«RIZÂ İSTER»

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Ebû Abdillâh Muhammed bin İdrîs bin Abbâs eş-Şâfiî, nâm-ı
diğer
 İmam Şâfiî, 767’de Gazze’de doğdu. İlme ve ok sporuna meraklıydı. Yedi yaşında hâfız-ı Kur’ân oldu. İlim tahsiline devam etti. Otuz yaşında devlette vazife alıp idareci olduysa da daha sonra bu vazifeyi bırakıp tamamen ilme yöneldi. İmam Muhammed’den istifade etti. İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe’nin talebesi olan İmam Şâfiî, Ahmed bin Hanbel’in de hocasıdır. Şafiî Hazretleri, 19 Ocak 820’de vefat etti. Kabri, Mısır’dadır. 

 

*

 

İmam Şâfiî Hazretleri, bir sabah namazdan sonra evine dönerken yolda bir tanıdığına rastladı. Ahbâbı selâm verdikten sonra; 

 

“–Nasıl sabahladın?” diye sordu. İmam Şâfiî;

 

“–Şu sekiz şeyin benden istendiğini düşünerek sabahladım! Rabbim benden farzlarını, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benden sünnetlerini yerine getirmemi istiyor. Aile efrâdım günlük nafakalarını istiyor. Nefsim ona tâbî olmamışeytan arkasından gitmemi, sağ omzumdaki melek amel defterime iyi şeyler yazdırmamı istiyor. Geçen günler ihtiyarlamamı, Azrâil de her an ölüme hazır olmamı istiyor. İşte ben bütün bu isteklerin muhatabı olarak sabahlamış bulunuyorum. Güne bunları tefekkür ederek başlıyorum.” dedi. İmam Şâfiî’yi dinleyen adam, bir müddet tefekkürden sonra;

 

“–Yâ İmam! Bu saydığın şeyler sadece senden değil, benden de isteniyor.” dedi ve ayrıldılar.

«ZARÂFETİNİZİN İFADESİ MEKTUBUNUZ… »

 

Muhammed Es‘ad ERBİLÎ -kuddise sirruhû-, 1847’de Irak’ın Erbil şehrinde doğdu. Medrese tahsilini Erbil’de tamamladı. Tâha’l-Harîrî’ye intisâb etti. 1875’te İstanbul’a gelerek ders okutmaya başladı. II. Abdülhamid’in damadı Hâlid Paşa da talebeleri arasında idi. 1888’de Fındıkzâde’deki Kelâmî Dergâhı şeyhliğine tayin oldu. 

 

II. Abdülhamid tarafından; Erbil’e «sıla-i rahim»e gönderildi. 1908’de İstanbul’a dönerek irşad faaliyetlerine kaldığı yerden devam eden Es‘ad Efendi, 1925’te tekkelerin kapatılmasıyla Erenköy’deki evinde inzivâya çekildi. 

 

1930’da Menemen hâdisesi ile alâkası olduğu ileri sürülerek, oğluyla birlikte tutuklandı. Çıkarıldığı mahkeme oğluna idam, kendisine hapis cezası verdi. Es‘ad Efendi, 3-4 Mart 1931 gecesi Menemen’deki askerî hastahânede vefat etti. Kabri, Menemen’dedir.

 

*

 

M. Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin bir talebesine yazdıkları şu mektup, İslâm zarâfet ve letâfetini ne güzel aksettirir: 

 

“Ey zarâfet yollarını belâgat ve beyan ziynetleriyle süsleyen, irfan sahiplerinin gözlerindeki perdeleri hakikat ve ifade cevherinin sürmesiyle açan yüce Mevlâ, Sen’i tesbîh ederim. 

 

Çünkü Sen, kerem yağmurunla ve ihsan pınarlarınla zarif zâtların kalplerine türlü türlü sanat incilerini, zihin sedefleri içinde yerleştirensin. Duâlarımı vuslat pınarından susuzların kana kana içtiği; cemal şebnemlerini bağrı yanıkların zevkle aldığı yüce Hazret’in huzûruna takdim ettikten sonra… 

 

Hayırlı bir zâttan hayırlı bir haberin gelmesini beklerken, birdenbire zâtınızdan güzel bir mektup geldi. 

 

Bu öylesine bir mektuptu ki; 

 

Sıra sıra dizili bir inci gibi; kırmızı güllerle, güzel kokulu menekşelerle dolu bir bahçe gibi. Âdetâ ferahlık, güzellik ve nimet dolu bir cennet misâli. 

 

Nasıl öyle olmasın ki? 

 

Düşünceler bir gelin kadar süslü, fikirler bir beyitte belirtildiği gibi sabah yıldızı kadar güzeldi. Onun yazıları neredeyse yıldızların aydınlığını da bastıracak güçteydi. Güzel kokular gibi gönlümü hoş etti. Tatlı bir mûsıkî gibi rûhumu raksan etti. Misk gibi kokuyor, mehtap gibi parlıyordu. Allah Teâlâ sizi hayırla mükâfatlandırsın. Bizi ve sizi hoşnut olacağı işlerde muvaffak buyursun, âmîn.

 

Şefkatiniz ve iştiyâkınızla fazîlette bizi geçtiniz Efendim. 

 

Bana gelince; 

 

Hasretinizin ateşiyle kalbim yanıyor, ayrılığınızdan dolayı vücudum gözyaşları ummânına gark oluyor. Sizi anmadan geçen hiçbir zamanım yoktur. Sizden ayrıldığımdan bu yana gece-gündüz gözlerimden ırmaklar gibi yaşlar boşanıyor.

 

Semâdan yağmur indiren ve nezdimde sizin şeref ve vakarınızı artıran yüce Mevlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederim.

 

Kerîm olan Allah’tan; mektuplaşmaya, elçilerin gidip gelmesine hâcet kalmadan kavuşmamızı nasîb etmesini dilerim. 

 

O, her şeye gücü yetendir. 

 

Duâları çokça kabul edendir. 

 

O, ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır.” (Mektûbât, 143)

 

Bu mektup; sanki Hazret-i Mevlânâ ile Şems-i Tebrizî Hazretleri arasındaki bir muhabbet şerâresi!

 

Zira muhabbet; iki kalp arasında mânevî bir cereyan hattıdır.

KABUSNÂME’NİN TERCÜME HİKÂYESİ

 

Sultan II. Murad Han, 1404’te Amasya’da doğdu. Tahsilini tamamladıktan sonra Rum vilâyetine vâli olarak tayin oldu. 1421’de tahta geçti. 1422’de İstanbul’u kuşattıysa da muvaffak olamadı. 1430’da Selânik’i fethetti. 1444’te Varna Muharebesi’ni kazandı. Aynı sene tahtı, oğlu Mehmed’e bıraktıysa da 1446’da tekrar devletin başına geçti. Beş sene daha devleti idare ettikten sonra, 5 Şubat 1451’de vefat etti. Kabri, Bursa Muradiye Camii hazîresindedir.

 

*

 

Sultan II. Murad Han’ın dil hususunda ne kadar hassas olduğunu, Kabusnâme’nin mütercimi Mercimek Ahmed ile arasında geçen şu hâdise ne güzel anlatmaktadır;

 

“Bir gün Filibe yolunda padişahın hizmetine vardım. Baktım ki cihan sultanı, zamanın galibi, sultan neslinden Sultan Murad Han, elinde bir kitap tutar. Bu hakîr, hasta gönüllü; o âlicenap Padişah’a;

 

«–Bu ne kitabıdır?» diye sordum. O tatlı sözüyle; 

 

«–Kabusnâme’dir.» diye cevap verdi ve dedi ki: «Hoş kitaptır. İçinde çok faydalı bilgiler ve nasihatler vardır. Amma Fars dilindedir. Bir kişi Türkçeye tercüme etmiş. Fakat anlaşılır değil, açık söylememiş. Bundan dolayı hikâyelerden tat bulamayız. Amma bir kimse olsa, bu kitabı açık ve anlaşılır bir biçimde tercüme etse, tâ ki mânâsından gönüller haz alsa… »

 

İşte bu mükâlemeden sonra Mercimek Ahmed, kitabı Türk diline tercüme etmeye gönüllü olmuş, Sultan da kendisinin bu isteğini kabul etmiştir. Gayet güzel ve veciz bir biçimde tercüme ettiği eser, günümüze ulaşmıştır.

ŞEYH KUR’ÂN OKUDU, KİLİSE DUVARLARI TİTREDİ

 

Şeyh Şâmil, 1797’de Dağıstan’da doğdu. Said Harakānî’den ve Nakşibendî Şeyhi Cemâleddin Gazi Kumuki Efendi’den ilim tahsil etti. Dâvâ arkadaşlarıyla bir teşkilât altında birleşerek, Rusların zulmüne karşı direniş başlattılar. 1834’ten 1842’ye kadar mücadele ettiler. Dağıstan ve Çeçenistan topraklarında hâkimiyet sağladılar. Bu hâkimiyet 1859’a kadar devam etti. Fakat o sene Şeyh Şâmil Ruslara esir düştü. On sene sürgünde kalan Şeyh Şâmil 1869’da Rus makamlarından hacca gitmek için müsaade aldı. Önce İstanbul’da Sultan Abdülaziz’le görüştü. Ardından da Hicaz’a giderek hac vazifesini îfâ etti. Şeyh Şâmil, 1871’de Medine’de vefat etti. Kabri, Cennetü’l Bakî‘dedir. 

 

*

 

Rus Çarı Şeyh Şâmil’i Petersburg’da bir kilisede misafir ettiği sırada akşam yemeği için sofrada beklerlerken;

 

“–Bizim kiliselerimiz işte bu kadar muhteşem, sizin camilerse dökülüyor.” deyiverir. Şeyh Şâmil buna mukabil;

 

“–Haklısınız, bu tabiî bir şeydir. Çünkü siz bâtıl üzeresiniz. Siz kilisede papazlarınızın yazdıklarını İncil diye okurken biz camide Allâh’ın kelâmını okuyoruz. Allah âyette; 

 

«Eğer biz bu Kur’ân’ı dağa indirseydik, muhakkak ki onu Allah korkusundan parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.» (el-Haşr, 21) buyurur. Şeyh Şâmil’in ağzından âyetteki «min haşyetillâh: Allah korkusundan» kelimesi çıktığı esnada tavandaki sıva, sofranın ortasına düşüverir. Çar bir yandan korkar bir yandan da makamına halel getirmemek için işi şaşkınlığa vurarak;

 

“–Aman Şeyh Hazretleri, bundan böyle ben sustum.” der. Şeyh’in firâseti takdire şâyandır.