GÜNEŞİ, CEKETİNİN ASTARINDA KAYBEDENLER

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

 

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti,

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emâneti? (N. Fazıl)

 

 

 

Çok kıymetli bir hocamdan, şu vâkıayı dinlemiştim: 

 

Vaktiyle, Osmanlı İmparatorluğu’ndan, Bosna sancağına mahkeme işlerini yürütmeleri için iki hâkim vazifelendirilir. Hâkimler gittikten iki sene sonra, Dersâadet’e bir arz-ı hâl yazarak; ya kendilerine verilen tahsisatın kesilmesini veyahut kendilerinin buradan alınmasını talep ederler. 

 

Meseleyi tahkik etmek üzere; meşhur tarihçimiz Ahmed Cevdet Paşa, müfettiş olarak gönderilir. Paşa, gider gitmez hâkimlerden vaziyetle alâkalı malûmat alır. 

 

Hâkimler iki senedir burada olduklarını, ancak hiç kimsenin mahkeme için kendilerine başvurmadığını söylerler. Paşa, çarşıya çıkar ve tahkikata başlar. Esnafa nasıl çalıştıklarını ve aralarındaki meseleleri nasıl çözdüklerini sorar. Esnaf; alışverişte paraları varsa peşin olarak, yoksa veresiye olarak muamele yaptıklarını, veresiye verirken bir bölümü kendilerinde, bir bölümü muhataplarında kalacak şekilde bir pusula yazdıklarını, parayı verince pusulayı geri aldıkları bir muamele yaptıklarını anlatırlar. 

 

Paşa; 

 

“–Peki borçlu kişi ölürse ne yaparsınız?” diye sorunca; 

 

“–Pusula, terekesinden çıkar. Vârisleri öder.” derler. 

 

Paşa; 

 

“–Peki borçlu kişi, borcunu inkâr edip ödemezse?” deyince, muhatapları hem şaşkın hem de kızgın bir şekilde; 

 

“–Öyle şey olur mu?” diye cevap verirler. 

 

Bugünden bakınca, insan; bu manzaraya hem şaşırıyor hem hayret ediyor hem de; «Nereden nereye gelmişiz!» diye kahırlanıyor değil mi? 

 

Bakınız; zihinlerimiz öylesine örselenmiş ve şartlandırılmış ki, aslında olması gereken, yani normal olan bir muamele, bize anormal gelebiliyor. Vâkıadan almamız gereken birçok ibret ve ders var da bizce en önemlisi, cemiyetin ahlâkî yapısının ne kadar sağlam olması gerektiği ve vazifeli insanların işlerini yapmadaki helâl ve haram hassâsiyeti olmalı, diye düşünüyorum. 

 

Vâkıanın yaşandığı yer, düne kadar bizim topraklarımızdı. «Bu hassâsiyet, sadece orada mı vardı veya orası ile mi sınırlıydı?» diye bakacak olursak, elbette ki bütün bir Osmanlı coğrafyasının ve halkının -birçok örneklerden anlaşılacağı üzere- bu hassâsiyet üzerine binâ edildiği görmemiz mümkün.

 

Şimdi dönüp, bugüne gelelim ve kendimiz ile o dönemde yaşayan insanları, bir teraziye koyalım. Kendimize şu soruyu soralım: 

 

“O insanlara bu hassâsiyeti veren neydi? Ve bizde, bugün eksik olan ne?” 

 

Biz, güneşi ceketinin içinde kaybetmiş ve onu uzaklarda arama garâbetine düşmüş bir milletiz. Bin yıllık bir devlet geleneğimiz; bu devletlerin yetiştirdiği ilim, irfan, siyaset ve askerî alanda zirve şahsiyetlerimiz var. Belki de kıyâmete kadar aşılamayacak ebatta eserlerimiz var. Lâkin; biz onların hepsini elimizin tersi ile bir kenara koyup, başkalarının bizim kırıntılarımızdan oluşturduğu kültür ve medeniyetlerini almaya uğraşıyoruz. 

 

Tarih sayfaları, kendisinden ibret alanlar için birçok malzeme ile dolu. O ibret sayfalarına göz atınca şu hakikati görüyoruz ki; hangi millet Allâh’ın ismi, O’nun kelâmı ve dîni yücelsin diye gayret etmişse, Allah Teâlâ onların en küçük gayretine bereket vermiş ve dünyaya hükümran olmalarını nasip etmiştir. Yeryüzünde onları izzetli ve şerefli, diğer milletleri onların önünde zelil hâle getirmiştir. 

 

Ve yine o ibret sayfalarına bakınca; hangi millet, sahip olduklarının Allah Teâlâ’nın bir lutfu ve ihsânı olduğunu unutmuşsa; o nimetleri, veren için değil de kendi arzu ve isteklerine göre kullanmaya, zevke, safâya ve saltanata sarf etmeye, kendi değerlerini bırakıp, başkalarına özenmeye başlamışsa Allah Teâlâ’nın; 

 

“Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak, Allâh’ın değişmez kanunudur.” (Buhârî, Cihâd, 59, Rikāk, 38) hükmü îcâbı, onlardaki izzeti almış ve zillete mahkûm hâle getirmiştir. 

 

Yukarıda sorduk ya; «Onlarda olan ama bizde olmayan ne?» diye. O insanlara bu hissiyâtı, sahip oldukları inanç veriyordu. Peki, bu inanç bugün bizde de mevcut. «O hâlde neden böyle bir hassâsiyetimiz yok?» diye de soruyor insan. Aslında sorunun cevabı belli. Maalesef; inandığımız gibi yaşamadığımız için, yaşadığımız gibi inanmaya başlamışız o yüzden. 

 

Gelin; o dönemde uygulanan eğitim sistemi ile şu anda uygulanan eğitim sistemini bir kıyaslayalım. Gelişen teknoloji ve imkânların tamamı kullanıldığı hâlde; «Neden bu kıvamda insan yetiştiremiyoruz?» diye bir düşünelim.

 

Bir eğitim sistemi düşünün ki; birbirleri ile olan münasebetlerinde, insanları mahkemeye bile gitmeden kendi aralarındaki problemleri çözsün, cemiyeti kendi arasında huzur refah ve barışık hâlde yaşatsın, sadece insanların değil, hayvanat ve nebâtâtın bile hakkına hukukuna riâyet edilerek böyle destansı bir seviyeye çıkarsın, ama ne yazık ki; «Yeni şeyler yapacağız! Daha ileri gideceğiz!» diye yasaklansın, kötülensin, unutturulsun, bu akla ve vicdana sığmıyor.

 

Bugün yaşadığımız garâbet şu: 

 

Sanki bin yıllık değil de topraktan yeni çıkmış bir milletmişiz gibi, sahip olduğumuz her şeyi görmezden gelmeye ve birçok şeyi deneme yanılma usûlü ile öğrenmeye çalışarak, hem vaktimizi hem de nesillerimizi hebâ etmeye devam ediyoruz. 

 

Evet; bir müessesenin eksikleri, hataları olabilir. Bir şey yapmak isteyen, mevcut yapının eksiklerini tamamlayıp onu ikmâl ederek devam edebilirdi. Ama buradaki niyet; devam etmek değil, ortadan kaldırmakmış, şimdi daha iyi anlaşılıyor!..

 

Tarihte başarılı olan milletlerin hususiyetlerine baktığımız zaman; sahip oldukları mânevî değerleri yüceltmek için mücadele ettiklerini, bundan dolayı hem kültürde hem ilimde hem askerî hem de siyâsî alanda zirveye çıktıklarını görüyoruz. Bugün dünyaya hükmeden, ekonomileri ile başka milletlerden üstün olan devletlere baktığımız zaman; sahip oldukları değerlerinden taviz vermediklerini; tarihî, kültürel ve içtimâî olarak geçmişleri ile bağlarını muhafaza etmek noktasında son derece titiz davrandıklarını müşâhede ediyoruz. 

 

Hattâ, bu memleketlerin tabiî güzelliklerine bir bakın, hiç bozulmadan yüzlerce yıldır aynı kaldıklarına şâhit olursunuz. 

 

Ait olduğu inancı, tam mânâsıyla idrâk edip amel boyutuna dökmeyince; sahip olduğumuz her şeyin tahrip olmasına, onların başka şeylere dönüşmesine seyirci kaldık. Bir köşesinden tuttuğumuz parçayı, o bütünün tamamı zannettik. Bizim olsun ama büyük olsun demek yerine, küçük olsun ama benim olsun demeyi yeğledik. Öyle dediğimiz için de parça parça bölündük ve dağıldık. 

 

Bugün; düştüğümüz yerden yeniden doğrulmak, kaybettiğimiz güneşi bularak, onu lâyık olduğu yere koymak ve onun ışığında sonsuz hayata yürümek gayretinde olmalıyız. 

 

Mevlâ’m; sahip olduğu kıymetleri hakkı ile idrâk edip, onlara lâyıkıyla muamele etme şuuru versin. Âmîn…

 

گونشی ، جكتینڭ آستارندە غائب ایدنلر