HAZIR MISIN İBRAHİM?

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Yıllar evvel, memleketin karanlık bir cendereden geçtiği, 28 Şubat döneminin tozlu dumanlı zamanlarıydı. Ülkemizde yaşayan müslümanların hayatın her alanından kovulmaya çalışıldığı; İslâm’ın en küçük emâresine bile tahammül edilemediği, okulların kapandığı, gece baskınları ile Kur’ân kurslarının yıldırılmaya çalışıldığı, insanların başörtüsünden ve inancından dolayı hem okulundan hem de kamudan ihraç edildiği zulüm zamanlarıydı. Yaşanan bu zulümden yüreği yanan ve birkaç gün evvel vefât ettiğini öğrendiğim müslüman bir yürek, başlıktaki ifade ile bir yazı kaleme almış ve müslümanları bu zulme karşı durmaya, kıyâma davet etmişti. O gün, yüreğindeki yangın ile feryat eden bu ağabeyimiz; öğrendik ki vatanından uzakta, gurbet ellerde vefât etmiş. Allâh’ım rahmeti ile muamele etsin. 

 

Dünyanın kendisi gibi, her şeyi de geçici. Bu yüzden; Ne dem bâkî ne de gam bâkî» demişler. O minval üzere köprünün altından nice sular aktı. Hâkimler mahkûm, mahkûmlar hâkim oldu. Aradan geçen bunca zamanda ne değişti derseniz; hiçbir şeyin değişmediğini ve yine müslümanların ezilmeye çalışıldığını, hattâ ezildiğini söylemem mümkün. 

 

Müslümanlardan baskı ve şiddetle bir şey alamayacaklarını anlayanlar; mücadelelerinin şeklini, kendilerinin rengini değiştirip, bizden görünmeye, bizim olanın içini boşaltmaya, dolayısıyla kaleyi içten işgal edip, bu şekilde çökertme usûlünü benimsemeye başladı. Köprünün altından akan sular; belki karşımızdakilerden de bir şeyler götürdü ama, hakikatte bizden daha çok şey alıp götürdü.

 

Meselâ; bazı kavramlara olan hassâsiyetimiz, o sularla akıp gitti. Yıllarca inancın ve mücadelenin sembolü olarak savunulan başörtüsü, mahiyetini değiştirip artık moda kavramının kurbanı oldu. Eskisi gibi onu takan bedel ödemiyor; aksine bazı yerlerde kapıları açan anahtar mahiyetine büründüğünden, tesiri de ortadan kalkıyor. Kıyafetlerimiz, hayat tarzımız, ticaretimiz, evimiz, arabamız ve her şeyimiz ile değişmeye, dönüşmeye, karşımızdakilere benzemeye başladık. 

 

İnsan, hep dışındaki düşmana karşı teyakkuz hâlinde oluyor. Hep dışarıdaki düşmandan çekinip korkuyor. Hâlbuki insana en çok zarar veren, dışarıdaki değil içerideki düşmandır. Bunu bilen büyükler; insanı hep bu iç düşmana karşı îkaz etmiş, ondan gelecek tehlikelere karşı hazırlık yapmayı tembihlemişlerdir. 

 

İnsanız; nefsimiz hep kolay olana, rahat olana meylediyor. Bir kusur, kabahat olduğu zaman, hemen suçu bizim dışımızdakilere atıp kurtuluyoruz. Yaşadığımız her olumsuzluğun dışarıdaki düşman sebebiyle olduğu; aslında bizim iyilik, güzellik ve hayır adına bir şeyler yapmak istediğimiz; ancak bu dış düşmanın sürekli bizi engellediği anlatıldı, söylendi ve kabul ettirildi. Tabiî her vâkıada hedef tahtasına bu dış düşman konunca, içerideki düşman gözden kaçıp beslendi, büyüdü ve semirdi.

 

Öyle ya ibâdette tembellik yapıyoruz; namaz kılmak, oruç tutmak zor geliyor. Zekât verirken elimiz ayağımız titriyor. Nasılsa bahane hazır, karşımızda bizi kandıran şeytan var. Hâlbuki âyette insanlar kendilerini kandıranın şeytan olduğunu söyleyince; 

 

“…Ben sizi çağırdım siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın. (İbrâhîm, 22) diye kendini savunacağını söylüyor Kur’ân. 

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu husus ile alâkalı;

 

“…Allâh’a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. 

 

Fakat ben; sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum. (Buhârî, Rikāk, 7; Müslim, Zühd, 6) buyurduğu hadîsi tecellî ediyor bu çağda âdeta. 

 

Müslümanlar, tarih boyunca zorluklarla imtihan edildiklerinde çoğu zaman kazanmışlardır. Lâkin dünya nimetleri ile imtihan edildiklerinde ise maalesef çoğu mücadeleyi kaybetmişler ve ağır bedeller ödemişlerdir. Buna örnek bulmak isteyenlerin Endülüs’e, Selçuklu ve Osmanlı’nın son dönemlerine bakmaları yeterli olacaktır kanaatindeyiz. 

 

Bugün karşımızda modernizm denen bir düşman var. Bu düşman hiçbir işini şiddetle yapmıyor. Her şeyi yavaş yavaş ve hissettirmeden yapıyor. Bu sinsi düşmana karşı onun anladığı dilden mücadele etmek ve ondan gelecek her türlü tesire karşı hazırlanmak gerekiyor. Bu hazırlık; nasıl ki maddî hastalıklara karşı bedeni besleyerek, bağışıklık sistemini güçlendirerek yapılıyorsa, mânevî hastalıklara karşı da rûhumuzu, gönlümüzü beslememiz ve oradan gelecek tehlikelere karşı da teyakkuz hâlinde olmamız gerekiyor. 

 

Önümüzde mânevî bir diriliş mevsimi var. Günler kısa, geceler uzun. İbâdete, tâate, kulluğa sarılmak, eksiklerimizi ikmâl etmek, kaybettiklerimizi tamamlamak için bulunmaz fırsat. Zaman hızla akıyor. Bu sene ulaşacağımız bu mevsim belki de son fırsatımız. Onun için gayretimizi artırmak ve son âna kendimizi hazırlamak zorundayız.

 

Hazır mısın İbrahim, nefsini ıslah etmeye?..

 

Hazır mısın İbrahim, son fırsatı değerlendirmeye?..

 

Hazır mısın İbrahim, üç aylarda heybeni doldurmaya?..

 

Hazır mısın İbrahim, Kur’ân ayında kalbini ve gönlünü nurlandırmaya?.. 

 

Yolun, gözün ve gönlün açık olsun.

 

Mevlâ gayretini artırsın. Ameline bereket, içine huzur, ibâdetine huşû versin. Âmîn…