İLÂHÎ ÎKAZLAR

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

Âlemleri yoktan var eden Allah, yarattığı hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır. Kâinattaki hiçbir hâdise tesadüfen veya rastgele cereyan etmemektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

 

“Gaybın anahtarları Allâh’ın yanındadır; başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun bilgisi dışında dalından bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki bir tek taneyi, yaş ve kuru ne varsa her şeyi bilir.” (el-En‘âm, 59)

 

Kâinattaki hiçbir şey O’nun bilgisi dışında olmadığı gibi, tabiattaki hiçbir hâdise de hikmetsiz ve nizamsız değildir. Her şeyi yaratan Allah, tabiattaki hâdiseleri de bir hikmete binâen yaratmaktadır. Bizler Cenâb-ı Hakk’ın izni olmadan, ülkemizdeki deprem hâdisesinin rastgele ve tesadüfen olduğunu söyleyemeyiz. Sadece bu depremin gerisindeki sırlara vâkıf değiliz.

 

Hayatın bir ekolojik dengesi vardır ve bu kesintisiz olarak devam etmektedir. Bu dengenin bir de bâtınî sebepleri vardır. Yaşadığımız bu deprem hâdisesi ekolojik bir hâdise olduğu kadar, hikmet penceresinden bakmamız gereken ilâhî îkazları da muhtevâsında barındırmaktadır. 

 

Cenâb-ı Hak bu deprem hâdisesi ile bizlere mahşerin küçük bir provasını yaptırmış ve dünya hayatının fânîliğini bir kez daha hatırlatmıştır. İnsanoğluna acziyetini ve hiçliğini hissettirmiş, asıl vazifesinin kulluk olduğunu ihtar etmiştir. Dünyanın, malın, mülkün, evlâdın, makamın geçici, ölümün hemen yanı başımızda olduğunu ve kıyâmette daha büyük bir infilâkın olacağını fark etmemizi istemiştir.

 

Kullarının nasıl bir hayat yaşamasını istediğini, peygamberleri ve kitapları ile nasıl bildirdiyse; bu ilâhî îkaz vasıtası ile gafletten bir an önce sıyrılmamız gerektiğini, yoksa ilâhî felâketlere dûçâr olabileceğimizi yeniden hatırlatmıştır. 

 

Yaşadığımız felâketler ilâhî bir cezadır çünkü; Allah -celle celâlühû- kendine isyan edenlere kahır tecellîsini göstermektedir. Nefislerinin boyunduruğuna girmiş, haram-helâl demeden mal biriktirme derdine düşmüş, hevâsını ilâh edinmiş bizler için yerkürenin zaman zaman buna dayanamayıp sarsılmasına şaşırmamak gerekir. Toprak kendi üstünde işlenen bu günahlara dayanamazken, Rabbimiz’in kahır tecellîsinin olmayacağını düşünmek câhillikten başka bir şey değildir. 

 

Ruhlarda yaşanan mânevî depremlerden sonra, yeryüzünde de felâketlerin olması tabiî bir sonuçtur. Çünkü; fesâdı çıkaran insanoğlu, kahr-ı ilâhîyi cezbetmektedir. Allah; nefsimizin kölesi olmaktan vazgeçip, kulluğumuzu hatırlamamızı bu vesile ile istemektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:

 

“Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, günah işleyip yoldan çıkmaları yüzünden onlara azap dokunacaktır.” (el-En‘âm, 49)

 

Bu ilâhî îkazların bir sonucu daha vardır. O da sâlih kulların mertebelerinin artmasıdır. Bu tip felâketler; masumlar için bir mağfiret ve keffâret olmaktadır, mânevî dereceleri yükselmektedir. Bir hâdîs-i şerifte şöyle buyurulur:

 

“Kulun Allah indinde bir mevkii vardır ki, ona ibâdetle erişemez. O mevkie erişinceye kadar Allah, onu hoşuna gitmeyen (iptilâ ve musîbetler)le imtihan eder.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 292)

 

Dünyamızda meydana gelen bu ilâhî îkazlarda mü’min duruşu nasıl olmalıdır?

 

İlâhî îkazları yaşadığımız dönemlerde nasıl davranmamız gerektiğini, Mesnevî-i şerifte yer alan; Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti zamanında yaşanan bir yangın hâdisesinin hikâyesi ile aktarmaya hayret edelim:

 

“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti zamanında, Medîne-i Münevvere’de bir yangın vukû bulur. Yangın çok şiddetli ve çok büyüktür. Su ile söndürülmeye çalışan ateşe su döküldükçe, o bile yanar sanki. Bu hâdiseden dehşete düşen halk koşarak Hazret-i Ömer’e gelir ve;

 

«–Ateş, su ile sönmüyor!» derler. 

 

Hazret-i Ömer;

 

«–O ateş, Allâh’ın alâmetlerindendir. Sizin hasisliklerinizin kıvılcımıdır. Su dökmeyi bırakın da ekmek dağıtın!»” der. 

 

Kıssadan hisse: Hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere;

 

“Sadaka vermek belâyı def eder.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 3/63)

 

Bu minvalde felâket öncesi, olduğu an ve sonrasında zekâtlarımızı ve sadakalarımızı tam vererek Allâh’a olan sadâkatimizi göstermemiz gerekir. Allah korkusu, tazarrû ve niyaz ile Rabbimiz’e ilticâ etmeliyiz. Belki büyük bir felâket yaşandı, lâkin yarın daha büyük bir felâket yaşamayacağımızın garantisi yok. Bu yüzden belânın beterinden, infâk ile Rabbimiz’e sığınmalıyız. Felâket anlarında daha fazla infakta bulunmalıyız. Yaptıklarımızı riyâ ve gösteriş için yapmamalıyız. Kendimizi kerem sahibi insanlar olarak göstermek, en büyük câhillik olacaktır. Allah rızâsı düşünülmeden yapılan hiçbir amel, bizi felâha erdirmeyecektir. Sâlih ameller birer tohumdur. İhlâs ile ekilmelidir. 

 

İlâhî îkazların vukû bulduğu anlar, sabra sarılmamız gereken zaman dilimleridir. Felâketten selâmete çıkabilmek için, sabra çok ihtiyacımız olacaktır. Sabır, imtihanın ilk olduğu andadır. Sonrası, tahammül etmektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:

 

“Hiç olmazsa azâbımız geldiği zaman, yakarıp tevbe etselerdi ya!” (el-En‘âm, 43)

 

Öyleyse; ilâhî îkazların vukû bulduğu anlarda ve zamanlarda tevbe ve istiğfârı artırmalıyız. «Bu imtihan geçicidir, herkesin başına gelir.» gözüyle bakmamalıyız. Özellikle tabiî âfetlerde; «Tabiat hâdisesidir, ne olacak!» diye düşünmemeliyiz. Allah son nefesi verene kadar, tevbe kapısını kullarına açık tutuyor. Zaman kaybetmeden bu kapıdan girmeliyiz. Yarın bizler için meçhul. Bu yüzden bu günden kalplerimizi tevbe ve istiğfâr ile arındırmalı, merhamet ve fedâkârlık ile doldurmalıyız.

 

Dertlilerin derdine derman, yaralı gönüllere merhem olan kâmil mü’minlerden olabilmemiz duâ ve niyâzı ile yazımızı Mevlânâ Hazretleri’nin sözleri ile bitirelim:

 

“Mukadder olan belâları bizim rûhumuzdan def eyle! 

 

Bizi saf ve hâlis kardeşlerden, yani sağlam müslümanlardan ayırma!” (Mesnevî, c. 3, beyit. 3890) 

 

Bu vesile ile, ülkemizde yaşanan deprem hâdisesinde vefât eden bütün kardeşlerimize rahmet, yaralılarımıza âcil şifâlar dilerim. Rabbim bir daha yaşatmasın. Âmîn.