İZ BIRAKANLAR

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

 

 

Eğitim câmiası bilir ki; her okul, yönetmelik îcâbı, sene sonu «öğretmenler kurulu toplantısı» yapmak zorundadır. Okula denetime gelen bakanlık müfettişlerinin; belki de ilk sorduğu, ele alıp incelediği, bu kurul toplantı tutanaklarıdır. Çünkü bu tutanaklar, ihtivâ ettikleri bilgiler ve belgeler sebebiyle çok önemlidir.

 

Yıllar önce yaptığımız böyle bir kurul toplantısını kısaca size şöyle aktarayım:

 

Okul müdürünün açılış konuşmasıyla başlayan toplantıda, bir yıl boyunca yapılan; eğitim-öğretim, eğitici kol (kulüp), okul-aile birliği, disiplin, îmar, ders araç ve gereçleri, lâboratuvar ve kütüphâne, gelir ve giderler gibi bütün işler ve çalışmalar ele alındı ve tutanaklara geçirildi.

 

İlk önce öğrenci başarı durumları; sınıf rehber öğretmenleri tarafından, sınıf bazında; branş öğretmenleri tarafından, ders bazında tek tek ele alındı, îzah edildi. Bunların ardından okul rehber öğretmenleri, bir yıl boyunca yaptıkları çalışmaları kurula sundu. Sonra da söz sırası idarecilere geldi. 

 

Okul müdürü ve diğer müdür yardımcıları eğitim-öğretim, idare gibi konularda görüşlerini bildirdikten sonra müdür başyardımcısı olarak sıra bana gelmişti. Okuldaki bütün işlerle ilgili geniş bir değerlendirme yapmam gerekiyordu. Ama ben bu sene, alışılmışın dışında bir değerlendirme yapmak istiyordum. Yapılan bütün çalışmalardan dolayı öğretmen ve idareci arkadaşlara teşekkür ettikten sonra söze şöyle başladım:

 

“Arkadaşlar, önce size Âkif’ten «Ressam Haklı» başlıklı bir manzûme anlatacağım, buna bir fıkra da diyebilirsiniz. Eski devirlerde, büyük konakların salonlarına, tarihte yaşanmış, önemli bir olayı resmettirmek modaymış. O zamanda yaşayan zenginin biri, büyük bir konak yaptırmış. Konağının salonuna resim yapacak bir ressam aramış, bir adam; 

 

«–Ben ressamım, tarihî bir hâdiseyi senin salonuna resmedebilirim.» demiş.

 

Konak sahibi ile anlaştıktan sonra, resim yapılacak duvarı baştan sona kıpkızıl boyamış. İş bitince konak sahibini çağırmış, eserini gösterip;

 

«–İşte ağam; bu, büyük ve önemli bir tarihî hâdisenin resmidir.» 

 

Ağa, şaşkın bir halde;

 

«–Bu ne resmi, bunun neresi resim?»

 

Ressam;

 

«–Bu; Firavunun, ordusu ile Musa ve kavmini yakalamak için peşine düştüğünün resmidir.»

 

Ağa;

 

«–Hani, Musa ve kavmi nerede?»

 

Ressam;

 

«–Denizde yol açıldı, onlar, karşı kıyıya geçip gittiler.»

 

Ağa;

 

«–Firavun ve ordusu nerede?»

 

Ressam;

 

«–Onlar da denizin dibini boyladı, boğulup gittiler.»

 

Ağa, kızarak;

 

«–Bu kızıl renk ne?» deyince , ressam da ona;

 

«–Bre ahmak adam; burası Kızıldeniz, mavi olacak değil ya!» diye cevap vermiş.

 

Arkadaşlar, gerçekte ortada bir resim var mı? Yok. Ressama göre ise müthiş bir tarihî vâkıanın resmi var. Sizce ressam haklı mı?..

 

«Bu fıkranın gündemimizle ne alâkası var.» diyebilirsiniz. Doğrudan bir alâkası yok ama îzah edeceklerimi dinlerseniz, dolaylı olarak alâkası olduğunu göreceksiniz.

 

Eğitimin bir resmî yönü var, bir de vicdânî, insânî ve îmânî yönü var. Az önce eğitim-öğretim açısından yapılan çalışmalar anlatıldı. İnanıyoruz ki hepsi de doğrudur. Resmî eğitim sistemimizin çizdiği yol budur. Öğrencilere kitâbî bilgiler verilecek, verilen bu bilgilere göre de öğrenci başarı durumu değerlendirilecektir.

 

Bu eğitim sistemi bize bir yol çizmiş, bir yön belirlemiştir. Eğitimciler olarak bu yolda yürümek mecburiyetindeyiz. Ne yazık ki, çizilen bu yol ve yön de batıya dönüktür. Ama soruyorum, sizce öğretmenlik bu mu? Bizim vicdânî ve mânevî sorumluluklarımız yok mu? Bu konuda farklı olarak neler yapabiliriz? Hiç düşündünüz mü?

 

Değerli arkadaşlarım; eğitimin resmî yönü ne kadar önemli ise, mânevî, vicdânî yönü de o kadar önemlidir. Bu sene mezun olacak son sınıfları gezdim, onlara;

 

«–İmam hatip lisesi mezunu olacaksınız, içinizden bir tefsir okuyanınız var mı?» diye sordum. 

 

Cevap:

 

“–Yok.» 

 

«–Bir meal okuyan var mı?» dedim. 

 

Cevap: 

 

«–Yok.» 

 

«–Fâtiha’nın tefsîrini okuyanınız var mı?» dedim, yine cevap:

 

«–Yok.»

 

«–Sadece besmele-i şerîfin tefsîrini okuyanınız var mı?» dedim;

 

«–Okudum.» diyen bir tek kişi çıkmadı.

 

Şimdi size soruyorum; bu sınıflar; tefsir, hadis, hitâbet, fıkıh, Kur’ân-ı Kerim, kelâm, Arapça dersleri görmedi mi? Evet, gördü:

 

«–Bu derslerde, yıllık plânın dışında; Fâtiha’nın, kısa sûrelerin, tefsîri okunamaz mıydı?» 

 

«–Okunurdu.» 

 

«–Niye okutmadınız?» desem; 

 

«–Yıllık plânda böyle bir konu yok!» diyeceksiniz. 

 

«–Evet yok, ama okutursanız; ‘Okutmayın!’ diyen de yok. Yıllık plânda yoktu ama ben, onuncu sınıfta, girdiğim Edebî Metinler dersinde, elli sayfalık Fâtiha’nın tefsîrini okuttum.» 

 

Arkadaşlar, siz de biliyorsunuz ki, resmî eğitim sistemi; tek düze bir eğitim sistemi, kitâbî bilgi yüklemeye dönük rutin bir eğitim sistemi; işin acı tarafı, ruhsuz, köksüz bir eğitim sistemi. Sadece meslekî olarak insan yetiştiren ama vicdânî tarafını düşünmeyen bir eğitim sistemidir. Doktor, mühendis, muallim yetiştirir, ama adam gibi adam yetiştirir mi bilemem!

 

Okulumuzda namaz kılan öğrenci sayısı, yüzde on bile değil; namazdan, niyazdan, kulluk şuurundan habersiz bir nesil yetiştiriyoruz, sonra da; «Çok güzel bir nesil yetiştirdik!» diyoruz. Durum bu olunca siz söyleyin, fıkrada anlatılan ressamdan bir farkımız var mı?

 

Arkadaşlar, sıradan bir eğitimci mi olmak istersiniz, yoksa gönüllerde silinmez izler bırakan bir eğitimci mi? Şunu bilin ki, yıllık plâna göre ders yaparsanız, sadece kitâbî bilgiler verirseniz; iz bırakmayan, unutulan, hiç hatırlanmayan bir öğretmen olursunuz. Ama, vicdânî, insânî ve imânî yönden bir vazife yapma aşkınız varsa; o zaman gönüllerde yer eden, sevilen, sayılan, unutulmayan değerli bir eğitimci olursunuz.

 

Bizleri yetiştiren onlarca öğretmenden bugün hatırımızda kalan sadece birkaç öğretmendir. Meselâ; Kur’ân-ı Kerim hocamız, orta üçüncü sınıfta iken bütün sınıfa, Hasan Basri ÇANTAY’ın üç ciltlik meâlini aldırmıştı. Derslerimize, ezberlediğimiz veya yüzüne okuma yaptığımız sûrelerin meallerini okuyarak başlardık. Hadis hocamız, kırk hadîs-i şerîfi Arapça metinleri ile birlikte ezberletmişti. Arapça hocamız, Amme cüz’ünün tamamını Arapça olarak Celâleyn Tefsîri’nden okutup öğretmişti. Bunların hiçbiri müfredatta, yıllık plânda yoktu, ama onlar vicdânî sorumluluklarını biliyordu. Hakikî eğitimin ve gerçek eğitimcinin nasıl olması gerektiğini biliyorlardı. Bu sebeple biz onları unutmadık, unutmuyoruz, unutmayacağız. Rabbim onlardan râzı olsun.

 

Şimdi tekrar size soruyorum; eğitimin resmî yönü kadar, vicdânî yönünü de düşünmemiz gerekmiyor mu? Biz bu yavrularımıza, îman ve İslâm şuurunu vermezsek, imam-hatiplilik rûhunu aşılamazsak; namaz kılmayan, tefsir okumayan, kulluk şuurundan habersiz bir insan mezun etmiş olmaz mıyız? Siz söyleyin, resim yapmadığı hâlde muazzam bir resim yaptığını söyleyen ressamdan bizim bir farkımız kalır mı?..

 

İdeal bir öğretmen, iz bırakan bir muallim olmak istiyorsak bunları unutmayalım. Branşımızla ilgili süreli bir yayın takip edelim. İz bırakan insanları ve eserlerini tanıyalım, okuyalım.

 

Daima kendimizi yenileyelim, geliştirelim. Vehbi VAKKASOĞLU’nun, «Öğretmenin Not Defteri» isimli eserini, H. Nusret ZORLUTUNA’nın, «Benim Küçük Dostlarım» isimli eserini; M. Necati SEPETÇİOĞLU’nun, İmâm-ı Âzam Efendimiz’in hayatını anlatan, talebe-hoca münasebetini çok güzel işleyen «Kutsal Mahpus» isimli eserini mutlaka okuyalım. Öğrenci yani talebe ilişkileri ile ilgili, ibret alacağımız güzel bilgiler var.

 

Arkadaşlar, resmî eğitimin hayata bakışı ile vicdânî eğitimin hayata bakışı çok farklıdır. İkisi arasında dünya kadar fark vardır. Birincisinin hayata bakışı; dünyalık, gelip geçici, maddî bir bakış; ikincisinin hayata bakışı; mânevî, uhrevî, dâimî, mü’mince bir bakıştır.

 

Bakanlığımız, öğrenciler arasında bir anket çalışması yaptı; 

 

«Hedefiniz ne? 

 

Ne olmak istiyorsunuz? 

 

Nerede nasıl yaşamak istersiniz?» gibi sorular. 

 

Anket sonucuna sevinelim mi, üzülelim mi? Bilmiyorum.

 

Ankete katılan öğrencilerin yüzde doksan beşinin hedefi zengin olmak; vatana, millete, dîne hizmet diye bir dertleri yok. Düşündükleri; makam, mevki, zenginlik, zevk, safâ… Bu eğitim sistemi ile zaten başka bir sonuç olabilir mi?

 

İlkokul öğrencisine; 

 

«–Nerede yaşamak istersin?» diye soruluyor.

 

«–Almanya.» diyor. Lise öğrencisine soruyorsun;

 

«–Amerika.» rüyaları görüyor. Toplum; geçmişini bilmez, tarihini sevmez, aslını inkâr eden, ekseni kaymış, yozlaşmış, yontulmuş bir toplum olmuş. Sebebi belli ama, yine de;

 

«–Neden böyle oldu?» diyorsun. Camilerin yolu unutturulmuş, ezan seslerine kulak tıkamış bir nesil yetişmiş. 

 

«–Niçin bu hâle geldi?» diyorsun. Tıpkı; bir kanadını kırdığın kuşa;

 

«–Uç bakayım.” deyip, uçmayınca da neden uçmuyor ki? Demek gibi bir duruma düşüyorsun. 

 

Velhâsıl; îman, edep, ahlâk; vatan, millet, devlet duygusu ile dolu bir nesil yetiştirmeyi dert edinmezsek, şuursuz bir nesil başımıza dert olur ki… Bunun ceremesini millet olarak çekeriz.

 

Durum bu olunca söyleyin arkadaşlar; iz bırakan bir öğretmen mi olmak istersiniz, toz bırakan mı?

 

Tercih sizin…”

 

Konuşmamı, salonda bulunan yüz on üç öğretmen arkadaş; kimi sessizce, kimi başıyla tasdik ederek, ama dikkatlice dinledi. Çalışkan, gayretli, fedâkâr, vazifesine düşkün, birbirine muhabbetli bu güzel arkadaşlara teşekkür edip, gelecek yıl için iyi bir eğitim dileyerek toplantıyı sona erdirdim.

 

Vatan, millet, din için seve seve çalışan bütün insanlarımızın yüce Rabbim yardımcısı olsun!         

 

NOT: Bu toplantıdan sonra Peygamber Efendimiz’le ilgili «O Nasıl Öğretirdi?, O’nun Eğitim Lisanı» isimli eserlerinden, dernek olarak beş yüz adet alınıp, İmam-Hatip, Anadolu, öğretmen ve Fen Liselerinin bütün öğretmenlerine hediye olarak dağıtımı yapılmıştı.