ELVEDÂ ENDÜLÜS!

Basri DOĞAN

 

Aç parantez, tarih, tire, tarih, kapa parantez…

 

Bilirsiniz ki, insanların hayatı mezar taşlarında bu şekilde tanımlanır. Onca sevinç, mutluluk, başarı, yenilgi, hüzün, keder, acı küçük bir çizginin içine sıkıştırılır. Bir varmış, bir yokmuş… Parantezin kapanmasıyla artık defter kapanmış; hırslar, ümitler, beklentiler son bulmuştur. Sadece bir yığın «keşke» kalmıştır geride.

 

İşte devletler de buna benzer. Kuruluş tarihi, tire, yıkılış tarihi…

 

Tarık bin Ziyâd’ın 711 yılında gemileri yaktırdıktan sonra;

 

“…Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde düşman var…” cümlesiyle başlayan ve yaklaşık sekiz asır süren müslümanların Endülüs’teki varlığı 1492 yılında hazin bir şekilde son bulur. 

 

Yavuz BAHADIROĞLU’nun «Endülüs’e Vedâ» romanıyla lise yıllarımda ilk defa karşılaştığım, Endülüs’le ilgili pek çok yazıyı inceleme fırsatı bulmuştum. Detaylı bir şekilde Endülüs tarihini anlatan Ziya Paşa’nın «Endülüs Tarihi» kitabını da okumuştum. Endülüs benim için, sisler arasında kalmış muhteşem bir medeniyet tasviriydi.

 

710 yılında başlayan, 715 yılında neredeyse tüm İspanya’yı fethedip yaklaşık sekiz asır; bilim, sanat, edebiyat, tarım, ticaret, mimarî vb. birçok alanda devâsâ ilerlemeler kaydedip 1492’de hazin bir sonla tarih sahnesinden çekilen muhteşem bir medeniyetin izlerini, kalan eserlerini görmeyi uzun zamandır büyük bir iştiyakla arzu ediyordum. Osmaniye İl Millî Eğitim Müdürlüğünün; içerisinde İspanya’nın da olduğu bir projesi olursa, iştirak etmek istediğimi her zaman dile getirmiştim. Nasip bugüneymiş.

 

Malaga Havalimanı’ndan kara yoluyla Granada (Gırnata)ya iki saatlik bir yolculuktan sonra ulaştık. El-Hamrâ Sarayı’na yakın bir mesafede, özel bir üniversitenin öğrenci yurduna yerleştik. Akşama doğru Granada Ulu Camii’nin bulunduğu bölgede dolaştık. Gökyüzünde gri bulutlar toplanıyordu. Akşam, gerilen bir yayın iki ucu arasında kızarırken, güneşin batışı esnasında pembeleşen ufku ve el-Hamrâ Sarayı’nı karşı tepeden uzun süre seyrettik. Granada, Endülüs’teki müslümanların son kalesiydi. 1492’de halkın; canına, malına, dînine, nâmusuna dokunulmamak kaydıyla İspanyollara teslim edilmiş ve 1509’da ise Endülüs’teki sekiz asırlık müslüman kimliği tamamen silinmek üzere sert kararlar uygulamaya konulmuştu. Müslümanların asırlardır uyguladığı; farklı din, dil, ırk ve gruplarla bir arada yaşama politikasının (Convivencia) aksine, hıristiyan halk dışında hiç kimseye İspanya’da yaşama hakkı tanınmamıştı.

 

Ertesi gün; şehrin eski yerleşim bölgelerindeki dar sokaklardan geçerek, el-Hamrâ Sarayı’na yöneldik. Hafif bir rüzgârın fısıltısı eşliğinde, kalenin surlarından el-Hamrâ Sarayı’nı ve şehri seyre daldık bir süre. El-Hamrâ Sarayı; sanat, estetik, zarâfet şâheseriydi. Duvar ve tavandaki işlemeler muhteşemdi. Güç, kuvvet, ihtişam, saltanat; tüm bu kavramları sıfırlayan, birçok duvara zarif bir şekilde işlenmiş bir levha; “Lâ Ğâlibe İllâllah: Allah’tan başka galip yoktur.” mâzîden bugüne, bugünden istikbâle bir uyarı olarak karşımızda duruyordu. Kim bilir kaç melik; bu levhaların karşısında gözyaşı dökerek ilticâ etmiştir ilâhî dergâha, tek tek düşerken Endülüs’ün ihtişamlı şehirleri? Saraydan çıkıp iki tarafına ağaçlar sıralanmış yoldan, şehre doğru yorgun adımlarla yürüdük, bir boyuttan, bir başka boyuta…

 

Üç gün boyunca Granada’yı neredeyse adım adım gezdik. Taş döşeli dar sokaklarda dolaşırken, mâzîden tanıdık insan silûetleriyle selâmlaştık zaman zaman. Bazen bir melodinin arasına ustaca gizlenmiş, diline yabancı olsak da mânâsına âşinâ olduğumuz notalar dimağımıza misafir oldu. Eski yapılar, camiden kiliseye dönüştürülmüş mabedler, taş duvarlar, çeşmeler ve el-Hamrâ Sarayı’nın görkemli surları arasına sıkışıp kalmış; mimarî, mühendislik ve sanattaki zirveyi, olağanüstü bir medeniyetin izlerini hayranlıkla ve hüzünle seyrettik.

 

Çıkarılması gereken dersleri, alınması gereken ibretleri hâfızamın bir köşesine dipnot olarak kaydetmeyi de elbette ihmal etmedim;

 

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. (Mehmed Âkif)

 

mısralarındaki hudutsuz mânâ derinliğini düşünürken, Malaga Havalimanı’ndan İstanbul’a doğru uçağımız havalanmış, bana da; «Elvedâ Endülüs!» demekten başka bir şey kalmamıştı.