BAYRAM BİR ŞAHÂDET-NÂMEDİR

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Yüce takdir:

 

Bu dünyada mâtemler de var, bayramlar da.

 

Hikmet:

 

Hüzün girdaplarında boğulmadan ve boğulanları da kurtara kurtara sürur dolu bayramlara ulaşmak.

 

Onun için;

 

Sayısız çilelerden kaçmayı rahatlık zannetmek değil, onların tam ortasında harman olarak sonsuz lütuflara kanatlanmak gerek.

 

İşte bu;

 

Hep birlikte en güzel neticelere mazhariyet.

 

Zaten Ramazân-ı şerifler; oruçlarla, infaklarla, tilâvetlerle ve daha nice sâlih amellerle, hep bu hakikatin köklü bir tâlimi. Neticeyi bayrama bağlayan bir eğitim bu. Sıkıntıları sevince dönüştüren bir çare.

 

Hayat boyu insana her virajda lâzım olan yegâne formül.

 

Çünkü;

 

Fânî yolcuğunun bâkî adımları zorluklarla dolu. Onları kolaylaştırmak bâbında Allah için terlemek, yine terlemek, daima ilâhî aşk ile gayret etmek zarûrî.

 

Sıkıntı ve problemleri aşmak için sabır rotasından yürümek zarûrî. 

 

Bin bir musîbet ve felâket ânında bile Allâh’ın nimet ve rahmetinin sonsuzluğunu idrâk etmek ve gece-gündüz şükredenlerden olmak, asla kör ve nankör olmamak zarûrî.

 

Gerçek bayram;

 

Bunların bir şahâdet-nâmesi.

 

Îmânın, ibâdetin, aşkın, şuurun ve fedâkârlığın şahâdet-nâmesi.

 

İhlâs ve takvânın, merhamet ve infâkın, güzel söz ve güzel ahlâkın şahâdet-nâmesi.

 

Sabr-ı cemîlin şahâdet-nâmesi.

 

Allâh’tan râzı olup O’nu râzı etmenin şahâdet-nâmesi.

 

En zor anlarda da en coşkun şükürlerin şahâdet-nâmesi.

 

Mahrumları sevindirmenin, mazlumlara kol-kanat germenin, ağlayanları güldürmenin, yetimleri kucaklamanın, kimsesizlere yâr olmanın, muhtaçlara sofra olmanın ve tüm hasta gönüllere de hem maddî hem mânevî şifâ ve derman olmanın şahâdet-nâmesi. 

 

Hâsılı;

 

Hak katında; «Ne güzel kul!» makamına yükselebilmek için, bu dünyadaki sayısız imtihanları başarıyla verebilmenin şahâdet-nâmesi.

 

Şu demlerde Ramazân-ı şerif harmanı ve bayramı ekseninde bunun eğitimi çok mühim. Çünkü buna ihtiyaç had safhada!

 

Şuursuz ve zâlim dünya; 

 

İnsanları daha kolay köleleştirebilmek ve sömürebilmek için onları hiçbir imtihan istemeyen bir duygu ve gaflete yuvarlıyor. Bazen basit bir denemede bile; 

 

“–Bu nedir yahu! Canıma tak etti. Nefsimle bu kadar boğuşacaksam, güzel ahlâkın da fazîletin de canı cehenneme!” dedirtiyor. 

 

Aynı mantıkla; 

 

“–Vatan diye diye ölüp gideceksem, üç karış toprağı düşmana veririm daha iyi!” zehrini şırınga ediyor. Heyhat!.. Düşman pençesinde, cânın da cânânın da yok olacağı gerçeğine karşı kör ediyor.

 

Gafil ve câhil dünya;

 

Eski dimağlara da taze dimağlara da değişik şekillerde kâbus gibi çöküyor. Gönül kırbalarına türlü türlü mikroplar döküyor. Özellikle;

 

“–Hayat bir kere yaşanan bir fırsat. Burası için ter döktüğüm yeter. Bir de âhiret için mi çırpınıp duracağım? Haddinden fazla çilelere, sıkıntılara, uğraşlara ve hayallerimi zatürre edecek hakikî terlemelere gelemem ben. Bunca gam ve keder fazla. Boş veririm, olur biter. Olmadı, reddederim. Daha olmadı, inkâr eder geçerim.” şeklinde safsatalara saptırıyor.

 

Yani,

 

Şeytânî ve nefsânî dünya;

 

Her sıkıntıdan rahatsız ve huzursuz olmanın tuzağına itekliyor. Her problemde keyfi kaçan bir anlayışa mahkûm ve mecbur etmeye uğraşıyor.

 

Olmadığı hâlde;

 

İmtihansız bir hayat hevesi ve kavgası, tam bir âhirzaman ahmaklığı. 

 

Ne tuhaf ahmaklık:

 

Doğruluktan rahatı kaçınca, hemen yamuk bir yanlışa saparak ferahlayacağını sanıyor. Düşünmüyor: Yanlışlar ve günahlar kime ferahlık kazandırmış?

 

Unutuyor:

 

Bu yeryüzünde rahat yok, yığın yığın çile var,

Hiç imtihânı değişmez, sevap, günah, kile var! 

Hayat bu, böyle güzeldir, budur yegâne felek,

Bu çarkı tersine mümkün değil dönüştürmek. (Seyrî)

 

Mümkün olmasın zaten.

 

Çünkü dünya ve âhiretin dengesi bu.

 

Aslında;

 

Kullar bile imkânları ve yetkileri şekillendirebilmek gerçeğine binâen her meselede hem liyâkatler hem hak edişleri belirleyebilmek için namzetleri sayısız imtihanlardan ve süzgeçlerden geçirirler. Eğitimde meselâ, bir yılda nice imtihanlar yaparlar, bir sürü puan istiflerler, sadece bir karne için. Bunu yıllarca sürdürürler. Vazgeçmeden uygulanan şart, bin bir imtihan, bin bir puan olur. Sadece bir tek diploma için.

 

Aksi hâlde şu lâbirentler dünyasında isabetli bir denge kurmak ve bu hayat trafiğini mümkün mertebe yerli yerince devr-i daim ettirmek mümkün olmaz.

 

Yani insan;

 

Kendi menfaatine her hususta imtihancıdır. «İş liyâkati…» der, imtihan eder. «Yetki ve imkânın şartıdır.» der, imtihan eder. «Hak sahibi olmak için mecburdur.» der, imtihan eder. Hep böyledir: «Eğitim» der, imtihan eder. «Evlilik» der, sevgiden güvene kadar birçok kalemde muhatabını yine imtihan eder. Üstelik bir kere değil ömür boyu test eder. Elli yıl sonra bile muhatabı bir tane testi kaybetse ve telâfî edemese, derhâl ona sırt döner.

 

Heyhât;

 

Daha nice imtihanları başkalarına ille yapan insanoğlu, kendisine yapılan her imtihandan rahatsız olmaya müsait bir nefse sahiptir. Çünkü o nefis;

 

«–Ben herkesi imtihan ederim, beni kimse imtihan edemez!» kibri içindedir.

 

Bu yüzden kulluğunu bozar. Bu yüzden dünya ve âhiret dengesinde terazi kullanmak istemez. Bu yüzden başkasına yönelik olunca mutlaka, fakat kendisine yönelik olunca asla refleksiyle hareket eder. Yani nefsine toslayan her türlü imtihan gerçeğini değiştirmek, yok etmek ya da en azından iptal etmek hamlesine sarılır daima.

 

Oysa görür ve bilir ki;

 

Allâh’ın verdiği tek formül: İmtihanı kazanmak!

 

«–Ben bu fânîde imtihan mimtihan istemiyorum! Her şey imtihan mı canım? Bu da mı imtihan? Kaldı ki kulların kendi davranışlarının neresi Allâh’ın imtihanı? Ben bu yaklaşımları kabullenemiyorum, zaten doğru da bulmuyorum.» kavgası, ebedî bir kaybedişten başka bir şey değil.

 

Bunlar, imtihan kaybettiren lâkırdılar.

 

Bize lâzım olan;

 

Sadece imtihan kazandıran anlayışlar, hikmetler, bilgiler, hakikatler ve doğrular.

 

O vakit;

 

Mazhar olunacak ebedî müjde, gerçek bir bayram.

 

Bu hakikat diyor ki:

 

Dünyadaki fânî sıkıntı ve dertlerin geçici imtihanlarından kaçanlar, âhiretteki sonsuz müjdelere ve ebedî bayramlara elvedâ demiş olurlar.

 

Şu ayrılık yurdunda her şeye bir gün vedâ edecek olan insanın, terk edeceği gelgeç rahatlıklara sarılıp da ebedî lütuflara elvedâ demesi ne kadar acı!

 

Buna karşılık:

 

«Dünyada vedâ, âhirette merhabâ!» düsturuyla bir ömür yaşamak ne büyük lütuf!

 

Ramazan ve bayramı böyle idrâk etmek, ne asil bir mazhariyet!

 

Zaten bu dünya;

 

Vedâlar yurdu. 

 

2023 şubat depremlerinde nice vedâlara şâhit olduk:

Yüreği yanık bir baba, enkaz altında can vermiş olan kızının elini tutuyor. Bırakamıyor bir müddet. Hicran dolu mecbûrî bir vedâ ânı. Her türlü hasret ve üzüntü kuşatmış o mahzun babayı. Depremin ilk günlerinde hepimizin hâfızasına kazınan hazin manzara… 

 

Bu manzara mü’min yüreklere şunu hatırlatıyor:

 

Babalar, anneler, evlâtlar, birbirini seven herkes, asıl öbür âlemde beraber olmanın hasreti ve iştiyâkı içinde olacak. Yani esas mesele;

 

Öbür âlemde bir vedâ yaşanmaması!

 

Dolayısıyla;

 

Cennette anne-baba, evlât bir arada olmak isteyenler; bu dünyada evlâtlarıyla beraber, Cenâb-ı Hakk’ın istediği îman ve sâlih amellerle ömürlerini tezyin etmeli. Hayatta iken gözümüzün önünden ayırmak istemediğimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bir emâneti olan yavrularımızın dînî tahsil alabilmeleri ve güzel bir ahlâk-ı hamîde sahibi olabilmeleri husûsunda çok ehemmiyet göstermeli. 

 

Nitekim;

 

Aile çerçevesinde dünyevî ve uhrevî vazifelere dair özde ne yapılması gerektiğini yüce Allah, açıkça beyan etmiştir:

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قُٓوا اَنْفُسَكُمْ وَاَهْل۪يكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلٰٓئِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَٓا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ

 

“Ey inananlar! 

 

•Kendinizi ve 

 

•Ailenizi, 

 

Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun! 

 

Onun başında; 

 

•Acımasız / gayet katı 

 

•Güçlü / çetin

 

•Allâh’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (et-Tahrîm, 6)

 

Şayet;

 

Bu âyet-i kerîmeyi hakkıyla yaşayıp da evlâtların elinden tutmuş, bizi de onları da cennet yolcusu edecek bir şekilde huzûr-i ilâhîye varmışsak, müjdelerle dolu bir hitap duyacağız:

 

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ  

“Merhametli Rabbinden bir söz olarak: Selâm olsun!” (Yâsîn, 58)

 

Ammâ;

 

Bunun dışında kalanların karşılaşılacağı hitap, sadece şu olacak:

 

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ 

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59) 

 

İşte bu ayrılık, dünyadakine hiç benzemeyen çok daha ağır ve hazin bir ayrılık. Hiç telâfîsi olmayan acıklı bir firkat! Ebedî ve azap dolu bir elvedâ!

 

Velhâsıl o gün;

 

«Elvedâ!» değil de elinde bayram şahâdet-nâmesiyle «ebedî merhabâ ve selâm» dolu tecellîlere mazhar olabilenlere ne mutlu!

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn!