ÂFETZEDEYE YARDIM FIKHI

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Cenâb-ı Allah; bu dünya hayatını bir imtihan yurdu olarak, iyi ile kötünün birbirinden ayırt edilmesi için yaratmış ve bizleri de dünya sahnesinde var etmiştir. 

 

Ölüm; şu içerisinde bulunduğumuz, adına hayat dediğimiz yaşantımızın gerçek adıdır. Yoklukların, sıkıntıların, dertlerin ve çilelerin olduğu, insanın bir türlü memnun olamadığı bu hayat aslında bir ölümdür. Bu sebeple Efendimiz -aleyhisselâm-;

 

“Asıl hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyurur.

 

Bu dünya hayatı, çilelerden ve imtihanlardan ibarettir. Hiçbir imtihan sahnesi, insanların özlediği veya ümitle beklediği bir hayat tablosu değildir. İnsanlar eğitim sürecini bile -bırakın eğitimin bir imtihanla sınanmasını- zorluklarından dolayı bir işkence olarak görürler. Oysa insan hayatının en tatlı zamanları, talebelik yaptığı dönemdir. Fakat insan, birtakım zorluklarına binâen bunu bile yüksünerek yaşar. 

 

Hâsılı kelâm; bu dünya hayatı geçici ama geçici olduğu kadar da belirleyici bir hayattır. Ebedî hayatımızda karşılaşacağımız muamele; bu kısacık, geçici hayatımızda yaptığımız davranışlara göre şekillenecektir. Öyleyse hissediş bakımından bize belki bir kuşluk vakti, belki de bir ikindi sonrası kadar kısa gelecek olan bu hayat diliminde yaptıklarımız; bize ebedî hayatımızın ölçüsünü verecektir. Dolayısıyla bu hayatta üç saat fazla yaşamak, beş saat eksik yaşamak pek de mühim bir mesele değildir. 

 

Mühim olan; yaşadığımız sürece istikamet üzere olup olmadığımız meselesidir. Cenâb-ı Allah; her şeyi, bütün kâinâtı bizim hizmetimize vermişken; «Biz Rabbimiz’in hizmetinde vakit geçirebiliyor muyuz?» meselesidir.

 

6 Şubat depreminin ardından, günler geçtikten sonra dahî sağ sâlim göçük altından çıkan kardeşlerimizle sevindik. 

 

Bir düşünelim:

 

O enkaz altında bile hava nimetiyle perverde oldukları için hayatta kaldılar. Burnumuzun dibinde nefes alabileceğimiz bir hava var. Sadece Allâh’ın bize verdiği bu hava nimetinin şükrünü edâ etmek için sabah-akşam tesbih çeksek, namaz kılsak yine şükrünü edâ edemeyiz.

 

Havayı musluktan temin ediyor veya eczahâneden satın alıyor olsaydık; ömrümüz, o havayı temin etmekle geçerdi.

 

“–Koşun çabuk! Babanızın havası bitiyor! Tüpü getirin!” diye haykırışlar duyardık. Ama Rabbimiz meccânen yani bir bedel ödemeksizin bu nimetleri bize veriyor. 

 

Cenâb-ı Allah vefât etmiş olanlara rahmet eylesin. Kalanlara sabır versin. Yaralılara hayırlı şifâlar ihsân eylesin.

 

Âfetler Niye Oluyor?

 

Cenâb-ı Allah bize Kur’ân’ında da haber vermiş:

 

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan edeceğiz! Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155)

 

Yani Allah önceden bize haber vermediği bir şeyi başımıza musallat etmiyor. Hepsini haber vermiş: 

 

–Verdiklerimin bir kısmını alabilirim. 

 

•Verdiğimde şükredeceksiniz, 

 

•Aldığımda sabredeceksiniz!

 

Allah Niye Eksiltmek Sûretiyle İmtihan Ediyor? 

 

Şu âyetteki insan tipini ortaya koymak için:

 

“İnsanlardan kimi Allâh’a yalnız bir yönden kulluk eder. 

 

Şöyle ki: 

 

•Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, 

 

•Bir de musîbete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O; dünyasını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.” (el-Hac, 11)

 

Binâenaleyh; 

 

Cenâb-ı Allah bizden her hâlükârda Allâh’ı memnun etme gayreti içerisinde bir kul olmamızı bekliyor. Depremde musîbete yakalanan kardeşlerimiz bizden daha kötü oldukları için böyle bir şey başlarına gelmedi. Bu bir imtihan. 

 

•Onların imtihanı çeşitli kayıplar yaşamak… 

 

•Bizim imtihanımız onlara ne kadar yardımcı olabileceğimiz ile, onlarla ne kadar hemhâl olabileceğimiz ile ilgili bir imtihan. 

 

Bu sebeple herkes, içinde bulunduğu imtihanı kazanma endişesi içerisinde ve Rabbini râzı etme telâşı içerisinde olmalıdır. Bunun hâricindeki her şey beyhûde, boşuna bir çabadan ibarettir. 

 

Her Kriz Bir Fırsat İmkânıdır. 

 

Depremde de eğer insan; krizi fırsata çevirebilirse, bu âfet onun için bir nimet hâline gelir. Açlık, korku, malından ve canından eksilme eğer kriz olarak görülür; fırsata tebdîl edilebilirse, kazanç kapısına dönüşür. 

 

Zaten fânî olan bu dünyada başına gelen yokluk ve acıları sabır ve rızâ ile karşılayanlara Cenâb-ı Hak, bu acıları unutturacak çok büyük mükâfatlar bahşeder. 

 

Herkes rahatken birbirine ikrâm etmek sıradan bir şeydir. Ama bir âfette, bir depremde, olağanüstü bir durumda; müslümanın kardeşini kendine tercih etmesi fevkalâde bir kazanç demektir. 

 

Elhamdülillâh, milletimiz depremzede kardeşlerine imdat için seferber oldu. Bunun yanında bazı fıkhî sualler de zuhûr etti. 

 

Depremzedelere Zekât Verilebilir mi?

 

Zekât, tıpkı oruç ve namaz gibi bir ibâdettir. Mâlî bir mükellefiyettir. Zengin müslümanların fakir müslümanlara karşı sorumluluğunu ifade eder. Dolayısıyla zekât, müslümanların zenginlerinden alınır, müslümanların fakirlerine ulaştırılır. 

 

Depremzede, âfetzede; -adı üstünde- yaralanmış olan, çaresiz olan, malı, mülkü heder olmuş olan kimsedir. Bu kimseler dün zengin olsalar dahî âfetten sonra muhtaç duruma düştüklerinden dolayı elbette bunlara zekât verilebilir. 

 

Şu kadar var ki;

 

Eğer zekâtı bizzat elimizle veya yakın tanıdıklarımızın vasıtasıyla fakirin kendisine ulaştırmıyorsak, birtakım müessese ve kuruluşlara veriyorsak; burada bu müessese ve kuruluşların güvenilir olduğundan ve zekâtı hak sahiplerine vereceklerinden emin olmamız gerekir. 

 

Eğer devlet kuruluşlarına, depremzedelere yardım olmak üzere birtakım bağışlar yapıyorsak, burada da belli bir oran gözetmemiz gerektiğini hatırlatmak isterim. Sözgelimi eğer yüz lirayı vereceksek, bunun 70 lirasını zekât hesabımızdan, 30 lirasını da hayır-hasenat hesabımızdan vermemiz yerinde olacaktır.

 

Çünkü burada fakirin bizzat eline geçip geçmeyeceği şüpheli olan birtakım durumlar olabilir. Çünkü âfet bölgesinde depremzedeye bizzat verilmeyen, umumun kullanımına sunulan hizmetler de olacaktır. 

 

Diğer yandan yaptığımız yardımlar, eğer aynî yardımlarsa ve bunlar mutlak sûrette bir depremzedenin eline ulaşacak şekildeyse, battaniye vb. malzemeler ise, bunlar zekât hesabından verilebilir.

 

Fakat bununla beraber çok dikkat edilmesi gereken bir husus:

 

Bu zekâtlar eğer bildiğimiz, güvendiğimiz ve tanıdığımız müesseseler eliyle ulaştırılmıyorsa; mutlak sûrette âkıbetlerini öğrenmek zorundayız.

 

“−Ben verdim kurtuldum, bundan sonrası beni ilgilendirmez.” denilemez.

 

Bu sene zekâtını vermiş olan bir müslüman gelecek senelere yönelik olarak da zekâtını şimdiden depremde zarar görmüş olan kardeşlerimize ulaştırabilir. Bunu da gelecek senelerin zekâtına sayabilir.

 

Diğer yandan, bu tür büyük âfetlerde müslümanlar;

 

“−Ben zekâtımı verdim!” demek sûretiyle yardım yapmaktan da geri duramazlar. Çünkü bu tür toplu âfetlerde esas olan insanların ihtiyaçlarının karşılanması, onların normal bir standarda kavuşturulmasıdır. Bu hâle gelinceye kadar herkes elinden gelen gayreti göstermeli, maddî ve mânevî bir seferberlik başlatılmalıdır.

 

Kur’ân-ı Kerîm’de;

 

“Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda infâk etmeyenleri elem dolu bir azapla müjdele!” (et-Tevbe, 34) buyuruluyor.

 

Normal şartlarda, her şey yerindeyken müslümanların zekât vermek sûretiyle kendi zimmetlerini temize çıkarmaları mevzubahis olabilir. 

 

Fakat senin elinde imkân varken kurtarabileceğin üç insan açlıktan ölüyor; «Benim zekâtım bunlardan bir tanesini kurtarmaya yetiyor!» diyerek bir tanesine yardım edip diğer iki tanesine yardım etmemek cinayetle eşdeğer bir fiildir. 

 

Ashâb-ı Suffe, Peygamber Efendimiz’e gelen sadakalarla ve hediyelerle geçinen fakir kimselerden oluşuyordu. Bunlardan biri bir dinar biriktirmiş. Vefât edince Efendimiz -aleyhisselâm- o biriktirdiğinin karşılığının «cehennem dağlaması» olduğunu bildirip; 

 

“–Arkadaşınızın cenaze namazını siz kılın!” buyurur. (Ahmed, V, 253; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 11/429) 

 

–Niye? 

 

–İnsanların açlıkla burun buruna kaldığı, Ebû Hüreyre Hazretleri’nin; «Üç gün aç gezdiğimizi bilirim.» dediği bir dönemde, bir insanın bir dinar biriktirmesi normal görülmemiş.

 

İmam Serahsî Hazretleri zenginlerin ortasında ölen fakirin günahına hepsinin ortak olduğunu söyler.

 

–Niye? 

 

–Çünkü o fakirin açlığını veya ihtiyacını giderme imkânları olduğu halde, bunu yapmamışlardır. 

 

Dolayısıyla, belânın, musîbetin büyüklüğüne göre; insanların ellerindekileri seferber etme zorunluluğu vardır.

 

Bir müslüman, normal zamanda zekâtını vermekle iktifâ edebilir. Gerçi ülkemizde bitse de İslâm coğrafyasında mahrum, mazlum ve muzdaripler hiç eksik olmamaktadır. 

 

Bir mü’min; tabiî ki sevap ve fazîleti arıyorsa, âhirete hazırlığı artırmak ve birre ulaşmak istiyorsa, normal zamanlarda da infâkını artırır.

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Sana;

 

«–Ne kadar infâk edeceğiz?» diye soruyorlar. 

 

De ki:

 

«–Fazlasını verin!»” (Bkz. el-Bakara, 219)

 

Bağışlar ve Şartlar 

 

Deprem bölgesine nakdî olduğu gibi, aynî yardımlar da yapıldı. Gönderenler kimi zaman adres belirlediler. «Şu şehre, şu ilçeye gitsin.» dediler. Ancak yardımların koordinasyonunda bu şartların ihlâl edilmesi uygun olur mu? 

 

Bu tür meselelerde şu ölçüyle hareket edilmeli:

 

Maksat, gönderilenlerin bizâtihî kendisi midir, yoksa bunlar bir vasıta mıdır? 

 

Böylesi âfetlerde temel hedef, insanların ihtiyaçlarını gidermektir. Su, gıdâ, eşya vesâire… 

 

Her zamanın ve zeminin kendine ait bir fıkhı vardır. Bir yerde olağanüstü bir hâl meydana geldiğinde; önce o âfetten zarara uğramış olan kimselerin, fiilen depremde enkazın altında kalan kimselerin kurtarılması hedeftir. Buna göre ihtiyacın tespit edilmesiyle ihtiyacın yerine ulaştırılması arasında geçen zaman içerisinde, ihtiyaç kalemleri değişebilir. Şu anda soğana ihtiyaç vardı, soğanı tedarik edip gönderene kadar iki gün geçti. Soğan bir başka yerden geldi. Artık patatese ihtiyaç var. Yapılması gereken şey, patatesi temin etmektir. 

 

Binâenaleyh bu tür yardımlarda böyle özel hususları dile getirmek yerine, genel şekliyle yardım toplamak esastır. 

 

Filân şehre yardım toplamak yerine bütün depremzedelere ulaştırılmak üzere toplamak daha doğru bir davranış olur. 

 

–Niye? 

 

–Belki herkes o şehir için topladı, orası için fazla bir bağış birikti; ama diğer tarafta, yakın bir şehirde insanlar ihtiyaç hâlinde olabilirler. 

 

Bu gibi durumlarda bu işi organize edenlerin fıkhına teslim olmak durumundayız. Nerede ihtiyaç neyse düzenlemeyi yaparlar. 

 

Menfî Fırsatçılık…

 

Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz;

 

“İhtikâr yapan lânetlidir!” (İbn-i Mâce, Ticârât, 12) buyuruyor.

 

Yani temel ihtiyaç maddelerini stoklayıp yüksek fiyattan satmaya çalışanlar, Allâh’ın rahmetinden kovulmuştur. 

 

Tabiî âfet / semâvî âfet dediğimiz şeyler bütün insanlığa toptan gelen belâlardır. Bu gibi noktalarda artık ihtiyaçların çözümlenmesi temel gayedir. Binâenaleyh bu tür fırsatçılık yapanlara devlet müsaade etmez. Onların mallarını gerekirse müsâdere eder. 

 

Fakat bu tür fırsatçılık yapanların temel problemi ahlâk problemidir. Bakıyorsunuz; bir yandan bütün millet seferber olmuş, burada, depremde zarar gören insanlara yardım etmeye çalışıyor; birileri de bunu dünyevî anlamda zenginliklerini artırmak için kullanıyorlar. Aslında bunlar kendi belâlarını kendileri bulmuş demektir. 

 

Bu problemin temelinde de eğitim problemi gelmektedir. Niye? Anaokulunda, ilkokulda okunan kitaplara bakın; hiçbiri besmele ile başlamıyor. Yani Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla başlamayan, merhamet eğitimi taşımayan eğitimdir. Bunların hepsi, ferdiyetçi insanlar yetiştirir. Herkes kendini düşünür. Böyle bir eğitim sisteminin vereceği ahlâkın, bu ahlâkın uzantısının izdüşümü de maalesef böyle bir fırsatçılık olmaktadır. 

 

Depremzedeler Mevcut Marketlerden İhtiyacı Kadar Alabilir mi?

 

Mecelle’de bir kaide var:

 

“Iztırâr, gayrın hakkını iptal etmez.”

 

Yani bir kişi gece vakti mecbur kaldı, açlıktan ölecek durumdayken, başkasının dükkânının camını kırıp karnını doyurdu. Sonrasında o aldığı şeyi de ödemeli ve kırdığı camı da tazmin etmelidir. İmkânı yoksa da hak sahibiyle helâlleşme yoluna gitmelidir. Zaten böyle bir davranışın yağma gibi anlaşılmaması için, âfet koordinasyonunun tâlimatlarından şaşmamak gerekir. 

 

Cenâb-ı Allah; bu millete, ümmete ve insanlığa bir daha böyle acılar yaşatmasın. Bu acılardan ibret alabilmeyi bizlere nasîb eylesin. Bu krizleri fırsata çevirerek zarar görmüş olan kardeşlerimize el açmak sûretiyle âhireti, cenneti kazanabilmeyi hepimize lutfeylesin, müyesser kılsın. Allah bütün ümmet-i Muhammed’i ve insanlık âlemini muhafaza buyursun. Âmîn…