İŞTE GERÇEK HUZURUN TARİFİ

Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com

 

Huzurun tarifini sorsak herkes farklı bir tarif yapar. Huzur kimine göre; yalılar, katlar, arabalar sahibi olmak iken, kimine göre de bir köy evinde bir oda, bir salonda yaşamaktır. Dünyada yedi milyar insan yaşıyorsa, yedi milyar insanın huzur anlayışı da birbirinden farklıdır. Acaba gerçek huzur nedir? «Huzurluyum.» dediğimiz zaman, bizim kastettiğimiz nedir, Hakk’ın bizden istediği nedir? 

 

Huzurun ne olduğunu, aslında huzurdan ne anlamamız gerektiğini bana şu anlatacağım hâdise çok güzel anlatmıştı. Kendi hayatımda da hep bu hâdiseyi hatırlar ve huzur deyince gerçek huzurun nasıl olması gerektiğini eğitim verirken öğrencilerime de anlatırım. 

 

Anlatacağım hikâye, yıllar önce, hatırladığım kadarıyla 1978 yılında geçiyor. Benim de babam Aksaray’da esnaf olduğu için, esnaf komşularımızla iç içeydik. Yaşım küçük olmasına rağmen, onları dinler ve öğütlerine kulak verirdim. 

 

Bir komşumuz vardı. Aksaray’da şimdiki Sarraflar Çarşısı’nın olduğu bizim dükkânın arka sokağında, Ulu Cami’ye giden yolda ana cadde üzerinde dükkânı vardı. Ölçeğin Mustafa derlerdi. Nalburiye işi yapardı, kısaca ne ararsan bulunurdu. Aksaray’ın o zamanki AVM’si diyebilirdik. 

 

Mustafa Amcanın benim için en büyük özelliği, dükkânını erken açmasıydı. Dükkânını erkenden açar, dükkânının önünü süpürür, sulardı. Sonra da müşteriler gelmeden çayını içer, sıcak ekmek ve peynirle kahvaltısını yapardı. Ama yalnız değildi. Kahvaltısını; o zamanlar «süpürgeci» dediğimiz, belediyenin sokakları süpüren temizlik işçisi Hami Ağa ile yapardı. Hami Ağa; sabah namazı sonrası o sokağı süpürmeye başlardı ve dükkânlar açılmadan sokağın temizliği biterdi. Bittikten sonra da gider, Ölçeğin Mustafa’nın dükkânında ikisi beraber kahvaltı yaparlardı. 

 

Hami Ağa’nın kayınpederi vefat edince, hanımına mîras olarak bir bahçe kalır. Hanımı der ki: 

 

“–Bahçe kuru kuru olmaz, bize kürek lâzım, kürek al!” 

 

O da gider Ölçeğin Mustafa’dan kürek alır. 

 

Eee kova da lâzım, e çapa lâzım, olmadı. Haydi; ilâçlama yapılacak, git ilâç da al gel…” 

 

Hami Ağa’nın artık Aksaray’ın sokağını süpürdükten sonra oturup bir bardak çay içecek vakti olmuyordu. Gidiyor, kayınpederden kalan bahçe ile uğraşıyordu. Bahçenin vergisi, suyu, gübresi derken, tadı tuzu kaçmıştı. Evet; bahçe ile uğraşıyordu ama ne huzuru kalmıştı, ne tadı. Hep koşuşturma, hep bir telâş… Eski günlerini özlüyordu. 

 

Yahu ne kadar da rahatmış meğer… İşini bitiriyor; Ölçeğin Mustafa’nın dükkânına gidip, sabah sıcak ekmek arasına konulan tulum peyniri ile kahvaltılarını yapıyor, bu arada sohbet ediyorlardı. Bahçe ile uğraştığından beri, sadece bir şey almak için dükkâna gidiyordu artık. Eski sohbet, kahvaltı unutulmuştu. Bir gün sabah erkenden yine hanımı, bahçedeki ağaçların budanması için, onu nacak almaya gönderir. O da burnundan soluyarak, doğru Ölçeğin Mustafa’nın dükkânına giderken, yolda Aksaray’ın saygı duyulan hocalarından medrese eğitimi de almış olan Ziya Hoca ile karşılaşır. Ziya Hoca, Hami Ağa’ya selâm verdikten sonra hiç konuşmaz ve ona sadece ayaküstü iki âyet okur. Ve fazla konuşmaz, yürür gider. Hami Ağa arkasından bakar kalır. Neydi o okuduğu âyetler? 

 

Okuduğu birinci âyet Nisâ Sûresi 134. âyettir:

 

“Kim dünya nimetini isterse, bilsin ki dünya ve âhiret nimeti Allah katındadır. Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi görendir.” 

 

Diğer okuduğu âyet ise Kasas Sûresi 83. âyettir: 

 

“İşte âhiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.”

 

Hami Ağa, mesajı almıştır. Ölçeğin Mustafa’nın dükkânına girer, selâm verdikten sonra şöyle der:

 

“–Bak Ölçek! Sen bu dünya işlerinden anlarsın. Arsa, marsa, bağ, bahçe bana göre değil. Al şu bahçeyi de kurtar beni yahu! Ben yaşamayı unuttum. Bahçe bize huzur getireceği yerde, olan huzurumuzu da götürdü. Al da kurtar beni ne olur…”

 

 Evet, bahçe satılır. Eee satıldı, parayı ne yapacaklar. Hazır para biter gider. Yok, yok bitmedi. Hemen o bahçenin parasıyla Hami Ağa ve karısı beraber hacca gittiler. Artan para ile de torunlarına birer tane Reşad altını hediye ettiler. Hepsi de şimdi rahmetli oldular, huzur içinde yatsınlar. Bize de bu hikâyeden alınacak dersler bıraktılar işte. 

 

Kısaca: 

 

Dünyanın; üzerinde yaşayan herkesi meşgul etmek için, o kadar bol ve çeşitli araçları vardır ki… Dünya meşgul edecek ki, bu meşguliyet içerisinde insanlar, ne kadar fark edip kendilerini hakikate verecekler ve Allâh’ı zikre vakit ayıracaklar bu ortaya çıksın. 

 

“İnsanlara; kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabîlinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Hâlbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)

 

Kehf Sûresi 32. ve 44. âyetlerde; iki bahçe sahibi örnek verilir. Dünya ile ilgilenmemek değil, dünya ile ilgilenirsin ama; Allâh’ı unutmadan. Sana o bahçeyi vereni unutmadan. Bugün yeryüzünde yaşanan en büyük problem de bu zaten. Mal, mülk veya evlât sahibi olunuyor. Sorulduğu zaman da; «Bu bana babamdan kaldı veya çalıştım aldım veya kendim kazandım.» deniyor. Kārun da öyle demişti hani, hatırlayalım: Kur’ân-ı Kerim’de Kasas Sûresi 76. âyet-i kerîmesinde Allah -celle celâlühû- şöyle buyuruyor: 

 

“Kavmi ona demişti ki: 

 

«Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.» 

 

Kārun ise; 

 

«O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi (dedi).»” 

 

Son olarak; dünya hayatı bir eğitim salonudur, diyebiliriz. Dünyadan elde edilen yine dünyada kalıyor zaten. O zaman, Kur’ânî ifade ile;

 

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasîbini unutma! Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (el-Kasas, 77)