Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -24- KAİDELEŞTİRMENİN FAYDASI

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

PRENSİPLER ÇERÇEVESİNDE

 

Otuz Altıncı Kaide:

 

Bu kaidemiz hem tasavvufla ilgili hem de genel bütün ilimlerle ilgili bir ön bilgiyi bizlere veriyor. 

 

“(Herhangi bir) ilmin, kaideleriyle zapt edilmesi önemlidir.”

 

Yani ister dînî ister fennî herhangi bir ilmi, birtakım kaideler çerçevesinde, temel prensipler muvâcehesinde mazbut hâle getirmek, ana hatlarıyla kavramak önemlidir. Eğer böyle olursa;

 

“Bu kaideler; 

 

•O ilmin meselelerini zapt eder, (bir araya getirir, dağılmasını önler.) 

 

•O ilmin mânâlarını anlaşılır hâle getirir. (İlmin kavranmasına, idrâk edilmesine yardımcı olur.) 

 

•O ilimde geçen lâfızlar, bu kaideler sayesinde daha kolay kavranabilir, idrâk edilebilir.

 

•O ilmi bildiğini iddia ederek konuşanların yanlışını, eğrisini bertaraf eder. 

 

•O ilmin hakikatli yolcusuna rehberlik eder. 

 

•O ilmin bahislerini müzâkere etmek, tekrarlamak isteyenlere yardımcı olur. 

 

•O ilimde münâzara yapacak kimselere de delil sağlamış olur. 

 

•O ilmi mütalâa eden, mahiyetini kavramaya çalışan kimseler için de yolu aydınlatır.

 

•O ilmin ehline; hak ve hakikati beyan eder, bâtıl olanı da yerli yerince gösterir.”

 

Müellifimiz, âdeta bu eserinde esas aldığı usûlü anlatıyor. Kendisi de şerh ve tercüme ettiğimiz bu eserinde, tasavvufun kaidelerini ortaya koymaya çalışmıştır. 

 

Tasavvuf bir ilimdir. Bu kaidelerle beraber tasavvuf ilmini; başı sonu belli, mazbut bir bütün hâline getirmiştir.

 

Bu kaideler sayesinde tasavvufta basîret sahibi olan kimseler yol bulabilirler. Müzâkere etmek isteyen, hatırlamak isteyen, tekrar tekrar okumak isteyen, bu kaidelerden yardım görür. Birileriyle, tasavvuf muârızlarıyla münâzara edecek olanlar, bunları bir delil olarak değerlendirebilirler. Bu kaideler mütalâa etmek isteyen kimseye de tasavvuf yolunu aydınlatacaktır. Tasavvuf adına ortaya çıkmış ama bâtıl, yersiz ve hakikatsiz olan iddiaların da tasavvuf olmadığını beyan eder. 

 

Peki herhangi bir ilmin kaidelerini nasıl tespit edeceğiz, nasıl bunları ortaya çıkaracağız?

 

“Bir ilmin fer’î meselelerini bütün yönleriyle kavrayan kimse, kaidelerini oradan çıkarabilir.” 

 

İlmin fer’î meselelerinden, yani alt başlıklarından, teferruatından bu kaideleri çıkarabilirsek bu kaideleri öğrenmek isteyen, bunları talep eden kimse için daha istikrarlı olmuş olur. Lâkin;

 

“Anlayışların (bu ilimlerden) uzaklaşmış olması (artık başka yerlere yönelmiş olması), bu kaide çıkarma işini gerçekleştirmeye mâni olmaktadır. 

 

Bundan dolayı mütekaddim / ilk dönem âlimlerinden daha ziyade, müteahhir / son dönem âlimleri bu kaidelerle ilgilenmişlerdir. Cenâb-ı Allah en doğruyu bilendir.”

 

İlk dönem âlimleri,* ilk dönem mutasavvıfları daha çok işin pratiği ile alâkadar oldular. Pratiğinden teorisine pek vakit bulamıyorlardı. Fakat zaman geçtikçe himmetler kısalmaya başladı ve netice itibarıyla meseleleri daha anlaşılır hâle getirmek için son dönem âlimlerinin böyle hizmetleri ortaya çıktı. 

 

Müteâkip kaidede; Müellifimiz, bu maddede kısaca temas ettiği önceki âlimler ve sonraki âlimler mukayesesine ışık tutacaktır. 

 

İLİM BİR İLÂHÎ HEDİYE

 

Otuz Yedinci Kaide:

 

“İlmin aslı (kökü) hakikatli bir şekilde ortaya konduğunda,

 

•O ilmin maddeleri bilindiğinde, 

 

•Fer’î meseleleri iyi kavrandığında, 

 

•Usûlü / metodu açığa çıktığında bu ilmin ehli tarafından anlaşılması, kavranması gayet kolay hâle gelir. 

 

Böyle olunca da;

 

«Önceki âlimler, sonrakilerden daha evlâdır / üstündür.» diye bir durum söz konusu olmaz.»” 

 

Yani; «İlk dönem âlimleri tasavvuf ilminde daha derinleşmişlerdi. Dolayısıyla son dönem âlimlerine bir şey kalmadı.» demek yerinde olmaz.

 

“İlk dönem âlimlerinin öncelik fazîleti olsa da (durum değişmez.)”

 

Evet, ilk dönem âlimleri elbette öncelik fazîletini elde bulunduruyorlar. Bu konulara ilk defa temas etmenin fazîleti onlara aittir. Fakat eğer bu ilim; anlatıldığı şekliyle tamamen ortaya konulmuş ise; 

 

“(Kimin üstün olduğu hususunda) ilim hükmedecektir.”

 

Artık söz söyleme mevkiinde olan ilimdir. İlim hâkimdir; kimin daha doğru kimin ise yanlış olduğuna karar verecek olan ilimdir. Yoksa; «Öncekilerin her yaptığı doğru; sonrakilerin her söylediği yanlıştır!» diye bir genelleme kabul edilemez.

 

“Kaldı ki son dönem âlimlerinin bakışı, öncekilerin bakışına göre daha tamamdır. Çünkü öncekilerin birikimi üzerine ilâve etmektedir (onların söylediklerini görme nasîbi vardır).”

 

Niye? Sonraki asırlarda yaşayan bir âlim; Gazâlî’nin, İmam Râzî’nin, İmam Muhammed’in, Ebû Yûsuf’un görüşlerini okuyup anlayabilme, idrâk edebilme ve daha fazla mütalâa etme imkânına sahiptir.

 

Sonradan gelenler öncekilerin bilgilerine vâkıftırlar. Öncekilerin eserlerinden istifâde edebilmektedirler. Ama önceden gelenler; sonradan gelenlerin fikirlerinden, düşüncelerinden mahrumdurlar.

 

Maamafih;

 

“Cenâb-ı Allah’tan feth-i Rabbânî gelmesi herkes için beklenen, ümit edilen bir durumdur.”

 

Yani Cenâb-ı Allah, önce gelmiş olan âlimlere fütûhatlar, fetihler nasip ettiği gibi sonrakilere de bu fetihleri müyesser edebilir.

 

“Meşhur İbn-i Mâlik (ö. 672/1274)’in sözü şâyân-ı dikkattir: 

 

«Eğer ilimler, ilâhî hediyeler, bağışlar ve kişiye özel mevhibeler, armağanlar ise; Cenâb-ı Allâh’ın, öncekilerin zorlandığı birçok meselede sonradan gelenlere hediyeleri, bağışları saklayıp vermesi uzak bir ihtimal değildir.

 

İnsaf kapısını kapatan, adâlet duygusunu zedeleyen ve güzel vasıfları takdir etmekten alıkoyan hasetten Allâh’a sığınırız.»

 

Bu güzel bir sözdür.”

 

Cenâb-ı Allah; Vehhâb sıfatıyla öncekilere de sonrakilere de ihsanda bulunmuş, hediyeler lutfetmiştir. 

 

Binâenaleyh öncekilerin çözemediği bir meseleyi sonradan gelen birinin çözmesi imkânsız değildir. Cenâb-ı Allah böyle bir lutfu, dönem olarak sonradan gelen bir âlim için de saklamış ve zamanı gelince ona vermiş olabilir.

 

“−Öncekiler bilemedi de sen mi bileceksin?” türünden bir çekememezlik illetinden Allâh’a sığınırız.

 

Değişen ve ilerleyen zamanın da meseleleri anlamaya katkısı göz ardı edilemez. Aynı âlimin dahî ömrünün ileriki yıllarında farklı kanaatlere vardığı çok örnek mevcuttur. İmâm-ı Şâfiî’nin Mısır’a gitmesi ve Ebû Yûsuf’un Bağdat kadılığından sonra birçok yeni kanaatlere ulaştıkları bu hususta misal verilir. 

 

Diğer taraftan;

 

Modernist bir zihniyetle, sırf «eski» diye mütekaddim âlimleri bir şey bilmez yerine koymak da tamamen ahmakça bir yaklaşımdır. 

 

İlim ve idrak, Cenâb-ı Hakk’ın bir ikrâmıdır. Onu dilediğine verir. 

 

Rabbim, eski ve yeni cümle ilim ve irfân ehlinden istifâde etmeyi nasîb eylesin. Âmîn… 

 

____________________________________________________

 

Çeşitli ilimlerde merkez nokta kabul edilen bir âlimin öncesi mütekaddimûn, sonrası müteahhirûn olarak adlandırılır. Çoğunlukla bu merkez tarih hicrî 4’üncü (Mîlâdî 10’uncu) asırdır. (Bkz. DİA Mütekaddimîn-ve-Müteahhirîn»)