DEPREMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Âdem SARAÇvardisarac@yahoo.com.tr 

 

Hicretin beşinci yılında, alışılagelmiş vâkıaların dışında, ay ve güneş tutulması ile yeni hâdiseler yaşanmıştı.

 

Ve bir gün, hiç de alışık olmadıkları bir şey oldu. Önce hafif başlayan sarsıntı, sonra birden artarak, yer şiddetli bir şekilde depreşmeye başladı! Binalar ve ağaçlar sallanıyor, bazı şeyler devrilip düşüyordu.1

 

–Zelzele oluyor, zelzeleee!

 

Sarsıntının dozu arttıkça, bağrışmaların da dozu artıyordu. Ne yapacağını bilemeyen insanlardan kimileri mescide koştuğu gibi, kimileri de evlerine koşuyordu! Aynı korku ile evlerinden çıkıp, sağa-sola deliler gibi kaçışanlar da vardı. Ne yapacağını bilemeyip, şaşkınlık içinde bocalayanlar da vardı!

 

Bu olağanüstü hâlde bile metânetini koruyanlar, bütün sesleriyle haykırarak, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın buyruğunu duyurmanın derdine düşmüşlerdi:

 

–Mescidden, evlerinizden ve kapalı yerlerden çıkıp, boş alanlara gidin!2

 

Böyle bir sarsıntıyla ilk defa karşılaşıyorlar, böyle bir şeyi ilk defa yaşıyorlardı! Bu yüzden hem çok korkmuşlar ve hem de ne yapacaklarını bilemez bir hâle gelmişlerdi.

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın tâlimatıyla boş alanlara hızla giden insanlar; korkulu gözlerle birbirlerine bakarken, yürekler hop inip hop kalkıyordu. Neyse ki sarsıntı çok sürmedi.

 

Ay ve güneş tutulmalarında olduğu gibi, millet korkuyla ne yaptığını bilmez bir hâldeydi! Kimisi tenekelere vuruyor, kimisi tencere ve tabakları yere çalıyor, kimisi ateş yakmaya çalışıyordu. Çok farklı kavramlarla dillendirilen yer sarsıntısından kurtulmak için, çok daha farklı ve enteresan usûllere başvuruyorlardı.

 

–Ey insanlar! Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın emridir! Musallâya toplanın, musallâya!

 

Münâdîler böyle haykırınca, sesi duyan herkes, musallâya doğru daha bir hızlanmaya başladı. Ortalık ana-baba gününe dönmüştü. Ne ay tutulmasına ve ne de güneş tutulmasına benziyordu bu! Apayrı bir şeydi. Bütün herkes çok korkmuştu.

 

Hicretin beşinci yılında; Medine’de zelzele olup, yer sarsıldı. Yani bugünkü anlamda deprem oldu.

 

Böyle bir dehşeti ilk defa görüp yaşayan sahâbîler, her zaman olduğu gibi yine Rasûlullah -aleyhisselâm-’a baktılar. İslâm ile şereflendikten sonra câhiliyye döneminde yaptıkları şeyleri yapamazlardı artık. Böyle dehşetli günlerde nasıl hareket edileceğini yine Rasûlullah -aleyhisselâm- göstererek, o anda orada olan bütün insanları musallâya yönlendirdi. Herkesi sükûnete davet ettikten sonra şöyle buyurdu:

 

–Hiç şüphesiz ki, Rabbiniz; sizi, râzı olacağı duruma döndürmek istiyor. Öyle olunca, siz de O’nun rızâsını dileyiniz!3

 

Ay ve güneş tutulmasına şâhit olmuşlardı. Şimdi de depremle sarsılmışlardı. Ama bu deprem, ay ve güneş tutulmalarına hiç benzemiyordu. Oldukça korkutucuydu.

 

Başımıza her ne gelirse, kendi yapıp ettiklerimizden dolayıdır. Ayrıca, bizim tam olarak anlayamadığımız bir imtihan cümlesindendir.4

 

Biz de böyle durumlarda Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın buyruğunu tutacak, sahâbîlerin yaptıklarını yapacağız elbet. Nebevî buyruk açık ve net çünkü: 

 

–Hiç şüphesiz ki, Rabbiniz; sizi, râzı olacağı duruma döndürmek istiyor. Öyle olunca, siz de O’nun rızâsını dileyiniz!5

 

Allâh’ın râzı olduğu şeyler! Hem kendimiz ve hem de bütün varlıklar için, iyi ve güzel olan her şey, Allah ve Rasûlü’nün râzı olacağı amellerdir. Öyleyse biz de Allah ve Rasûlü’ne itaat edeceğiz.

 

Depremin yapısını ve deprem hakkında ilmî îzahları uzmanlarına bırakıyoruz. Herkes kendi alanında beyânatta bulunmalı çünkü. Biz burada deprem esnasında asr-ı saâdette ne yapıldığını ortaya koyarak, olayın sadece ilâhiyat boyutunu anlatmaya çalıştık.

 

Her şeyde olduğu gibi, bulunduğumuz yerde ya da başka bir tarafta deprem olduğu zaman, her birimiz bir insan olarak etkileniriz. Ancak böyle olağanüstü hâdiseler, bizim ciddî bir şekilde bir şeyler düşünmemize vesile olmalıdır. Depremle yaşamak durumundayız çünkü.

 

Medine’deki bu deprem vesilesiyle, biz de burada sesli düşünerek, düşündüklerimizi paylaşmak istiyoruz…

 

Deprem, dehşetli bir hâdise; hepimizi korkutan korkunç sarsıntı! Deprem ile her şeyimiz altüst oluyor, ne yapacağımızı bilemez bir hâle geliyoruz. Sonra da büyük bir korku ve panik ile kaçışmaya başlıyoruz.

 

Bir insan kendi evinden kaçar mı, kaçıyoruz işte; hem de ne kaçış! Kendi evimizden ve eşyalarımızdan kaçıyoruz! Dehşetli bir korkunun yanında, ne yaptığını bilemez bir telâş ile hem de!

 

Fena hâlde sallanıyoruz! Sarsıldıkça sarsılıyoruz! Bir anda başlayan sarsıntı, yarım dakika içinde her şeyi altüst ediyor!

 

Her saniyesi daha da korkutan bu korkunç sarsıntının ardından, dehşetli kaçış ile kendimizi dışarı atmaya çalışıyoruz! Yaşadığımız akıl almaz şeyler, bize çok daha farklı şeyler düşündürüyor muhakkak.

 

Gündemimize hiç almadığımız veya gündemimizin en sonuna bıraktığımız ya da lütfen gündeme sıkıştırdığımız aslî gerçek, bir anda gündemin birinci maddesi değil, tek maddesi oluveriyor; ne yapıyoruz ve nereye gidiyoruz? Âyet ifadesiyle; 

 

“Nereye gidiyorsunuz?”6 sorusu, deprem ile beraber, sarsıyor artık gönlümüzü!

 

Unuttuğumuz şey hatırlatılıyor bize sanki! Kim bilir, belki de haddimiz bildiriliyor! Üzerinde yaşadığımız mülkün gerçek sahibi her şeyi ile ortada iken; O yokmuş gibi davrandığımızdan mıdır, nedir, bilinmez! Ne olduğumuz mu hatırlatılıyor acaba? Kendimize gelmemiz mi isteniyor bizden?!. Gücümüz, kudretimiz ne ki bizim? Ne kadar âciz varlıklarız, bir kez daha çıkıyor ortaya işte! Bir kez daha görüp yaşıyoruz ki, serâpâ başıboşluktan başka bir şey değil yaşadığımız! Kendimize gelmeli, ciddî bir muhasebe ile yeniden derlenip toparlanmalıyız artık.

 

Deprem olmuştu, oldu, oluyor, olacak…

 

Deprem şehirde, köyde, ovada, havada, suda, taşta, toprakta, binada, betonda değil; öncelikle ve özellikle gözlerde, gönüllerde ve beyinlerde oldu, oluyor, olacak. Her şey yürekte başlıyor ve yine yürekte bitiyor çünkü!

 

Önce gözlerde oldu deprem! Gözler kaydı yerlerinden! Hem de çok şiddetli bir şekilde. Ölçüsüz bir hâle geldiğimiz için, ölçemedik bunu. Ufuklar, açılar, görüşler, basîretler yıkıldı bir bir!

 

Sonra yüreklerde oldu deprem! Yürek depremi ile gönüller sarsıldı sonra! Hem de çok şiddetli oldu bu. Ölçülemedi şiddeti. Gönül depremini ölçecek âlet yoktu çünkü! Nice gönül evleri, apartmanları, köşkleri, sarayları, kaleleri yıkıldı! Nice sütunlar, direkler, kazıklar devrildi! Gönül kıyâmeti koptu sanki! Yürek memleketi harabeye döndü! Fakat ne duyabildik bunu ve ne de görebildik! Duymak ve görmek herkesin kârı değildi çünkü. İşiten sağır, gören kör olmuşuz sanki!

 

Sonra beyinlerde oldu deprem! O da çok şiddetliydi! O da ölçülemedi. Ölçülemezdi; ölçümüzü kaybetmiştik çünkü! Onun için bu türdeki ölçümlerimiz hep yanlış oluyordu! Beyin depremi ile de asırlardır atılan temeller, kök salan serviler söküldü yerlerinden! Sökülüp fırlatıldı bir yerlere! Biz yine göremedik, yine duyamadık bunu da!

 

Ardından bütün bedende oldu deprem! Duyguların bittiği yerde, beden de bitip tükenivermişti. Ve insan enkazı oluştu! Bu denli korkunç yıkımlar karşısında bile, uyanamadık bir türlü! Öyle bir uykuya dalmışız ki; uyanmamız için, böylesine bir sarsıntı bile yetmedi bize!

 

Nihayet yer depreşti! İsyan etti bize. Şöyle bir silkindi, sallandı! Öyle ki neye uğradığımızı anlayamadık…

 

Belki en büyük deprem; depreme, hazırlıksız yakalanma depremiydi. Belki bu idi ilk ciddî sarsıntı! Belki bu idi ilk eğilme, kırılma ve çatlama! Belki böylesi bir deprem ile korku salınmıştı gözlere, yüreklere, beyinlere! İnsanın, insanlık sırrı fena hâlde oynamıştı yerinden!

 

Olayı geçiştirmek, bastırmak, susturmak veya oyalamak çözüm değil ki. Bastırılmış hiçbir duygu, düşünce, fikir, inanç kendi kendine ortadan kaybolmaz çünkü!

 

Aksi hâlde iç depremler, iç kanamalarla beden memleketini perişan edeceğe benzer! Susturmak, hatırlanmasına, bilinip yaşanmasına mâni olmak değil; konuşturmak, hatırlatmak, yaşanmasına ortam hazırlamak gerekir.

 

Korkunun kölesi olmak değil; onun efendisi olma çabasına girmek. Korkuyu yok etme ütopyasından vazgeçip, onu dizginleyebilme erdemine ulaşmak. Korkuyu sırtımıza almayalım, korkuya binelim! Onunla yaşamayı öğrenelim artık!

 

Acılar unutulmaz; unutturmaya çalışmak yerine, acıların verdiği enerji ile sarp yokuşları tırmanmaya çalışmak, daha akıllıca bir faaliyet olur.

 

Acı ve sıkıntılar karşısında; taşkınlık yapmadan, isyanın her türlüsünden şiddetle kaçınmamız lâzım. Sadece kendimiz için değil, bütün insanlık için yapalım bunu. Çünkü isyanlar yükselir yükselir, belli bir tabakadan sonra azap (belâ-musîbet) olarak iner (geri döner). Tıpkı yükselen buharın, yerine göre yağmur, kar ve dolu olarak inmesi gibi. İlâhî gazaba davetiye çıkarmadan vazgeçip, kendimize gelmeliyiz artık.

 

Uyarılar çok dehşet!7 İliklerimize kadar yaşadığımız bunca acılar yetişir artık. Bize bahşedilen içimizdeki o olağanüstü gücü (îman-amel bütünlüğünü) çıkaralım ortaya. İçimizdeki depremi durdurmak için; «Dur!» diyelim artık serkeşliklerimize. Yoksa işimiz zor, üstelik sadece zor değil, çok zor!8

 

Kendimize gelelim artık, Hakk’a dönelim; tevhîd ile yeniden dirilelim.

 

Depremler, bizde bir şeyler depreştirmeli! Depreşen duygular, canlanan hisler, idrâk eden akıl ile ne yapmamız gerekiyorsa, hiç zaman kaybetmeden onu yapalım artık. Bunun için, her şeyimizde olduğu gibi, böylesi olaylarda da Rasûlullah -aleyhisselâm- ve ashâb-ı kirâmın, neyi ve nasıl yaptıklarına bakalım.9

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın tâlimatları, sahâbîlerin davranışları en güzel örnektir bize. Korkunç sel felâketleri, büyük çaplı kasırgalar, ay ve güneş tutulmasına şâhit olmuş, depremle de sarsılmışlardı. Benzeri olağanüstü durumlarda delicesine sağa-sola kaçışıp dağılma yerine, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın tâlimatıyla açık meydanlara koşmuşlardı. Deprem bütün herkesi kuşattığı için, îmân eden mü’min de vardı, inkâr eden kâfir de! İkiyüzlü davranan münafıklar da vardı, yahudi ve hıristiyanlar da! Bunca insanı, karmaşa olmadan bir yerde tutmak ve gereken uyarılarda bulunmak için, hepsi musallâya çağrılmışlardı.

 

Buna rağmen; müslüman olmayanlar hâlâ bâtıl şeylerden medet umuyor, bu büyük âfetten korunup kurtulmak için, delicesine işler yapıyorlardı.

 

Hâlbuki, Peygamberimiz -aleyhisselâm-, câhiliyye devrinin bâtıl inançlarını kökten söküp atmış; böyle olağanüstü durumlar karşısında nasıl hareket edileceğini, onların hepsine göstermişti. Ve yine böyle hâdiselerde, tevbe istiğfarla beraber, tek sığınağın sadece Allah olduğunu ve O’na her hâl ü kârda ibâdet edilmesi gerektiğini, ashâbı ile beraber bizzat yaşayarak göstermişlerdir.

 

Vesselâm… 

 

_________________

 

İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 2, s. 472.

 

Beyhâkî, Sünenü’l-Kübrâ, c. 3, s. 343.

 

İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 2, s. 472; Beyhâkî, Sünenü’l-Kübrâ, c. 3, s. 343; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 29; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 4, s. 363.

 

İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 29; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 4, s. 363.

 

Beyhâkî, Sünenü’l-Kübrâ, c. 3, s. 343; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 4, s. 363.

 

Kur’ân-ı Kerîm, et-Tekvîr Sûresi, 81/26.

 

Kur’ân-ı Kerîm, el-Enfâl Sûresi, 8/25.

 

Kur’ân-ı Kerîm, ez-Zilzâl Sûresi, 99/1.

 

İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 2, s. 472-473; Beyhâkî, Sünenü’l-Kübrâ, c. 3, s. 343; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe Fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 22, 29; Halebî, İnsânü’l-Uyûn, c. 2, s. 628; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 4, s. 363.