Ebedî mûcize, yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’e yapılan aşağılık saldırılar üzerine… ALLAH NÛRUNU TAMAMLAYACAKTIR!

Osman Nûri TOPBAŞ

 

Hak ile bâtılın mücadelesi, kıyâmete kadar devam edecektir.

 

Çünkü tarih; tekrar tekrar sahnelenen bir tiyatro oyunu gibidir. Rol alanlar değişse de senaryo değişmez. İbn-i Haldun’un ifadesiyle; 

 

“Geçmiş hâdiseler; gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

 

Tarih; hem altın sayfaları, hem de karanlık zulüm sahneleri ile beşeriyete ne büyük bir ibret ve irşad âbidesidir. Nitekim üstümüzdeki semâ, insanlık tarihi boyunca Allâh’ı inkâr edenlere ızdırap ve felâketler döken eski semâdır. Tepemizdeki güneş, bir zamanlar Nemrutların, Firavunların, Hâmanların, Kārunların, Âdların ve Semûdların saraylarını, köşklerini ve hazinelerini aydınlatan, sonra da harâbelerinin üzerine haşmetle doğan aynı güneştir. Bir zamanlar isimleri bile korku ile anılan azametli krallar ve zâlimler, tarihin çöplüğünde yok olup gittiler. Saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendiriyor.

 

Binlerce yıl önce Hazret-i İbrahim’e, Hazret-i Musa’ya îmân etmeyen, onları yalanlayan zâlim ve küstah Nemrut ve Firavunların âkıbeti ile, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e eziyet ve hakaretlerde bulunan Ebû Cehillerin, Ebû Leheblerin âkıbeti aynı olmuştur. Hak ve hakikate düşmanlık edenlerin âkıbeti yarın da aynı olacaktır.

 

Nasıl ki câhiliyye devrinde âhiret haberini getiren Allâh’ın Kitâb’ına hakaretler edilmişse, vahyin sesi zulüm ve haksızlıklarla bastırılmak ve susturulmak istenmişse; günümüzün modern câhiliyyesinde de Ebû Cehillerin, Ebû Leheblerin temsilcileri olan nâdanlar tarafından aynı hakaretler devam ediyor.

 

Bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Zira meyveli ağaç taşlanır. Hırsız, kuyumcu dükkânını soymak ister, eskici dükkânını değil.

 

Günümüzde; yegâne hak din olan İslâm’ın dünya çapında rağbet bulmasına mâni olmak isteyenler tarafından, maalesef «İslâmofobi» adı altında, çirkin bir nefret ve düşmanlık dalgası oluşturuldu.

 

İslâm düşmanlarının son zamanlarda saldırılarını sıklaştırmaları da gösteriyor ki; İslâm, insanlığın huzuru için tek çaredir. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i karalamak üzere film çevirerek, rezil karikatürler yaparak, Kur’ân-ı Kerîm’i yakmaya cür’et ederek, gayzlarını kusan ve iç dünyalarındaki katranı ortaya döken bu nefret çetesinin tek derdi, İslâm’a yönelişin önüne geçmektir. Fakat Allâh’ın izniyle bu emellerinde muvaffak olamayacaklardır. Çünkü âyet-i kerîmede şöyle buyuruluyor:

 

“Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” (et-Tevbe, 32)

 

Evet; Cenâb-ı Hakk’ın «nûrunu tamamlayacağı» va‘di, bir îman umdesidir. Lâkin Cenâb-ı Hak; nûrunu tamamlama husûsundaki va‘dini insanlar eliyle gerçekleştireceğine göre, hepimiz o va‘din gerçekleşmesi için gücümüz nisbetinde bir hamle ve fedâkârlık hâlinde olmalıyız. Yoksa Rabbimiz yine nûrunu tamamlar, fakat bu hizmetlerde ihmalkâr davrananlar mes’ûl olurlar.

 

Yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerim, elbette Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî muhafazası altındadır. Onun bir harfi bile değişmeden bugüne kadar geldiği gibi, kıyâmete kadar da hiç bozulmadan devam edeceği, ilâhî bir va‘ddir. Kur’ân’dan önceki ilâhî kitaplara yapılan tahrîfi Kur’ân-ı Kerîm’e yapamayanlar, ona hakaret etmekle ancak kendi çaresizlik ve zavallılıklarını îlân etmiş olmaktadırlar.

 

Fakat Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

 

“Köpeklerin ağzı değdi diye deniz kirlenmez!..” 

 

Yani câhil ve nâdan kimselerin ileri-geri konuşup hakaret etmeleri, hakikatin kıymetinden bir şey eksiltmez. Güneşi balçıkla sıvamaya çalışanların ellerindeki çamur, sadece kendi murdarlıklarının şâhidi olur.

 

Mânevî değerlerimize saldıran, mukaddesâtımıza dil uzatan kendini bilmezler, onların yücelik ve şerefine asla halel getiremezler. Bu menfî tavırlarıyla onlar; ancak kendi rezillik ve alçaklıklarını artırmış, âhiretteki azaplarını daha da şiddetlendirmiş olurlar.

 

Fakat böyle durumlarda mü’minler olarak, İslâm şahsiyet ve vakarını koruma husûsunda ne kadar gayret-i dîniyye sahibi olduğumuzdan imtihan edildiğimizi, asla unutmamalıyız. O zâlimlere karşı, Allah için buğzun tabiî gereği olan tavırları sergilemeliyiz.

 

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyuruyor:

 

“Kâfirlere asla boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı bütün gücünle büyük bir cihâd et!” (el-Furkān, 52)

 

Âyet-i kerîmedeki bu «büyük cihad» emri, henüz mü’minlerin müşriklerle mücadele edebilecek maddî güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde gelmişti. Bu ilâhî emir, cihâdın en mühim mânâlarından birini ortaya koyuyor ki, o da, Kur’ân’ın yaşanarak tebliğ edilmesidir.

 

O zâlimler, nasıl ki yaptıkları hakaretlerle İslâm’ın nûrunu söndürmek, çıkardıkları gürültüyle Allâh’ın kelâmı işittirmemek istiyorlarsa, onlara karşı yapılacak en büyük cihad da, dün de bugün de insanlığın yegâne kurtuluş reçetesi olan Kur’ân-ı Kerîm’in mesajlarını gönüllere ulaştırmak için, her zamankinden daha çok gayret göstermemizdir.

 

֍

 

Unutmayalım ki kâinat, sessiz bir Kur’ân; Kur’ân da sesli bir kâinattır. İnsan ise, ilâhî sır ve hakikatlerin bir tecellî âbidesi olarak, bunların özü ve zübdesi mevkiindedir.

 

Bu itibarla, erişilmez incelikler ve dibi görülmez derinliklerin örneği ve mahlûkatın en şereflisi olarak yaratılan insan; bu yüksek kıymetini, ancak Kur’ân istikametinde bir hayat yaşamakla muhafaza edebilir.

 

Kur’ân-ı Kerîm’in en mühim berekâtından biri; insanları içten uyandırmak, dış güzelliklerle hislendirmek, âfak ve enfüs cilveleri içinde onu Rabbinin muhabbetine çekmektir. İlâhî kudret tecellîlerinin sergisi olan bu güzel kâinat karşısında duygulanmak, hisli bir yürekle ürpermek, ancak ilâhî beyanlar ışığında yaşayıp canlı bir Kur’ân olanlara mahsus bir keyfiyettir.

 

Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’e muhatap olmakla şereflenen bizler de; evvelâ Kur’ân’ın ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla kâmil olarak âdetâ canlı bir Kur’ân hâline gelmeliyiz. Hâlimizle, kālimizle ve davranışlarımızla İslâm’ın güzelliklerini insanlığa tebliğ ve temsil etmenin gayretine girmeliyiz. 

 

İşte bu takdirde, Firavunların ve Nemrutların bugünkü temsilcileri tarafından İslâm’a ve Kur’ân’a yapılan saldırılar; asr-ı saâdette olduğu gibi neticesiz kalacak, bilâkis nice nasipli gönlün -inşâallah- daha çok İslâm’a yönelmesine vesile olacaktır.

 

Bunun için, İstiklâl şairimiz Âkif’in dediği gibi:

 

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!..

 

Cenâb-ı Hak; yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’i lâyıkıyla idrâk edip muktezâsınca yaşayabilmeyi, kıyâmet günü de onun güzel şâhitliğine ve şefaatine erebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

 

Âmîn!..