Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -25- ESKİSİ ve YENİSİYLE ULEMÂ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

NAKİL ve RE’Y FARKI

 

Otuz Sekizinci Kaide

 

“Âlimler, naklettikleri bilgilerde tasdik edilirler.” 

 

Âlim şahsiyetler, derslerinde yahut eserlerinde; 

 

•Cenâb-ı Allah’tan nakilde bulunuyorlar; «Âyette şöyle buyuruldu.» diyorlar. 

 

•Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’den nakillerde bulunuyorlar; «Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu.» diyorlar. 

 

•Sahâbe-i kiram efendilerimizin sözlerini, haberlerini ve içtihadlarını bize naklediyorlar. 

 

İşte âlimler bize ilettikleri nakiller hususunda musaddaktırlar yani doğrulukları tescillenmiştir.

 

Eğer bir kişi hakikaten âlim ise; Allah adına -hâşâ- yalan konuşacak, Peygamber adına -hâşâ- söylemediği bir sözü söyledi diye iftirada bulunacak bir kimse değildir.

 

“Bu nakil işi onların emânetlerine (emin olma, güvenilir olma vasıflarına) bırakılmıştır.”

 

Âlimler, uzun müddet rivâyet ettikleri nakilleri senetleriyle aktardılar. Daha sonra, külfet görülerek senetler terk edildi. Bundan dolayı senedi bildirilmeyen nakillere de güvenmek hususu kat‘î değildir. Çünkü bir âlim her sahada mütehassıs olmayabilir. O da sahih zannıyla zayıf bir rivâyeti nakledebilir. Bu problemden dolayı bugün tahrîc çalışmaları yapılarak, bu rivâyetlerin senetleri ortaya konulmaktadır. 

 

İmam Zerrûk, âlimlerin nakillerine güvenip tasdik edebileceğimizi söyledikten sonra devam ediyor:

 

“Âlimler (rivâyet değil de) zihnî bir faaliyetlerini (kendi görüşlerini) söylüyorlar ise onlarla mübâhase edilebilir, (konuşulur tartışılır.)

 

Nakillerinde gösterilen tasdik ve güven, kendi düşüncelerini aktardıklarında gösterilmek durumunda değildir. Yani bir hususta; 

 

«–Ben şöyle düşünüyorum.» dediklerinde o zaman; 

 

“–Dur, şu meseleyi bir tartışalım.” denilebilir.

 

“Zira kendi sözleri, (kendi düşünceleri) akıllarının ürünüdür. Onlar için bir ismet (yani yanlış yapmama, mâsumiyet, hatadan korunmuşluk)  yoktur.”

 

İsmet sıfatı, peygamberler için sâbittir. Nebîler dışındaki herkes yanlış yapabilir, hata edebilir. Hepimiz beşeriz, beşer olmamız hasebiyle yanlışa açığız. 

 

Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’den bir nakil söz konusuysa; Hazret-i Peygamber Efendimiz mâsum olduğu için, O’nun dînî hususlarda yanlış beyanda bulunma ihtimali olmadığı için, O’nun sözü tartışmasız kabul edilir. Çünkü Peygamber’den, zelle ifade edilen hatalar sâdır olabilirse de vahiy devam ettiği için ilâhî müdahale ile düzeltilmiştir. 

 

Âlimlerin böyle hatasızlık ve korunmuşluk sıfatları olmadığına göre, ileri sürdükleri görüşler ilmî olarak tartışmaya açık demektir. 

 

“İyice düşünmek, tamamen idrâk etme ve kavrama yönünde çaba sarf etmek lâzımdır.”

 

Bir görüş karşısında; neden söylendiğini, ne için söylendiğini sorgulamak lâzımdır. Peki bu sorgulamanın gayesi nedir? 

 

“Hak ve hakikat ortaya çıksın diye iyice düşünmek lâzım. Yoksa söz söyleyene veya nakilde bulunana itiraz olsun diye, muhalefet olsun diye değil.”

 

Maksat, hak ve hakikatin ortaya çıkması olmalıdır. Enâniyet karışacağı şekilde sırf itiraz için olmamalıdır. 

 

Hulâsa:

 

Eğer bir âlim Allah’tan bir âyet okuyor, Peygamber’den hadis aktarıyorsa; biz bu âyeti, bu hadîsi elbette kabul ederiz. Çünkü âlimlerimiz güvenilir insanlardır. «Onların bu sözleri doğrudur» deriz. 

 

Fakat kendi görüşlerini nakledecek olurlarsa; «Ben şöyle düşünüyorum» diye kendi zihinlerinin mahsullerini bize nakledecek olurlarsa onlarla bu mesele etrafında görüşebiliriz. Sebep ve delillerini sorgulayabiliriz. 

 

Bunu yaparken de hak ve hakikat ortaya çıksın ve tam olarak anlaşılsın diye yaparız. Yoksa; «İtiraz edeyim, muhalefet edeyim, reddedeyim…» türünden bir duyguyla bunu yapmayız. Buradan da meselenin nezâketi anlaşılmış oluyor.

 

“Bunu bildikten sonra; 

 

Eğer müteahhir bir âlim, eskilerin ortaya koymadığı bir meseleyi getirip bize arz ediyorsa; bu sözü kendi derecesi üzerinden değerlendirilir, kendi rütbesi üzerinden kabul edilir.” 

 

Sonraki nesillerden, meselâ günümüzden bir âlim, yeni bir şey ortaya koyabilir mi? Evet. Önceki maddede, Müellif, ilmin ilâhî bir mevhibe olduğunu, bu lutfun öncekilere verilebileceği gibi sonrakilere de nasip olabileceğini söylemişti. 

 

“Bu (yeni) söz, önceki âlimlerin sözlerine veya görüşlerine yönelik bir yaralama, tenkit mânâsına gelmez. Onlara karşı edepsizlik yapıyor, demek de olmaz.”

 

Yani yeni bir âlim, bir meselede eskilerin düşüncelerinin, ilk dönem âlimlerinin görüşlerinin hilâfına bir görüş ortaya atmış; “Bu adam, eskileri ayıplıyor, onlara karşı edepsizlik yapıyor.” diye değerlendirilmez. Bu yeni görüş isabetli ise ne âlâ, kabul edilir. Böyle bir şeyin kabul edilmesi, önceki âlimlerin âlimliklerini zedeleyen bir husus olarak da görülmez.

 

“Çünkü ilk dönem âlimlerinin âdil olma vasıflarından biliyoruz ki; 

 

Eğer bugün bir meselede hak ortaya çıkmışsa bu hak onların döneminde ortaya çıkmış olsaydı bunu kabul eder ve yanlış düşüncelerinden geri dönerlerdi. Bu hususiyetlerini bildiğimiz için onların adâletlerine bir leke gelmez.”

 

Meselâ Alak Sûresi’nin başında;

 

(Cenâb-ı Allah) insanı alaktan yarattı.” ifadesi yer alıyor.

 

Önceki âlimler, «alak» kelimesini «pıhtılaşmış kan» olarak telâkkî etmişler. Tefsir ve meallere böyle yansıtmışlar. 

 

Fakat son dönemde yapılan ilmî araştırmalar göstermiş ki, ana rahmindeki safhalar arasında kan pıhtısı merhalesi yok. Alak; yapışmak, bağlanmak anlamına geliyor. Rahim cidarına yapışmış embriyo mânâsına geldiği anlaşılmış.  

 

Eskilerin bu kelimeyi kan pıhtısı olarak anlamaları hatadır. Fakat -onların ilmî yeterliliği yoktu- diye onlara karşı kırıcı bir söz söylemek doğru olmadığı gibi sû-i edepte bulunmak da isabetli olmaz. Ortaya çıkan hakikati ifade etmek de onlara karşı edepsizlik sayılmaz. 

 

“Eğer (sonraki âlimin getirdiği) görüşün haklılığı, önceki âlimin görüşünün nakzedilmesine götürüyorsa, mütekaddim âlim bu yeni görüşle ilzâm olmuş demektir. (Yani yanlışından dönmelidir.)

 

Eğer bugün ortaya çıkan yeni bir bilgiye göre bir âlimin ortaya koyduğu söz, dünkü âlimin sözünü nakzediyor, geçersiz kılıyorsa, hak ve hakikat münhasıran, sonradan ortaya konulan mesele tarafında gözüküyorsa yapacak bir şey yok. Eski âlimlerle ilgili düşüncemiz, kanaatimiz odur ki; bunu bugün kendileri görmüş olsaydı onlar da aynı şekilde bugün ortaya çıkan hakikati kabul ederlerdi. Verdiğimiz misalle düşünecek olursak, «alak»ın pıhtı olmadığını teslim ederlerdi. 

 

“Ama eğer bir fazîlet meselesiyse (yani ikisi de doğru ama biri daha doğru şeklinde ise) o zaman bu mesele farklı değerlendirilir. Çünkü haklılık her iki taraf için ihtimallidir.” 

 

Binâenaleyh;

 

“Ümmetin son dönem âlimleri, ilk dönem âlimleriyle yer yer muhalif kalmışlar. Bu ne ilk dönem âlimleri için bir kusur ne de sonrakiler için bir kusur olmuş olur. Bunu iyi anla!”

 

Çünkü tâbî olmamız gereken haktır, hakikattir. Biz hak ve hakikat üzerinden her şeyi kavramak ve idrâk etmek durumundayız. 

 

Binâenaleyh bir yerde bir büyük âlimin hatası ortaya çıkmışsa şuna inanırız ki, biliriz ki; o büyük âlim herkesten önce hatasını eğer zamanında kendisine söyleyen olsaydı kabul eder, ona göre davranırdı.

 

Bu kaidede zikredilen görüşü kabul etme, etmeme, tenkit ve soruşturma meselelerinin, hakikî âlimler arasında olduğunu unutmamak gerekir. Bugün hiçbir salâhiyeti olmadan, hiçbir mesnede dayanmadan kadîm âlimlerimizi tenkit eden modernistler bahis dışıdır. Sadece modern telâkkîlere uymuyor diyerek yapılan eleştiriler; keyfîdir, indîdir ve nefsânîdir. Onların kadîm âlimlerimize dil uzatmalarının hiçbir haklılık payı yoktur.

 

Cenâb-ı Hak ilim ve irfan yolculuğunda hak ve hakikate vâsıl olabilenlerden eylesin. Âmîn…