyasında yaygın olarak okunmakta olan kıraati rivâyet eden Hafs bin Süleyman’dır. İlmiyle âmil, fazlıyla kâmil İmam Âsım, sekizinci asrın ortalarında vefât etti. Vefât ederken yanında bulunan talebesi Şu‘be, onun son sözlerinin;

 

ثُمَّ رُدُّٓوا اِلَى اللّٰهِ مَوْلٰيهُمُ الْحَقِّۜ

 

 “Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allâh’a döndürülürler.” (el-En‘âm, 62) âyeti olduğunu rivâyet eder. 

 

*

 

Kıraat imamı Hamze ez-Zeyyât İmam Âsım’ın fazîleti hususunda gördüğü bir rüyayı şöyle nakletmiştir: 

 

“Rüyamda Kûfe Mescidi’nde idim. Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-; yanında Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhüm- ile beraber geldi. Oradan birisi; 

 

«-Âsım nerede?» diye sorunca kendisi oraya getirildi. Ben onu tanıttım. Hazret-i Peygamber -sal­lâllâhu aleyhi ve sellem- Âsım’a;

 

«‒Ey Âsım!» dedi. 

 

O da; 

 

«‒Efendim» deyince; 

 

«‒Sen Kûfe’nin kârîsi misin?» diye sordu. 

 

O da;

 

«‒İnsanlar öyle diyorlar yâ Rasûlâllah!» dedi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sefer; 

 

«‒En‘âm Sûresi’ni oku!» deyince Âsım da sonuna kadar okudu.” (İbn-i Asâkîr, Târîhu Dımaşk, thk. Amr b. Ğarâme, Dâru’l-Fikr, c. 7, s. 174)

 

 

Hoşgörüsü hakkında talebesi Şu‘be şunları anlatmaktadır: 

 

“Âmeş ve Ebû Husayn gibi hocam Âsım da ömrünün sonunda gözlerini kaybetti. Bir gün birisi elinden tutup götürürken onu çok fecî bir şekilde düşürdü. Hocam; kendisini düşüren kimseyi üzecek bir tek söz söylemediği gibi, o kimseyi üzmemek için duyduğu acıyı, ızdırâbı bile hissettirmedi.” (Ez-Zehebî, Mârifetü’l-Kurrâ, c. 1, s. 207; ez-Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, c. 5, s. 256)

SADAKALARI ALLAH ALIR, KARŞILIĞINI MİSLİYLE VERİR

 

Fıkıh ve hadis âlimi Abdurrahman bin Mehdî el-Evzâî, 707’de Ba‘lebek/Lübnan’da doğdu. İlme yöneldi. Devrin ilim merkezlerine giderek, âlimlerden imkân nisbetinde istifâde etme fırsatı buldu. Fıkıh ve hadiste ilmî derinliği fazlaydı. Nesir edebiyatında istîdatlıydı. 

 

Hakkı, hukuku, adâleti üstün tutardı. Zâlimlik yapanın yüzüne karşı hakikatleri söylemekten çekinmezdi. Makam ve mansıp sahibi kimselerin karşısında eğilmezdi, vakar sahibiydi. 

 

Abdurrahman el-Evzâî, 17 Ocak 774’te Beyrut’ta vefât etti. Kabri, Hantûş köyündedir.

 

*

 

Kendisi anlatır:

 

Bayram gecesi evde oturmuştum. Birisi kapımı çaldı. Dışarı çıktım. Kapıdaki komşumdu. Fakir bir adamdı. Küçük kızları vardı;

 

“–Ey Hoca! Yarın bayram. Ben ve çocuklarım açız. Bize bir lutufta bulun da yarın için bayram harçlığı yapalım ve kendimize bir şeyler alalım.” dedi. 

 

Eve geldim ve ev halkına vaziyeti anlattım. Eşim; yirmi beş dirhemden başka paramız olmadığını, yarısını komşumuza vermemizi ve kalan yarısını da kendimize ayırmamızı teklif etti. Ben ise;

 

“–Bu komşumuz iyi bir insan ve buna gerçekten ihtiyacı var. Bugüne dek bizden hiçbir şey istemedi. Hepsini ona verelim. Yüce Allah bize geri verir.” dedim. Neticede paramızın tamamını komşumuza verdim. 

 

Bayram sabahı bir arkadaş ziyarete geldi. İki bin beş yüz dirhem getirdi. Dedi ki:

 

“–Bu gümüşleri âcil bir vaziyet için saklamıştım. Dün gece rüyamda birisi bana; «Bu gümüşleri Evzâî’ye götür. Bunlar olmadan da o mühim işini görürsün.» dedi. Bu hâdise karşısında Evzâî;

 

“–Anladım ki Allah rızâsı için bir dirhem veren kimse, karşılığında yüz dirhem geri alır.” (Avfî, Bir Kıssa Bin Hisse, c. I, s. 304, trc. Seval Günbal BOZKURT)

HELÂL MAL HELÂLE GİDER

 

Orhan Gazi, 1281’de Söğüt’te doğdu. Askerî, siyâsî ve idarî sahada yetişti. Osman Gazi vefât edince; büyük oğlu Alâaddin Bey, başa kardeşi Orhan’ın geçmesini istedi. Orhan Gazi bu hakkın ağabeyinde olduğunu söylediyse de Alâaddin Bey emsalsiz bir kardeşlik ahlâkı sergileyerek 1326’da Orhan Gazi’yi tahta geçirdi. Orhan Gazi; dîne, devlete, millete hizmet ederdi, teb’asıyla dayanışma hâlindeydi. Cömert, mütevâzı, fedâkâr şahsiyetiyle halkla iç içeydi. İlme ve âlime, hayra ve hasenâta, ibâdete ve tâate düşkündü. 

 

Örnek bir hayat ve devlet adamlığı sergileyen Orhan Gazi, 1359’da vefât etti. Kabri, Bursa’da Gümüşlü Kümbet’tedir.

 

*

 

Orhan Gazi; gazâdan bol mal ile devlet merkezi olan Bursa’ya dönünce, devletin ileri gelenlerini, âlim ve fâzılları topladı ve onlara; 

 

“–Helâl yoldan kazanılmış malım vardır. Şayet şehrimizin şu an için cami, imâret ve benzeri tesislere ihtiyacı varsa ve sevâba erişeceksem bina edeyim.” diye danıştı. Devlet erkânı ve âlimler, bu kabîl tesislere ihtiyaç olduğunu ve yapılırsa sevâba vesile olacağını söylediler. Orhan Gazi; onların bu değerlendirmelerini sevâba erişmek hususunda mânevî bir şâhitlik sayıp, cami ve imâret yaptırdı. Ulemânın bu şahâdetini ve teşvikini sürekli hatırlayıp; 

 

“Allâh’ım! Bu zâtların şahâdetlerine itibar ederek, sevap niyetiyle yaptırdığım bu hayrâtın, yüce katında kabulünü ve me’cûr (sevap vesilesi) olacağımı umarım.” derdi. Cami ve imâret tamamlanınca; mumlarını kendi eliyle yaktı, fukarâya bizzat çorba ikrâm etti. (Taşköprüzâde, M. Kemâlüddin, Târîh-i Sâf-Tuhfetü’l-Ahbâb, s. 22)

BESMELE’NİN SIRRI

 

İbrahim Gülşenî -rahmetullâhi aleyh-, on beşinci asrın başında Diyarbekir’de doğdu. Babası âlim bir zâttı. Babası vefât edince yetim İbrahim’in tâlim ve terbiyesini amcası Şeyh Seydî Ali üstlendi. Çocukken ilim ve irfanla yoğruldu. On beş yaşında Tebriz’e giderek zamanın aklî ve naklî ilimlerini tahsil etti. İbnü’l-Arabî’den ve Dede Ömer Rûşenî’den çok etkilendi. Dede Ömer Rûşenî’ye intisâb ederek seyr u sülûkünü tamamladı. Şeyhi vefât edince yerine İbrahim Gülşenî’yi halîfe bıraktı. İrşad faaliyetlerine başlayan İbrahim Gülşenî; Diyarbekir, Maraş, Kudüs ve Kahire’ye gitti. Kahire’de Yavuz Sultan Selim ile görüştü. Kanunî zamanında İstanbul’a geldi. Padişah, ulemâ ve teb’a tarafından son derece hoş karşılanıp el üstünde tutuldu. Daha sonra Mısır’a dönen İbrahim Gülşenî, 23 Nisan 1534’te vefat etti. Ölüm döşeğinde اللَّه zikrine başladığı, sonunda bir kere de alçak sesle هُوَ diyerek rûhunu teslim ettiği rivâyet edilir. 

 

*

 

İbrahim Gülşenî bir gün talebeleriyle sohbet ediyordu. Bir ara talebeler;

 

“–Efendim; Allah Teâlâ’nın ihsânı ile, kabirdeki ölülerin azapta veya nimet içinde oldukları bilinebilir mi? Duâ ederek azapta olanın azâbı kaldırılır mı?” diye sordular. İbrahim Gülşenî de cevap olarak şu misâli verdi:

 

“–Allah Teâlâ’nın sevdiklerinden biri bir kabre uğradığında, kabirdekinin azap içinde olduğunu gördü. Aradan bir müddet geçtikten sonra tekrar o kabrin yanına uğradı. Kabre teveccüh ettiğinde azâbın kaldırılmış olduğunu gördü. Hayret ederek düşünceye daldı. O sırada kendisine bir hitap geldi: 

 

«Bu kabirde yatan kimsenin küçük bir çocuğu vardı. Annesi o çocuğu ilim öğrenmeye gönderdi. Çocuk Besmele’yi öğrenince, Besmele’nin hürmetine babasının azâbı kaldırıldı» dendi.” (Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c. III, s. 199)