BİZ DE OLABİLİRDİK!

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

Ramazan ayının yaklaştığı bir zamanda, deprem gibi çok dehşetli ve elîm bir hâdiseye şâhit olduk. Kimimiz bu hâdisenin sarsıntısını bizzat yaşadı, kimimiz sevdikleri için endişelendi veya sıkıntılarını paylaştı. Bir kısmımız yardıma koştu, bir kısmımız da aldıkları türlü türlü haberlerle türlü türlü hissiyâta gark oldu. 

 

Âdeta mahşerin bir benzeri yaşandı. Zamana karşı bir yarış hâlinde, enkazlardan bir can daha kurtarmak için amansız bir mücadele verildi. Anlatılması zor anlar… Bazen hüzün hıçkırıkları, bazen bir hayat kurtarmanın sevinç gözyaşları…

 

Yaşananların her birinden birer roman yazılabilir. Eğer bu yaşananlardan ibret almazsak ya neden alacağız?

 

Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhû- Hazretleri

 

“Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun gözünün görmezliği, görmesinden üstündür.” buyurur. 

 

İbret almak; «görünenden görünmeyene geçmek, nesnelerin ve hâdiselerin dış yüzüne bakıp onlardaki hikmeti kavramaya çalışmak, vâkıalardan ders alıp doğru sonuçlar çıkarmak ve buna göre davranmak» anlamlarında kullanılır.

 

Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de geçmiş peygamberlerin ve onların gönderildiği toplumların başlarından geçen hâlleri anlatan kıssaları zikrettikten sonra; 

 

“Şüphesiz bunda, Allâh’ın azâbından korkanlar için elbette büyük bir ibret vardır.” (en-Nâziât, 26) buyurur. Demek ki hâdiselerdeki ibretleri, ancak Allah’tan korkan kişiler görebilmekte ve ders çıkarmaktadır. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“Rabbim bana; konuşmamın zikir, sükûtumun fikir, bakışımın ibret olması gerektiğini bildirdi. (Ben de size tavsiye ediyorum.)” (Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81) buyurur. 

 

Tasavvuf büyüklerine göre; varlığı ve hâdiseleri ibretle seyredenler, dış görünüşe ve kısa süredeki hâle değil iç yüzüne ve âkıbetine bakar, sonunu görür; buna göre hazırlık yaparak dünya ve âhiret saâdetini kazanırlar.

 

Deprem; sadece onun sarsıntısını yaşayanlar, yakınlarını, evlerini, mallarını kaybedenler için değil, hepimiz için bir ibret ve hepimiz için bir imtihan. Düşünelim ki, enkaz altında kalıp kulağı seste; 

 

“Acaba bizi kurtarmak için kimse gelecek mi?” diye bekleyenlerden biri de biz olabilirdik. Enkazdan sağ kurtulduğuna bile sevinemeyen, kaybettiklerinin acısıyla, geleceğe dair endişelerle çadır köşesinde çaresizce bekleşip duranlardan biri de biz olabilirdik.

 

Kendisi de sağlık görevlisi olan bir depremzede, enkazın altında geçirdiği saatlerden bahsederken; 

 

“Ambulâns sesi gibi bir siren sesi duymayı bekledim. Duymayınca; «Bizi aramaya kimse gelmeyecek!» diye ümitsizliğe kapıldığım oldu. Birkaç kişinin gelip seslenmesiyle nasıl sevindim. Hemen ses verdim.” diye hıçkırıklarla anlatıyor. 

 

İnsanın muhtaçlığı, dayanıksızlığı, çaresizliği… 

 

Ve yine insanın gayreti, fedâkârlığı, seferberliği…

 

Hepimiz birbirimize böylesine muhtacız işte. İllâ deprem olması da şart değil. Bir gün ecelimiz geldiği zaman; bir damarımız tıkanıverse, kendimizi hastahâne yoğun bakımında bulabiliriz. O zaman ne vasiyet edebiliriz, ne helâlleşebiliriz… Bize düşen bunu düşünmek ve her zaman ölüme hazır olmak.

 

Enkaz altında yatan bir can; kendisini kurtarmak için birilerinin gelmesine nasıl muhtaç ise, öyle muhtaç olabiliriz başkalarına. Herhangi bir sebeple… Maddî, mânevî bir şeylere muhtaç duruma düşebiliriz. Bir yardım eline, bir tebessüme, bir anlayışa muhtaç olabiliriz. 

 

Bilhassa mânevî yardım ihtiyacı hepimiz için geçerli. Hepimizin ruhları; nefis enkazı altına sıkışmış, can çekişir hâlde. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiği dîne sarılmaya, muhabbetine tutunmaya hepimiz muhtacız. Bilhassa âhirzamanın mânevî depremleriyle yerle bir olduğumuz; başsız, nizamsız, birliksiz, dirliksiz kaldığımız şu zamanda, Allah dostlarının muhabbetine sarılmaya, her zamankinden daha fazla muhtacız. 

 

Deprem ile birlikte bu ihtiyaç, daha da arttı. Deprem her zaman yaşadığımız imtihanlardan çok daha sarsıcı bir imtihan elbette. Bu sarsıntıya dayanmak için, sağlam îman binası lâzım. 

 

Aslında bütün imtihanlar bir sarsıntıdır ve insanların iç âleminde gizli olan şeyleri ortaya çıkarır. Depremin sağlam, işini hakkıyla ve düzgün yapanlar ile haksızlıkları, yolsuzlukları ortaya çıkardığı gibi; bir gün bir imtihan bizi sallar ve kulluk binamızın ne durumda olduğunu ortaya çıkarıverir. 

 

Depremde de öyle olmadı mı? Günlerce televizyonlarda fay hatları ve inşaat bilgileri hakkında konuşuldu. Bunlar nüfusun az bir kısmını ilgilendiren bilgilerdi. Bilmesi gerekenler, bunları zaten ilgili fakültelerde öğreniyorlardı. Asıl mesele dünya hırsına kapılmayıp; “Allah beni görüyor!” şuuruyla uygulamaya koyabilmekti. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de haber verildiğine göre, Cenâb-ı Hak mahşer günü herkesin eline amel defterini verdiği zaman insanoğlu şaşırıp kalacak; 

 

“Vay hâlimize! Bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” diyerek korkuya kapılacaktır. (Bkz. el-Kehf, 49) 

 

Amel defterimize; en küçük bir hak ihlâli, en küçük bir hata, kusur bile yazılıyor. Hele hele mâsum insanların hayatını kaybetmesine, evlâtların öksüz, yetim büyümesine ve daha sayılamayacak kadar acıya sebep olmak… 

 

Böyle bir acıya sebep olan bir suça, dünyada hangi cezayı verseniz bir anlamı yok. Ayrıca gerçek suçluyu, hatalıyı, kusurluyu veya bilmediğinden dolayı yapanı ayırt etmek de insanın gücünü aşar. 

 

Suçlulara suçu nisbetinde adâletle ceza vermeye de, mağdurların kayıplarının yerine yenisini vermeye de, sabretmelerine mukabil mükâfat vermeye de gücü yeten ancak ve ancak Âlemlerin Rabbi yüce Allah’tır. 

 

Bile bile veya önemsemeyerek vazifesini tam yapmayan, denetleme vazifesini hakkıyla yapmayan, rüşvet alarak kusurları örtbas edenler, elbette Allah katındaki hesaptan kaçamayacak. Biz bu dünyada; ancak caydırıcı olması için elden geldiği kadar hukuku işletiriz, ama yine çoğu dâvâlar âhirete kalacak. Âhirete îmânı olmayanları ne tesellî edebilir ki? 

 

Âhiret gününe îmân eden kişinin; bu dünyada ortaya çıkmayacak olsa bile, yine de haksızlıklardan sakınması gerekir. Her şeyimizin ilâhî kameralarla kaydedildiğine inanan bir kişi, nasıl böyle bir şey yapabilir? Sadece o mahşer meydanında herkesin önünde mahcup olmak bile yeterli bir cezadır, hayâsını kaybetmemiş olana. 

 

Sadece binaların sağlamlığı değil, ahlâkların sağlamlığı da bu imtihanla ortaya çıktı. Dükkânları yağmalayanlar, depremzedelerin çaresizliğini istismâr edenler ve siyâsî netice almak için yalan dolan haberler yayanlar da; kendi acısını unutup başkasının yardımına koşanlar, dinlenmeden günlerce çalışanlar da dışarıdan bakınca insan görünümünde. Ama deprem imtihanından geçerken ortaya çıktı ki; birinin iç dünyasında samimî îman, iyilik, fedâkârlık vardı ve onu ortaya koydu. Diğerinin de vahşî hırslar ve şeytânî niyetler vardı, o da onu ortaya koydu. Herkes kendi ameliyle kendisini ortaya koymuş ve bizzat kendi nefsi hakkında şâhitliğini tecrübe etmiş oldu.

 

Zaten dünya hayatının da nihâî gayesi budur; iç âlemimizde gizli olan gerçek yüzümüzün, inkâr ve itiraz edilemeyecek kadar açık bir şekilde ortaya çıkması. Hiçbirimiz Rabbimiz’in bizi umumî veya hususî bir imtihanla altüst etmeyeceğinden, gerçek yüzümüzü ortaya çıkarmayacağından emin değiliz. 

 

Dünyada her şey imtihan. Eğer depremle imtihan olmadıysak; depremzedelerin hâlini bilmekle, onlara yardım edecek imkâna sahip olup da nefsimizin cimriliğiyle boğuşmakla imtihan oluyor olabiliriz. Bu imtihandan selâmetle çıkabilecek miyiz? 

 

İnsanın ne çok şeye ihtiyacı varmış meğer… Elimizin altında iken hiç fark etmediğimiz, şükretmeyi akledemediğimiz ne kadar çok şeye ihtiyaç varmış… Allah râzı olsun, hayır sahiplerinin desteği sayesinde, tırlar dolusu malzeme, deprem bölgesine sevk edildi. Ama bu yardımların zamana yayılarak, devam etmesi gerekiyor. 

 

Kardeşliğe olan ihtiyacımız hiç bitmiyor. Eğer kardeşliğimiz sağlam ise, insanoğlu birlik beraberlikle her zorluğu aşabilir.

 

Gördük ki; senin malın, benim evim, onun parası… Hepsi hikâye imiş. Koruyamadığımıza göre, aslında hiçbir şeye sahip değilmişiz. Elimizden alınabildiğine göre zaten emânetmiş. 

 

Bunu fark etmek için başımıza gelmesini beklememek, emânetleri yerli yerince kullanıp, âhiretteki hesabımıza yatırmak tek çare imiş…