SARSICI TEFEKKÜRLER

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

İnsan nârindir. 

 

Allah Teâlâ yeryüzünü bizler için beşik kıldığını bildirir. (Tâhâ, 53; ez-Zuhruf, 10; en-Nebe’, 6)

 

Beşik; nârin bebeklerin uykuda dönüp düşmemeleri, küçüklüklerinden dolayı fark edilmeyip de itilip kakılmamaları, ezilmemeleri için hususî bir yataktır. Kenarları yüksek, yumuşak yastık gibi kumaşlarla çevrilidir.

İstersek en son fezâya gönderdiğimiz gelişmiş teleskopla bakalım, uçsuz bucaksız kâinâtın her tarafı biz nârin insanlar için ölüm püskürtmede. Dondurucu soğuk, kavurucu sıcak, havasız, oksijensiz, gıdâsız, karanlık, asitli, radyasyonlu, hâsılı ölüm dolu.

Ama bütün bu ölüm sahnesinin ortasında; dünya, cibinlik misâli bir atmosferle örtülmüş, aydınlık, sıcacık, yumuşacık bir beşik… Bir başka âyetteki teşbihiyle uysal bir at…

Ama bu beşik bazen mûtad salınışından daha korkutucu şekilde sallanıyor. O uysal at, saniyelerle ölçtüğümüz vakitlerde de olsa eşkinleşiyor. Bize nârinliğimizi hatırlatıveriyor:

İnsan ki unuttukça sefilleşmekte

Gāfilce fenâ mülküne yerleşmekte…

«Bâkî değilim ben!» diye fânî dünyâ;

Îkāz için insanlığı, depreşmekte!..  (Tâlî)

 

İnsanın nârinliğini hakkıyla idrâk etmemiz için soralım: Bu büyük depremde tabiatta yaşayan hayvan zarar görmüş müdür? Pek az. Çünkü onlar barınmak için binalara pek ihtiyaç duymuyor. Derileri, postları, kabukları onları soğuktan mümkün mertebe koruyor.

Ahsen-i takvîm olduğu kadar; nârin, zayıf ve muhtaç bir yapımız var. Bu nârinliği «medeniyet ve teknik» ile aşmaya çalışırken, bu sefer deprem bizi yıkıp deviriyor.

1755’te Lizbon’da büyük yıkıcı bir deprem olur. Binlerce kişinin öldüğü bu deprem, batı hıristiyan düşüncesinde de ciddî sarsılmalara yol açmasıyla meşhurdur.

Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim boyunca; fânî, âcil, yakın hayat ve bâkî, ebedî, öte hayat / öbür dünya ikiliğini vurguladığını biliyoruz.

Materyalizm, maddecilik bu cihanı sadece lego parçaları gibi atomlardan oluşmuş bir bulmaca gibi görür. Onun ötesinde bir şeyi kabul etmez. Melek, ruh, cin, cennet, cehennem, kader, levh, Arş ve Kürsî onların asla kabul etmeyeceği şeylerdir.

Bizler elbette materyalist değiliz. Ancak Allâh’ın bu cihanda bizim istifâdemiz için kaideler koyduğunu biliyoruz. Meşhur misallerle; sıcaklığı ölçebiliyor, suyun sıfırda donduğunu, 100 derecede kaynadığını temâşâ edebiliyoruz. Ama gelgelelim deprem öyle ihâta edebildiğimiz bir ilim sunmuyor. Yarın da olabilir, 30 yıl sonra da… Hafif de atlatılabilir çok şiddetli de geçebilir.

İnsan nârin… Çalışmakta, hazırlık yapmakta, tedbir almakta da zorlanıyor. Çok zor imtihana çok hazırlanmak gerekir. Fakat bazen yeis / ümitsizlik;

“–Madem çok zor, hiç çalışmayayım!” yolunu seçebiliyor. Tanıdık geliyor değil mi?

Binlerce kardeşinin vefâtını seyreden, gözyaşı döken ve hattâ mes’ulleri suçlayan nicemiz; çürük olduğunu bile bile aynı binalarda oturmaya devam ediyoruz. Daha da garibi; evlere giremeyecek derecede evhamlananları da, hasta sayıp, yine doktora gönderiyoruz. Yani umursayanımız da umursamayanımız da nârin

Bunun bir dersi de şu:

Küllî meseleler küllî çözümler istiyor. Zelzelede binası yıkılanlardan, daha önce binasının çürük olduğunu haykırıp duranlar olmuş fakat tesir edememiş. Bu deprem;

“–Madem yerin üstünde daha kalıcı bir medeniyet istiyorsun; çok daha ciddiyetle, çok daha dikkatle çalışacaksın, tedbiri artıracaksın!” diyor. Fakat mutlaka cemaatle, cemiyetle, hep birlikte. İşte depremden sonraki göz yaşartıcı yardımlaşma tablosu. Sıla-i rahimin şahlanışı. Yekvücut hissediş…

Âfet sonrası evsiz kalan akrabasına evini açmak fazîletini, normal zamanda evsiz olan akrabasının fâizin pençesine düşmeden ev almasına yardımcı olmak fazîletine yükseltebilsek, işte küllî ve içtimâî büyük çözüm o olurdu. Bunun için fâizin; bir toplum için, depremden daha büyük bir âfet olduğunu idrâk etmek, benimsemek gerekiyor. Nasıl aynı binada yaşarken, bir dairenin kestiği kolon hepimizi yıkıyorsa; aynı toplumda birimizin mânevî bir âfete bulaşması hepimize zararı iliştiriyor. Bu sebeple küllî çözümler zarûrî…

İnsan nârin… Allâh’ın yüzlerce yıl beşik hassâsiyetinde yaşattığı bir bölgeyi; saniyeler ölçüsünde depretmesi karşısında, insan derinden ve yürekten sarsılıyor.

Yüceler yücesi Allah ve zerreler zerresi nârin insan…

Hani bazen yetişkin bir insanın normal bir ünlemesinden bile, küçük bir bebek ürker ve ağlamaya başlar. Hararette güneş hâlesiyle yarışan bir ateş okyanusunun üstündeyiz. Depremle aynı günlerde Hawai’deki yanardağın fokurdayan alevleri de haberlerde göründü. Ama bu hakikatlere rağmen oturup;

“–Niye deprem oldu?” diye teolojik tartışmalara giriyoruz.

Nârinin bir başka mânâsı letâfet… Allah Latîf… Hâşâ; depremsiz bir arz, hastalıksız bir biyoloji, âfetsiz bir cihan, kötülüksüz bir iyilik yurdu yaratmaktan âciz değil. Bilâkis o âfetsiz cihanın va‘di de var, adı da var: Cennet.

 

İnsan cennete karşı nankörlük ettiği için, arzın bütün zorluklarına baştan müstehak. Aslî günah diye çarpıttıkları hususu böyle düşünmeli belki de. Gece yarısı deprem esnasında sıcak yatağından fırlayan insan gibi, cennetten bu arza düştük: Başı açık, yalın ayak… 

 

İnsan nârin. Senarist; Buz Çağı çizgi filmindeki mamutu, yolda buldukları kimsesiz bebekle oynarken kendi kendine şöyle konuşturur:

–Kendine bir bak! İri bir yırtıcı olarak büyüyeceksin, öyle mi? Sanmam. Nelerin var? (Saçlarını kastederek) Sadece küçük bir parça kürkün var. Ne keskin dişlerin, ne pençelerin var. Yumuşacık dayanıksız bir derin var. Sahi senin neren tehdit edici?

Bütün nârinliğine rağmen, Allâh’ın fazl u ihsânı ile insan bu cihanda ayakta kalıyor. Defalarca nice insan topluluğu tarihten silindi. Sinekten dahî korkan ve korkmakta da haklı olan nârin insan, Rabbinden merhamet dilenmekten başka çareye sahip değil.

O’ndan yardım istemenin şartı, O’na kulluk etmek. Yani O’nun sözünü dinlemek.

Söz dinlemenin içinde binasını sağlam yapmak da var; doğru, dürüst, güzel ahlâklı, temiz, cömert, sâlih bir insan olmak da. Kadere râzı olmak da var, tedbir alarak Allâh’ın kaderinden yine Allâh’ın kaderine sığınmak da.

 

O -azze ve celle- yardım ederse; bu fânî dünyadan o veya bu sebeple gidişimiz, cennete vuslat olur. Yani âfetsiz mükâfat yurduna…

Materyalistler ise insanın ayakta kalışını, biraz şansa biraz da akla veriyorlar. Hâlbuki «daha sağlam bina, daha az ölüm» denklemi belki deprem için bir miktar geçerli olsa da; tek dişi kalmış medeniyetini ilerlettikçe insan, sonunu hazırlayan başka belâlar bulmakta gecikmiyor. Kuzeyimizde 1 yaşına giren savaşta ölenlerin sayısı depremde vefât edenlerin birkaç katı. İntiharlar, cinayetler, büyük ölçüde modernite kaynaklı hastalıklar, iptilâlar, rûhî çöküntüler… Netice hüküm aynı: İnsan nârin. 

 

Izdırap da çalkanmak, sarsılmak demektir. Her sarsıntının ardından yine o uzun sükûnet gelir. Celâl yerini Cemâl’e bırakır. Bu tesellî edici hakikat edebiyata da yansımış. Orhan Seyfi;

Gelmiyor çekilen dertler hesâba,

Diyorum: Sebep ne bu ızdırâba?

Diyorlar: Kül olmaz ateş yanmadan,

Denizler durulmaz dalgalanmadan…

 

derken, Ârif mahlâslı Mütercim Mîr Süleyman da şöyle ifade etmiş bu hakikati:

Izdırâb-ı hâl bâdî-i sükûnet olduğu,

Tıfl iken mâlûmum oldu cünbiş-i gehvâreden.

 

“Izdıraplı, çalkantılı hâlin sonunda sakinliğe ve huzura vesile olduğunu, daha çocukken beşiğin sallanmasından anladım.”

 

Beşik sallanır ve bebek uyur. Maalesef bu büyük depremin sarsıntılarının ardından da gaflet uykusuna dalmayacağımızdan emin olamıyorum. Ne maddede ne mânâda. Ne tedbirde ne rızâda…

Nârin insan için; “Uykudadır, ölünce uyanır.” demiş Hazret-i Ali.

Âciz nârinliğimizi idrâk edip, yegâne güç ve kuvvet, kudret elinde olan Allâh’a sığınmak üzere uyanalım. 

 

Madde ve mânâda, tedbir ve rızâda O’nun sözünü dinlemek üzere gafletten uyanalım. 

 

Âfetsiz yurda, cennete doğru bir yolculuk için uyanalım.