Hakk’a Yakınlığın Şiârı; MES’ÛLİYET

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Allah Teâlâ bir lütuf olarak, nefsine karşı zayıf olan insanın, gaflete düşüp aldanmaması için; daima, ufkunu aydınlatan ve doğru istikameti gösteren ilâhî rehberleri ihsan buyurmuştur. Öyle ki; insan, hesap gününde gafletini mazur gösterecek hiçbir bahane bulamayacaktır.

Şüphesiz, insana emânet buyurulan bahis mevzuu vazife, fevkalâde titizlikle riâyet edilecek bir mes’ûliyet şuuruna sahip olmayı gerektirir. Öyle ki; insan evvelâ yaratıcısı Allah Teâlâ’ya, sonra kendisinden başlamak üzere ailesi, komşuları, mahallesi, beldesi, ülkesi ve nihayet dünya olmak üzere, hâle hâle genişleyen mes’ûliyet sahaları ile sarılmıştır. Bu cümleden olarak; «Ezel Bezmi»ndeki ahdine de sâdık kalarak, en başta sâlih bir kul olmakla mükelleftir. Buna işareten, Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyurulur.

Kemâlât kazanarak sâlih bir kul olabilmek; ancak îmân, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtın terkibi ile vücut bulan bir şahsiyetin tezâhürü olabilir. Bu unsurlardan bir tanesinde bile vâkî olabilecek kusurlar, kemâlât vetîresinde zaafa yol açabilir. Halk arasında bir kısım dindar insanlara atfedilen güvensizlik ithamları bu sebepledir. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Allâh’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın… ” (en-Nisâ, 36) beyânı, tevhid akîdesi ve ibâdetin önemine de işaret buyurur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilme hikmetine dâir şöyle buyurur:

“Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvattâ, Husnü’l-hulk, 8)

Muâmelâttaki düzgünlük, mü’min olmanın şiârıdır. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hususta;

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. 

 

Konuştuğunda doğru söylüyor mu? 

 

Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu? 

 

Dünya ile meşgul oluyorken, helâl-haram gözetiyor mu? Ona bakınız.” (Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288) buyurur.

Cemiyetin en küçük birimi olan aileyle alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (et-Tahrîm, 6) beyânıyla, aile saâdetinin, ebediyyen devamı imkânına işaret buyurulur. Aileden sonra, insanın en yakınları, komşu ve akrabalarıdır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mes’ûliyetle alâkalı olarak; 

 

“Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse, komşuyu komşuya mîrasçı kılacak sandım.” (Buhârî, Edeb, 28) 

 

“Akraba ilişkisini kesen cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11) buyurur. İslâm ümmeti; kendine has hususiyetleri, daima muhafaza etmek mecburiyetindedir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

 

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) ifadesiyle, başkalarının taklit edilmemesini îkaz buyurmuştur. Tebliğ meselesinde; 

 

“Allâh’a yemin ederim ki, senin sayende Allâh’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi senin için, kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır.” (Buhârî, Meğâzî, 38) buyurarak, kalplerin fethindeki ulvîliği müjdelemiştir. Nitekim, ashâb-ı kiram hazerâtının büyük ekseriyeti vatanlarını terk edip dört bir tarafa dağılarak; «İ‘lâ-yı Kelimetullah» seferberliğini başlatmışlardır. 

 

Bir sepet meyvenin içindeki bir çürüğün, bir süre sonra hepsinin çürümesine sebep olacağı misâli gibi; insanlarda başlaması muhtemel yozlaşmalar da, eğer tedbir alınıp önlemezse, bütün bir cemiyete sirâyet eder. Kur’ân-ı Kerim’de, bu zarurete şöyle işaret buyurulur: 

 

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104) 

 

Modern câhiliyye vasfını hak eden günümüzde, bu ilâhî îkaza kulak tıkanarak, hattâ karşı çıkılarak, içtimâî bünyenin teminâtı mesâbesindeki mukaddesler pervâsızca geçersiz sayılmakta; âdeta, «özgürlük» talebiyle, «kötülüğü emredip, iyiliği men eden» bir hayat tarzı ikāme edilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki, insanlık tarihi; cihanşümul mukaddesleri çiğneyerek böyle sapıklıkların ağına düşüp helâk olan cemiyetlerin örnekleriyle doludur.

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir cemiyetteki huzurun devamı için takınılması gereken hassâsiyeti şöyle ifade buyurur:

 

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu îmânın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân, 78) Şanlı medeniyetimizin son halkası Osmanlı devrinde; 

 

Kanunî Sultan Süleyman Han, Fransa’da dans yapılmaya başladığını haber alınca, Kral Fransuva’ya yazdığı mektupta onu şöyle îkaz eder: 

 

«… İş bu rezâletin, memleketime de sirâyeti ihtimali muvâcehesinde, nâme-i hümâyunumun elinize ulaşmasından itibaren derhâl son verilmediği takdirde, bizzat ordu-yu hümâyunumla gelip men‘e muktedirim.» Fransa’da bu mektuptan sonra yüz yıl dans yapılmamıştır.”2

Küreselleşme denilen günümüz dünya nizâmında; insanlık, Osmanlı’dan sonra maalesef hâkim güç hâline gelen sömürgeci zâlimlerin elinde kan ağlamaktadır. Mazlumlar âlemi; gönüllerindeki Osmanlı ve onun vârisi olan Türkiye hasretiyle, kendilerine uzanacak bir rahmet eli bekliyorlar. Mazlumların gözyaşlarını dindirmek, ülkemizin boynunun borcudur. «Hakk’a tâzim; yaratılana şefkat» düsturu kuşanılarak başarılabilecek bu mükellefiyet; nizâm-ı âlem dâvâsı için Sultan Süleyman mes’ûliyetiyle hükmedecek bir cihan devletinin harcıdır. Allah Teâlâ ülkemize mazlumların duâları, gözyaşları hürmetine bu şerefi bahşeylesin. 

 

___________________________

 

Osman Nûri TOPBAŞ: Nebîler Silsilesi-4, Erkam Yay., İst. 1998, No., 134, s. 197.

 

Necdet BAYRAKTAROĞLU: Yeni Şafak, 21.12.2012 (Tarihimizdeki Muhteşem Mektuplar, Hayat Yay.)