Ramazân-ı Şerîfi İdrak ve İhyâ Hakkında –Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Mülâkat– 6 KALPLERİMİZE MÂNEVİYAT BAHARI: RAMAZÂN-I ŞERİF

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Ramazân-ı şerîfin mâneviyat dünyamız için ehemmiyeti nedir? 

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Ramazân-ı şerifler Cenâb-ı Hakk’ın bizlere lutfettiği mübârek zamanlardır. 

 

Ağaç ve nebâtâtın çiçek açıp meyve verebilmeleri için nasıl bir bahar mevsimine ihtiyaçları varsa; mü’minlerin de âdetâ bir mânevî bahar mevsimi hâlinde, bu mukaddes zamanlara, bu kudsî vakitlerde ibâdete, muâmelâta, hak ve hukuk tevzîine ve hâssaten güzel ahlâka teksif olmaya çok ihtiyaçları vardır.

 

İbâdete, mâneviyâta ve rûhâniyete elbette her zaman muhtacız. Lâkin insanlık îcâbı yaşanan donuklaşma ve soğumalara, bu tazeleyici bahar misâli rahmet esintileri ile yeniden bir besmele ve heyecan tazeleme hâsıl olmaktadır. 

 

 Meselâ ayağı uyuşan bir kimse, minbere çıkamaz. Çıkabilmesi için ayağının uyuşukluğunun gitmesi lâzımdır. 

 

Aynen bunun gibi; 

 

Gönlü uyuşuk olan bir insanın da, o gönülle Hak katına çıkması mümkün değil. Tezkiye ve terbiye şart. 

 

İşte;

 

Ramazân-ı şerif, gönüllerin tezkiye olduğu bir ay. Bir rehabilite mevsimi. 

 

Ramazân-ı şerif, kirlenen iç dünyamıza karşı bir temizlenme fırsatı sunuyor insana. Oruç sayesinde nefsânî arzular zayıflıyor. Rûhânî istîdatlar kuvvetleniyor.

 

Ramazân-ı şerif, kulluktaki eksikliklerimizin telâfisi ve iç dünyadaki kötü ahlâk şeklindeki kalbî marazların tedavisi için ihsân edilmiş husûsî bir şifâ mevsimi…

 

Kul; hayatında şerîati ikmâl ederek, tekâmül etmeye muhtaçtır. Ramazân-ı şerîfin ihyâ edilmesi vesilesiyle kalpler seviye kazanıp Cenâb-ı Hakk’a dostlukta merhaleler katedecek. Gönülde; 

 

“Siz nerede olursanız Allah sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) 

 

“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) tecellîleri yaşanacak. 

 

Yani;

 

Kul, ilâhî kameraların altında olduğunun şuuruna varacak. 

 

Bu mânâda, Ramazân-ı şerîfin ehemmiyetini bir kamp benzetmesiyle de yapabiliriz:

 

Ticaret erbâbı fuarlar düzenlerler. İlim erbâbı ilmî toplantılara iştirak ederler. Talebeler yoğunlaştırılmış çalışmalara tâlip olurlar. Sporcular ve takımlar, hazırlık kamplarına katılırlar. Orada normal zamandan daha yüksek bir hassâsiyetle esas vazifelerine teksif olurlar. İhtilâttan, dikkatlerini dağıtabilecek eğlence ve benzeri faaliyetlerden men edilirler. O müddet zarfında çok mesafe katederler, eksiklerini tamamlarlar. 

 

Cenâb-ı Hak; Fâtır Sûresi’nin 29’uncu âyetinde, Allâh’a yaklaştıracak ve asla zarar etmeyecek gerçek ticaretin vasıflarını şöyle bildirir:

 

Kur’ân’ı hakkıyla tilâvet ederler, ahkâmını ve ahlâkını huşû ile yaşarlar ve yaşatırlar. Bu gayrette dâim olurlar.

 

Namazlarını zâhir ve bâtın bir âhenk ile yani hakkıyla huşû içinde derin bir tefekkürle îfâ ederler.

 

Gönül dünyaları şefkatle dolduğu için; 

 

Allâh’ın kendilerine verdiği nimetleri, mümkünse gizli veya açık olarak Allah yolunda infâk ederler.

 

Cenâb-ı Hak bize böyle mânevî bir ticaret öğretiyor. 

 

Böyle ecirlerle dolu bir ticarete mazhar eyleyen Ramazân-ı şerif ne güzel bir mevsim olur!

 

Nâdan ve gafiller için, bu mübârek vakitlerin başka zamanlardan hiçbir farkı yokmuş gibi görünür. Lâkin kıymetini bilenler için; bu değerli vakitler, ne büyük ganîmettir, ne büyük fırsat demleridir. 

 

Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân -rahmetullâhi aleyh-, şöyle buyuruyor:

 

“Ramazân-ı şerif; zikirle uyanık olarak geçirilirse, senenin kalan kısmında da bu güzel hâl devam eder. Eğer bu ayda bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene boyunca görülür.”

 

Yani Ramazân-ı şerifte girilen yoğun ibâdet iklimi ve erişilen müstesnâ kulluk kıvâmı, ekilen bir tohum gibidir. Bu tohumun tutup tutmadığı, yılın diğer aylarında kendini gösterecektir.

 

Bu sebeple öncesinde hazırlık, akabinde, bir sonraki Ramazân’a kadar mânevî bir takip ve murâkabe içinde, ömür tesbihini çekercesine, âdetâ her bir Ramazân’ı diğerine, zâyî etmeden, selâmetle kavuşturarak hüsn-i hâtimeye nâil olma gayreti içinde yaşanan bir hayat ne güzel bir ömürdür!

 

Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

 

“Selef-i sâlihîn, Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Ramazân-ı şerîfin fârikası, bir ay boyunca oruç ibâdetiyle hemhâl olmamız. Mânevî derinliği bakımından oruç nedir? 

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Cenâb-ı Hakk’ın bizleri mükellef tuttuğu her ibâdet, bizim kalbî, ferdî ve içtimâî dünyamız için zarûrî bir gıdâ hükmündedir. 

 

Bu mânâda;

 

Oruç; takvâya, Allah’tan hakkıyla korkarak, ittikā etmeye bir merdivendir.

 

Çünkü orucun farziyetini bildiren âyet-i kerîmede bu ibâdetin hikmeti şöyle bildirilmiştir:

 

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

 

“Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

 

Oruç; maddî ve cismânî gıdâları kısarak, mânevî ve rûhânî gıdâlara yönelmek demektir. Yani nefsânî arzuları asgarîye indirme ve rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek demektir. 

 

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

 

“Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. O, toprağa kurban olacaktır. Asıl rûhunu besle!” 

 

“İnsanın asıl gıdâsı Allâh’ın nûrudur. Ona aşırı ten gıdâsı vermek lâyık değildir. İnsanın asıl gıdâsı, ilâhî aşktır.” 

 

Oruç, nefisle cihâd etmek ve onu kontrol altında tutarak tesirini asgarîye indirebilmektir.

 

Oruç; «sabır, irade, nefsî arzulardan uzaklaşma» gibi hâllerin tâlimi ile ahlâkî durumumuzu kemâle erdirir. Bu da hayat boyunca zarûrîdir. 

 

Oruç, nefsin bitmez tükenmez arzularına karşı insanın şeref ve haysiyetini koruyucu bir kalkandır.

 

Oruç, helâlleri bile riyâzat içinde kullanmayı öğretir. Böylece haramlardan ve kerâhetlerden tamamen uzak kalabilmeyi tâlim eder. 

 

Oruç, açlığı tattırır. Böylece açların hâlini idrâk ettirir. 

 

Her ibâdetin bir zâhiri bir de bâtını var:

 

Orucun zâhiri, fecirden gün batana kadar yiyip içmemektir. Fakat orucun bâtını; göze, dile ve kulağa da oruç tutturmaktır. 

 

Gözün orucu; şeytanî vitrinlere bakmaktan uzak durmaktır.

 

Dilin orucu; yalan, gıybet, tecessüs ve benzeri haram sözleri söylemekten kaçınmaktır.

 

Kulağın orucu; bu çirkin sözleri dinlemekten uzak durmaktır. 

 

Abdullah Dehlevî Hazretleri, gayr-i irâdî kulağına gıybet geldi diye; 

 

“Eyvah orucumuz bozuldu!” buyurmuştur.

 

Oruca hazırlık için sahura kalkarız. Bu da aslında mânen yıl boyunca sehere kalkmanın bir terbiyesi, bir alıştırması olsun diye lutfedilmiş. 

 

Süleyman -aleyhisselâm-’a annesinin şu nasihatte bulunduğu rivâyet edilir:

 

“Yavrucuğum! Geceleyin fazla uyuma! Zira geceleyin fazla uyku, kişiyi kıyâmet günü fakir bırakır!” (İbn-i Mâce, İkāmet, 174)

 

Seherde başlayan tevhîdin rûhâniyeti, günlerimizi ve gönüllerimizi ihâta ederse, son nefesimiz, yani dünyadaki her şeye büyük vedâ demek olan ölüm de, kelime-i tevhîdin rûhâniyeti ile -inşâallah- bir «şeb-i arûs»a dönüşür.

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle buyurmuşlardır:

 

“Gece ibâdetine dikkat ediniz! Çünkü o sizden önceki sâlih kimselerin âdetidir. Şüphesiz gece ibâdete kalkmak, Allâh’a yaklaşmaya vesiledir. (Bu ibâdet) günahlardan alıkor, hatalara keffâret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî, Deavât, 101)

 

Gündüz acıkmamak için nasıl sahurda kalkıp bir şeyler yemek içmek lâzım ise; gündüzü haramlardan korumak, mâneviyat zırhıyla bezemek için, seherlerde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek lâzım. Gündüzden geceye, geceden gündüze hazırlanmak lâzım.

 

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;

 

“–Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle (nefsânî arzularla) zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır.” buyurdu. 

 

Ashâb-ı kiram;

 

“–(Oruçlu) onu ne ile zedeler?” diye sorunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Yalan ve gıybetle… (yani diliyle)” cevabını verdiler. (Nesâî, Sıyâm, 43)

 

Asr-ı saâdette iki kadın oruç tutuyorlardı. 

 

Öğle üzeri bir kişi;

 

“–Yâ Rasûlâllah! Şurada iki kadın var, oruç tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsaade buyurursanız oruçlarını bozsunlar.)” dedi. 

 

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kişi;

 

“–Yâ Nebiyyallah! Vallâhi neredeyse ölecekler.” dedi.

 

Efendimiz;

 

“–Çağır onları!” buyurdu. Kadınlar geldiler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek;

 

“–İçindekileri çıkar!” dedi. 

 

Kadın kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerâhat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı. 

 

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Bunlar Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular, haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Biri diğerinin yanına oturup insanların etlerini yemeye (gıybet etmeye) başladılar.” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

 

Demek ki; 

 

Orucu, nefsânî zaaflarla zedelememek; bilhassa dili, dedikodu, gıybet, yalan, iftira ve mâlâyânî mevzulardan muhafaza etmek, yani çirkin konuşmalara karşı ona da «sükût orucu» tutturabilmek îcâb eder. 

 

Oruç bu hassâsiyetle tutulmazsa, âkıbet şu hadîs-i şerifte bildirilen vaziyet olur:

 

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! 

 

Geceleri nice namaz (terâvih ve teheccüd) kılanlar vardır ki, namazlarından kendilerine kalan, yalnız uykusuzluktur.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21/1690) 

 

Mideye ilâveten, göze, kulağa, husûsiyle de ağza oruç tutturulacak ki, oruç ibâdetinin feyz ve rûhâniyetinden istifâde edilebilsin. 

 

“Kim yalan konuşmayı ve yalan dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini içmesini bırakmasına kıymet vermez.” (Buhârî, Savm, 8,
Edeb, 51) 
buyuruluyor. 

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Başta Rasûlullah Efendimiz olmak üzere; Hak dostları, sahâbe ve ecdâdımız Ramazân-ı şerîfi nasıl idrak ve ihyâ ederlerdi? 

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Ramazân-ı şerif ibâdete teksif olma mevsimidir. 

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’a Receb ayından itibaren, Ramazân’a kavuşturması için duâ ederdi. 

 

Ramazân-ı şerif; orucun yanında, Kur’ân tilâveti, ikram ve infak heyecanının yaşandığı bir mevsimdi. 

 

Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır: 

 

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ramazan ayında ibâdet husûsunda diğer aylarda görülmeyen bir gayret içerisinde olurdu. 

 

Ramazân’ın son on gününde ise kendisini çok daha fazla ibâdete verirdi. Bu günlerde geceleri ihyâ eder, ev halkını (da gece ibâdeti için) uyandırır, ibâdete teksîf olarak eşleriyle münasebeti keserdi.” (Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr, 5; Müslim, İ‘tikâf, 7) 

 

Ashâb-ı kiram, Peygamber Efendimiz’in gece namazlarını takip ederlerdi. Lâkin Efendimiz, ümmete farz olmasın endişesiyle terâvîhi cemaat hâlinde kıldırmadı. Fakat Hazret-i Ömer devrinde; farz kılınma tehlikesi ortadan kalktığı için, icmâ ile terâvih namazı cemaatle kılınmaya başladı. Terâvihte hassâsiyet gösterilecek bir nokta, bu namazın tâdîl-i erkân ve bir tefekkür derinliği içinde kılınmasıdır.

 

Fakr u zarûret içinde kıvranan muhtaçların gözlerinde, en çok Ramazân’ın teşrîfiyle ümit ışığı parlardı. 

 

Zira zekât, fitre ve sadaka gibi mâlî ibadetler, tebessümü unutmuş nice yüzleri, bilhassa bu ayda sürûra kavuştururdu.

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sâlih amellerin diğer zamanlara göre çok daha fazîletli olduğu Ramazan’da, bütün ibâdet ve hayırlarını artırır, Rabbiyle doyumsuz bir mülâkat iklimine girerdi. Nitekim İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle der:

 

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdi idi. O’nun en cömert olduğu zamanlar da Ramazan’da Cebrâil -aleyhisselâm-’ın, kendisiyle buluştuğu vakitlerdi. Cebrâil -aleyhisselâm-; Ramazân’ın her gecesinde Peygamber Efendimiz’le buluşur, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâil ile buluştuğunda, hiçbir engel tanımadan esen rahmet rüzgârlarından daha cömert davranırdı.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 5, 6, Savm, 7)

 

Bu mübârek ayda fitre/fıtır sadakası, şer‘an zengin sayılan her mü’mine vâcib, hattâ bazı mezheplere göre farzdır. 

 

Unutmayalım ki, mülk Allâh’a aittir. Geçici bir süreliğine emânet edilen malı sırf nefsine harcamak israf; kendine biriktirmekse cimriliktir. İkisi de ebedî âkıbeti felâkete çeviren çirkin vasıflardır. 

 

Bir mü’min, infâk ederken; 

 

Riyâdan, eziyet ve başa kakmaktan kaçınmalıdır. Çünkü bunlar sadakaları iptal eder.

 

Bu sadakaların ve infâkın edâsında da titizlik göstermek gerekir. 

 

Namazın nasıl huşû ile kılınması lâzım ise; infakların ve sadakaların da bir teşekkür edâsıyla, sevinerek verilmesi lâzımdır. 

 

Verirken, infâk ederken sevinmelidir. Çünkü hem bir kardeşini sevindirmekte, hem de bu vesile ile Allâh’ın rızâsına tâlip olmaktadır. 

 

Unutmamalıdır ki; 

 

“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe 104)

 

Hadîs-i şerifte buyurulur:

 

“Hiç şüphesiz ki sadaka, muhtaç onu almadan önce Allâh’ın (kudret) eline geçer. (Yani muhtaca verilen sadakaları önce Allah alır, sonra fukarâya devreder.)” (Münâvî, Künûzü’l-Hakāyık, s. 34)

 

İmkânları olanların infâk etmesinin ötesinde; bir de kendisi muhtaç olduğu hâlde infâk etmek yani îsâr fazîleti vardır. 

 

Dünyada, Arakan’da, Suriye’de, Afrika’da dünyanın dört bir yanında mazlum ve muhtaç müslümanlar var. Şimdi memleketimizde de depremzede binlerce kardeşimiz var. 

 

Böyle bir zamanda, sadaka ve infâkı artırmamız elzemdir. 

 

Bir tefekkür edelim;

 

İnfâka, verilenler mi daha muhtaçtır, yoksa verenler mi? 

 

Cenâb-ı Hak; îsâr ehlinin, yani kendileri aç ve muhtaç oldukları hâlde, kendi canları çekmesine rağmen, ellerindeki gıdâyı; yoksula, yetime ve esire ikrâm edenlerin hissiyâtını ve nâil oldukları mükâfâtı şöyle bildiriliyor:

 

“Biz sizi sadece Allah rızâsı için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. 

 

«Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler).

 

İşte bu sebeple Allah, onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 9-11)

 

Demek ki;

 

İnfâka, verenler daha çok muhtaçtır. Zira o, infâkı vesilesiyle kıyâmetin zorlu geçitlerinde selâmet bulacaktır. 

 

Nitekim Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri der ki:

 

“Veren, alana bir teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi dünyevî ihtiyacın giderilmesi, verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lütuflar ile ilâhî rızâdır. Böyle olunca veren, daha kârlı durumdadır. Onun için de muhatabına teşekkür etmelidir.”

 

Rahmetli pederim Musa Efendi; herhangi bir kişiye bir zekât, sadaka, hediye vs. verirken, onu nezâketin son haddinde takdim etmeye gayret gösterirlerdi. Zarfın üzerine de zarif bir ifadeyle; 

 

“Muhterem ….. Efendi, kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” yazarlardı. Çünkü gaye; nazargâh-ı ilâhî olan bir gönle girebilmek, böylece Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erebilmekti.

 

Ebû Zer -radıyallâhu anh- bir defasında şöyle demiştir:

 

“Bir malda üç ortak vardır: 

 

Birincisi mal sahibidir, yani sensin. 

 

İkincisi kaderdir. O, hayır mı yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. 

 

Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yani ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de cezasını çekersin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma! 

 

Allah Teâlâ; «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe hakikî iyiliğe eremezsiniz.» buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu benden önce gönderiyor (sadaka olarak veriyor)um.”
(Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

 

Âdetâ bir vakıf ve infak medeniyeti olan ecdâdımız Osmanlı toplumunda Ramazân-ı şerif, eşsiz bir cömertlik yarışı içinde ihyâ edilirdi.

 

Muhteşem mâzîmizde; varlıklı mü’minler, bilhassa Ramazân-ı şerifte bakkalları gezip borç defterinden herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesabı öder, tıpkı sadaka taşlarında olduğu gibi; veren alanı, alan vereni görmeden, sırf rızâ-yı ilâhî için hârikulâde bir din kardeşliği yaşanırdı.

 

Zengin-fakir ayrımının olmadığı mü’min ve mütevekkil şehirlerde, herkes iftar sofralarını din kardeşlerine açardı. Bugün revaç bulmuş olan; lüks ve fantezi yerlerde, sadece eşrâfa, şâşaalı ve israflı bir şekilde iftar ziyafetleri vermek hastalığı, o gün yoktu. Mütevâzı sofralarda; gönül zenginliğiyle, zengin-fakir her kesime ikramlarda bulunulurdu.

 

Muhterem pederim zamanındaki iftarlar hatırımdadır:

 

Bir gün faytoncular (at arabacıları) davet edilirdi. 

 

Bir başka gün, temizlik vazifelileri (çöpçüler) buyur edilirdi. 

 

Ulemâ, komşular, akrabalar için nice sofralar açılırdı. 

 

Birbiriyle imtizâc edecek kişiler beraber davet edilir, lâkin kimse boynu bükük bırakılmazdı. Herkesin gönlü alınırdı.

 

Misafirlere diş kirası adı verilen hediyeler takdim edilirdi. 

 

Şu tarihî kıssa, fukarâ ile hemhâl olma ahlâkının ne güzel bir misâlidir:

 

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan günü Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gitmişti. Söz esnasında;

 

“–Mehmed Emin Efendi, arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.

 

Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzû içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:

 

“–Sultanım! Sayenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.”

 

Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu:

 

“–Acayip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”

 

Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcubiyet ve mahviyet içinde, Sultan’a; gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevabı verdi:

 

“–Sultanım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri, zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)

 

Ecdâdın Ramazân-ı şeriflerde bilhassa dikkat ettikleri bir husus da helâlleşmek idi. 

 

Üzerimizde borçlar ve kul hakkı varsa mutlaka helâlleşeceğiz. Aksi hâlde kul hakkının temizlenmesi kıyâmete kalıyor. 

 

Kul; hakkını yediği kişiye sevaplarını verecek, hattâ sevapları biterse, o kişinin günahlarını yüklenecek.

 

Kişi; kul hakkına girdiği şahsa ulaşamazsa, onun adına sadakalar vermeli ve o kişi için bol bol istiğfâr etmelidir. Bunu Cenâb-ı Hakk’ın kabul etmesi için de dergâh-ı ilâhîye niyazda bulunmalıdır. Bunları yapmazsa kıyâmet günündeki perişanlığını düşünmesi îcâb eder.

 

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

 

“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye ashâbına sordu. 

 

Ashâbı;

 

“–Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” dediler. 

 

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekâtla gelir. 

 

Aynı zamanda şuna sövmüş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu dövmüş bir hâlde gelir. 

 

Bunun üzerine iyiliklerinin sevâbı şuna buna verilir. 

 

Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yüklenir. Sonra da cehenneme atılır.” buyurdu. (Müslim, Birr, 59)

 

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar: 

 

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin; «Dünyada rezil rüsvâ olurum.» diye düşünmesin! 

 

İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- örnek olması kabîlinden kendinden misal vererek şöyle buyururdu:

 

“Aranızda bazı kimselerin hakkı geçmiş olabilir. 

 

Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım; gelsin vursun! 

 

Kimin malını sehven almışsam, işte malım; gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400)

 

Velhâsıl hem tevbe ve istiğfarda bulunacağız, hem de üzerimizde hakkı bulunan insanlarla bir an önce helâlleşeceğiz.

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Ramazân-ı şerîfi yaşarken elbette toplumun ve örf-âdetlerin de tesiri altında kalıyoruz. Bu mânâda şuurlu bir Ramazan için, nelere dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Günümüzde de Ramazân-ı şerîfi idrak ve ihyâ ediyoruz elhamdülillâh. Lâkin bazı hususlara dikkat edilmeli:

 

Oruçları riyâzat şuuruyla tutmak lâzımdır. İftar ve sahurda tıka basa yemek yiyerek normal zamanlardan bile fazla oburluk hastalığına tutulmak, oruç ve Ramazân’ın rûhâniyetinden uzak bir davranış olacaktır. 

 

Terâvîhi, okunan tilâvetlerin hakkını ve tâdîl-i erkânı ihlâl ederek kılmamalıyız. Ferah bir şekilde, huzur içinde edâ etmeliyiz. 

 

İftarlar verirken; 

 

Birincisi: Lüks, israf kabîlinden hareketlere sapmamalı. Gövde gösterisine düşmemeli. Mütevâzı bir cömertliğin ihtişamı sergilenmeli. 

 

İkincisi: Davetlilerin tespitinde, ayrımcılık yapılmamalı. Kimse istihkār edilmemeli. Meslektaşlarına iftar verdiyse, çalışanlarına da vermeli, her iktisâdî vaziyetten akrabalarına da vermeli. Bilhassa ağzı duâlı fakir ve garipler unutulmamalı.

 

Hakk’a yaklaşmanın arandığı ve ilâhî rızânın tecellî ettiği gönül sofraları, ancak gariplerin ve muhtaçların da bilhassa doyurulduğu şefkat ve merhamet sofralarıdır.

 

Normalde içki servisi yapılan lokantalarda iftar vermekten kaçınmak lâzım. Zira mekânın kasvet ve günah esintileri gönüllere sirâyet eder.

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında arka arkaya tam üç kez:

 

“–Üç kişi vardır ki, kıyâmet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” buyurdular. 

 

Ebû Zer -radıyallâhu anh-;

 

“–Adları batsın, umduklarına ermesinler ve hüsrâna uğrasınlar! Kimlerdir bunlar yâ Rasûlâllah?” diye sordu. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Elbisesini (kibir ve gururundan dolayı kurula kurula) sürüyen, yalan yeminle malını pazarlayan ve verdiğini başa kakan!” buyurdular. (Müslim, Îmân, 171)

 

Hâsılı;

 

Ramazan’dan affedilmiş olarak çıkabilmemiz lâzım. 

 

“–Affedilmeden çıkanlara yazıklar olsun!” buyurulmuş.

 

Bilhassa merhametimizi artırmalıyız. 

 

Bir kimse Allah Rasûlü’nün cömertliğini okuyup, o cömertlikte mesafe katetmezse; «Ben Efendimiz’e tâbî oluyorum!» diyebilir mi?

 

İhtiyaç sahibi bir kimse gelip hâlini arz ettiğinde; «Git Allah versin!» diyen birisi, Efendimiz’in îsâr vasfından nasiplenebilmiş midir?

 

Dünyanın bir köşesinde zulme uğrayan bir müslümanı işittiği zaman; «Aman canım, benim başıma gelmemiş.» diyebilen bir kimse, mü’minleri bir bedenin uzuvları gibi tasvir eden Efendimiz’in yüreğinden ne kadar nasiplenebilmiştir?

 

Cenâb-ı Hak istifâde ettirsin. 

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim! 

 

Ramazân-ı şerîfi ihyâ etmenin en güzel vesilelerinden biri de buyurduğunuz üzere, Kur’ân tilâveti ve mukabeleler… Kur’ân nimetinden en iyi şekilde istifâde husûsunda neler tavsiye edersiniz?

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Abdullah İbn-i Mes’ud  -radıyallâhu anh- buyurur:

“Ziyafet veren herkes, ziyafetine (çevresinin ve çağırdığı dostlarının) gelmesini arzu eder ve bundan memnun olur. Kur’ân da Allâh’ın ziyafetidir. (Ondan uzak durmayınız!)” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân, 1) 

 

Kalbimizin, Kur’ân’ın rûhâniyetinden feyz alarak hikmet ve sırlarla dolabilmesi, ancak onu okurken sahip olduğumuz kalbî seviyeye bağlıdır. 

 

Muhammed İkbal anlatır: 

 

“Her sabah namazdan sonra Kur’ân okumayı âdet edinmiştim. Rahmetli babam, beni gördükçe; 

 

«–Ne yapıyorsun?» diye sorardı. 

 

Ben de;

 

«–Kur’ân-ı Kerim okuyorum.» derdim. 

 

Babam aynı suâli tam üç sene tekrarladı. 

 

Artık, bir gün; 

 

«–Babacığım, her gün bana bu suâli soruyor ve benden de aynı cevabı alıyorsunuz. Acaba bunu tekrarlamaktaki maksadınız nedir?» dedim. 

 

Babam şu cevabı verdi: 

 

«–Evlâdım, demek istiyorum ki, Kur’ân-ı Kerîm’i Cenâb-ı Kibriyâ’dan sanki henüz yeni iniyormuş gibi okumalısın!» 

 

Artık o günden sonra Kur’ân-ı Kerîm’i yepyeni bir zevk, ilâhî bir neşeyle okumaya başladım. İşte o tarihten itibaren bütün yazdıklarım, o güneşten bir zerre ve o denizden bir katredir.”

 

Şeref ve fazîletini Kur’ân’dan alan Ramazân-ı şerîfi vesile edinerek bu mübârek mevsimde düzenli Kur’ân okuma alışkanlığı kazanmamız çok mühimdir. 

 

Şu âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerifleri tefekkür edelim:

 

“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllere bir şifâ, mü’minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus, 57)

 

 “Kur’ân okuyunuz… Çünkü Allah, içinde Kur’ân bulunan bir kalbe azâb etmez…” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân, 1)

 

“Gerçek Kur’ân ehli, «ehlullah»tır ve onlar Allâh’ın has kullarıdır.” (Hâkim, Müstedrek, I, 743)

 

“İki kişiden başkasına gıpta edilmez:

 

Biri; Allah ona Kur’­ân öğretmiş, o da gece saatlerinde ve gündüz vakitlerinde durmadan Kur’ân okur. Komşusu bunu işitir ve;

 

«‒Keşke filâna verilen Kur’ân nimeti gibi bir nimet bana da lutfedilse de onun yaptığı gibi ben de yapabilsem!» der.

 

İkincisi; Allah ona da mal vermiştir, o da malını Cenâb-ı Hakk’ın yolunda sarf etmektedir. Bunu gören bir kişi;

 

«‒Keşke filâna verilen mal gibi bana da verilse de onun yaptığı gibi ben de yapabilsem!» diye imrenir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 20)

 

Kur’ân-ı Kerîm’e karşı tek vazifemiz onu okumak ve yaşamak değildir. Onu okutmak, yaşatmak ve tebliğ etmek de bizim vazifemizdir.

 

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz muhâcirleri çok severdi; 

 

Çünkü muhâcirler kalplerindeki îmânı korumak için büyük cefâlara katlandılar. Mal ve mülklerini fedâ ettiler, taviz vermediler. 

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz, ensârı da çok severdi. 

 

Ensar da malını mülkünü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için Allah yolunda bezletti. Bütün imkânlarını muhâcirlerle gönül huzuruyla paylaştılar. 

 

Lâkin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- en büyük ihtimamı ashâb-ı suffaya / Kur’ân talebelerine gösterdi. Mübârek hânesine bir gıdâ geldiğinde, kendisi aç bile olsa hemen ashâb-ı suffaya gönderirdi. 

 

Çünkü onları tebliğ için hazırlıyordu. Onlar İslâm’ı yaşatacak, gelecek nesilleri yetiştirecek olan ashâbıydı. 

 

Nâzil olan âyetleri onlara kendisi yaşayarak ve yaşatarak tâlim ederdi. Meselâ infâk âyetleri nâzil olunca;

 

Zengin sahâbîler bol bol infâk etti. 

 

Fakir sahâbîler de, infâk âyetlerinin şümûlüne girebilmek için, dağlardan odun topladılar, bahçelerde yevmiyeli işler yaptılar, kazançlarından infâk etmenin hazzını yaşadılar.

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en büyük alâkayı ashâb-ı suffaya göstermesinden örnek alarak bizim de en mühim vazifemiz;

 

Kur’ân hizmet ve gayretlerine revaç vermektir,

 

Hidâyetlere vesile olacak sâlih ve sâliha evlâtlar, talebeler yetiştirmektir. 

 

Gerek Ramazân-ı şerifte, gerek sâir aylarda en mühim vazifemiz budur. 

 

Bu vazifeyi hakkıyla edâ edebilirsek;

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, şu müjdesine nâil oluruz: 

 

Efendimiz, kıyâmet alâmetlerini anlatırken; bütün menfîliklere, âhirzamanda artan bütün fitne ve fücûra rağmen ümmetinden hak üzere devam eden kimselerin olacağını şöyle müjdeliyor:

 

“Ümmetimden dâimâ hak üzere galip ve zâhir bir tâife hiç eksik olmayacaktır. Muhalifleri onlara zarar veremeyecektir.” (Müslim, İmâre, 170-174)

 

Kezâ;

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

 

“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir. Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu bilinmez! (Evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130, 143)

 

Niyâz edelim ki;

 

Ramazân-ı şerif, bu müjdelerin şümûlüne girebilmemiz için bir vesile olsun!

 

Yüzakı:

 

–Muhterem Efendim!

 

Suallerimize vakit ayırıp verdiğiniz cevaplar için çok teşekkür ederiz. 

 

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: 

 

–Ben teşekkür ederim. 

 

Ramazân-ı şerif mâneviyat baharıdır. Kalplerimize bu baharı getirecek en güzel meltemlerden biri de Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır.

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir duâsı ile bitirelim:

 

“…Rabbim! Kullarından herhangi birine öğrettiğin, kitâbında indirdiğin ya da bilgisini katında gizlediğin her bir güzel ismin hürmetine, Sen’den niyâzım şudur ki; 

 

Kur’ân’ı; 

 

Gönlümün baharı, 

 

Sadrımın nûru, 

 

Hüzün ve kederimin çaresi eyle!” (Ahmed, I, 391)

 

Âmîn!..