İSLÂM’IN KÖPRÜSÜ

Sami GÖKSÜN

 

Yüce Rabbimiz’in gerçek nizamı olan dînimiz İslâm; insanlar arasındaki iktisâdî farklılıkları, yani fakirlik, yoksulluk gibi problemleri çok sağlam ve hassas ölçülerle çözen, cemiyetteki bükük boyunları, mahzun gönülleri, dertli vicdanları ve ızdıraplı kalpleri çareye kavuşturan yegâne nizamdır. İslâm dîninden başka hiçbir sistem, bu meseleleri böyle güzel halledemez. Ne kapitalist sistemler -ki bunlar sırtlarını paraya ve zenginlere dayarlar- ne de bütün yetkiyi azınlık bir gruba veren komünizm bu meseleyi çözemez. Aslında her ikisi de bir sınıfı el üstünde tutarken, diğer sınıfı daima ezer. Yalnız İslâm nizamıdır ki ezmeyi ve ezilmeyi kesinlikle reddeder.

 

Çünkü yüce dînimize göre, mülkün sahibi Allah’tır. Her şeyin ilk ve son sahibi de Allah’tır. İnsan ise bu mülkün ve malın üzerinde emânetçidir. Yüce Rabbimiz; dilediği anda, o malı alıp istediğine verebilir. Bunun sayısız örneklerini de çok zaman yaşayıp görmüşüzdür. İşte Kahramanmaraş merkezli depremde neler olduğunu hep beraber gördük. Nice varlıklı kardeşlerimiz bir anda muhtaç duruma düştüler. Bu bakımdan müslüman, elindeki malın emânetçisi olduğunu bilecek ve ona aşırı bir bağlılık göstermeyecektir. Yani Allâh’ımızın bize emânet olarak verdiği varlığı, yine O’nun yolunda infâk ederek değerlendirecektir. Fakirin, yoksulun ve muhtacın hakkını ayırıp sahibine teslim edecektir. 

 

İşte İslâm’da zenginin elindeki malda fakirin ve muhtacın hakkını tayin eden müessese, zekât müessesesidir. Zekât, temizlenme ve artma mânâlarına gelir. Zekât, İslâm dîninin beş esasından biridir. Hicretin ikinci senesinde farz kılınmıştır. Farziyeti; Kitap, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sabittir. İnkâr eden küfre girer.

 

O hâlde; bülûğ çağına ermiş, akıllı, hür, nisâba mâlik malı olan bir müslümana, sahip olduğu malın en az kırkta birini, üzerinden bir ay yılı, yani 354 gün geçtikten sonra zekât olarak vermesi farzdır.

 

Zekât hususunda yüce Rabbimiz;

 

“Namazı kılın, zekâtı verin. Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin (cemaate devam edin).” (el-Bakara, 43) buyurmaktadır.

 

Gördüğümüz gibi zekât, âyet-i kerîmede namazla birlikte zikredilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in daha birçok âyetinde yine namazla birlikte zikredilir. Bunun sebebi, namazla zekât arasında kuvvetli bir bağın oluşudur. Namaz İslâm’ın direğidir. Namazı terk eden dînin direğini yıktığı için dînini yıkmış olur. Zekât ise İslâm’ın köprüsüdür. Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.

 

Zekât, îmânın ve dinde samimî olmanın delilidir. Zenginin vazifesi, fakirin de hakkıdır. Zengin zekât vermek sûretiyle hem malının borcunu öder hem de fakirin yüzünü güldürür.

 

Sevgili Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmaktadır:

 

“Malının zekâtını verdiğin zaman, üzerine gereken borcunu (fakirlerin sendeki hakkını) ödemiş olursun.” (Tirmizî, Zekât, 2)

 

Müslüman şunları da çok iyi bilmelidir ki:

 

Mükellef olup da;

 

•Zekât vermeyen kimse, îmânın hakikatine eremez.

 

•Zekât vermeyen kimse, Allâh’ın ve Rasûlü’nün dostluğunu kazanamaz.

 

•Zekât vermeyen kimse, mü’minlerin sevgi ve muhabbetini kazanamaz.

 

•Zekât vermeyen kimse, mal ve servetinin bereketini bulamaz.

 

•Zekât vermeyen kimse; cimrilik, ihtiras, katı kalplilik, bencillik ve mala aşırı düşkünlük gibi kötü duygulardan emin olamaz.

 

•Zekât vermeyen kimse, dünyada da âhirette de çetin bir azâba uğramaktan kurtulamaz.

 

Bütün bunları Rabbimiz’in şu âyetindeki îkazından anlıyoruz:

 

“Allâh’ın kendilerine lutfundan verdiği nimetlerde cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. 

 

Hayır! O kendileri için bir şerdir. 

 

Cimrilik ettikleri şey, kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Âl-i İmrân, 180)

 

Sevgili Peygamberimiz de bu âyetin tefsiri mâhiyetinde şöyle buyurur:

 

“Her kime Allah mal verir de o kimse malının zekâtını vermezse kıyâmet gününde onun malı, gözlerinin üstünde birer siyah nokta bulunan çok zehirli bir yılan şekline sokulur ve öylece sahibinin boynuna dolanır. Bu yılan, ağzıyla adamın çenesini iki tarafından yakalar; 

 

«–Ben senin malınım, ben senin hazinenim!» der.” (Buhârî, Tefsîr, 3/14)

 

Yüce dînimiz İslâm, bir cemiyette insanların bir kısmının lüks ve rahat bir hayat; diğerlerinin darlık ve ihtiyaç içerisinde bir hayat yaşamasını reddeder. Bu bakımdan cemiyeti temelinden sarsan sınıf farklarını önlemek, sıkıntıları gidermek, zenginle fakiri birbirine yaklaştırmak için zekât müessesesini vaz etmiştir. Öyle ise müslümanlar, zekâtlarını vermelidir. Bunu yaparken de halk arasında methedilmek, kendine iyi insan dedirtmek için değil, Allâh’ın emri olduğu ve Allah rızâsı için vermek zorundadır. Zekât verirken de fakiri küçük görmez ve verdiğini asla başa kakmaz. Zira zekât, fakirin hakkıdır. Şunu da unutmamak lâzımdır ki;

 

Bu zamanda verilecek olan zekâtın gönül hoşluğu içerisinde verilmesi lâzımdır. 

 

Bir de ziraatle meşgul olan müslüman kardeşlerimizin ekin ve meyveler için öşür vermeleri gerektiğini hatırlatmak isterim. Maalesef öşür, neredeyse bugün unutulmaya yüz tutmuş durumdadır. Öşrün de miktarı sulama şartlarına göre onda bir yahut yirmide bir nisbetindedir. Maden ve hayvancılıkta da zekâtın farklı nisbetleri vardır. Her iş ve meslek sahibi, kendi sahasının zekât fıkhını öğrenmek ve bilenlere sormakla mükelleftir. 

 

Bir malın zekâtı verilmez ise, sahibi felâket ve ızdıraplara sürükleneceğini unutmamalıdır. Zekâtlarımızı vermek sûretiyle mallarımızı temizlemeliyiz. Allâh’ın verdiği nimetlerden, yine O’nun emrettiği ölçüde zekât ve öşürlerimizi vermeliyiz.

 

Hulâsa; yalnız ve yalnız Allâh’ın emri ve rızâsı için vermemiz gereken zekâtlarımız, bizim ruhlarımızı ve vicdanlarımızı günah kirlerinden temizlemelidir. Bu vereceğimiz zekâtlarımız, kalplerimizi cimrilik hastalığından temizlemelidir. Yine vereceğimiz bu zekâtlarımız, nefislerimizi ihtiras ateşlerinden arındırmalıdır.

 

Yüce Rabbimiz mallarımızı bizim için hakkımızda tehlike ve âfet olmaktan muhafaza eylesin.

 

Âmîn…