DUÂYI NASIL ANLAMALIYIZ?

Dr. Naif ÖZKUL

 

Duâ; kulluğun özüdür. Duâ; büyüklenme ve benliği Hakk’ın kapısında terk edip, boynu bükebilmektir. İnsanın kendi âcizliğini ve fânîliğini itiraf ederek, ilâhî rahmetten merhamet ve yardım dilenmesidir. 

 

Duâyı nasıl anlamalıyız? 

 

Elbette Rabbimiz’in tarif buyurduğu, Peygamberimiz’in tâlim ettiği şekilde… Medîne-i Münevvere’de dinlediğim bir sohbetin notları eşliğinde; duânın derin mânâsına doğru, âdâbına doğru bir yolculuğa çıkalım:

 

Duâ ve Kader Sırrı

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

 

“Duâ, inen ve henüz inmeyen her çeşit (musîbet) için faydalıdır. 

 

•Kazâyı sadece duâ geri çevirir. 

 

Öyle ise; duâya sarılmanızı tavsiye ederim.” (Tirmizî, Deavât, 112)

 

Kıymetli âlimler demişlerdir ki:

 

“Duâ, belânın düşmanıdır (yani onu uzaklaştırır.)” 

 

Duâda çok büyük fayda ve çok derin tesir gücü vardır.

 

Rukye, müessir duâları okuyarak şifâ aramaktır. Onun da faydası, hadîs-i şeriflerle sâbittir. 

 

Hem kaderin varlığı, yani kulun başına gelecek her şeyin ezelde yazılmış olması, hem de duânın fayda vermesi, zâhiren zihinde istifhâma sebebiyet verebilir. Hâlbuki duânın faydasıyla, kadere îman birbiriyle çelişmez.

 

Nitekim;

 

Ebû Hizâme -radıyallâhu anh- anlatır: 

 

“(Bir gün) Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’a; 

 

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! 

 

•Tedavi için kullandığımız ilâçlar, 

 

•Şifâ arzusuyla okuduğumuz duâlar ve 

 

•(Düşmanlardan) korunmak için kullandığımız (kalkan, zırh ve benzeri) koruyucu şeyler hakkında ne dersiniz? Bunlar Allâh’ın kaderinden bir şeyi geri çevirip değiştirir mi?» diye sormuşlardı. 

 

Efendimiz;

 

«–Bu saydıklarınız da Allâh’ın kaderindendir.» diye cevap verdi.” (İbn-i Mâce, Tıb, 1)

 

Cenâb-ı Hak, zaman kaydından münezzehtir. Duâ edip etmeyeceğimiz bakımından, bize göre iki ihtimal vardır. Duâ edeceğimizi de bilen ve bunu nasîb eden Allah, musîbetin var olduğu ihtimali, duâ vesilesiyle kaldırır ve bize afiyet nasîb eder. Neticede duâ faydalıdır. Kaderi kaderle uzaklaştırmaktır. 

 

Duânın şânı yücedir. 

 

Nûmân bin Beşîr -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

 

اَلدُّعَاءُ هُوَ الْعِبَادَةُ

 

“Duâ ibâdetin ta kendisidir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 23; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 3, 41, Deavât, 1)

 

Ardından şu âyet-i kerîmeyi okudu: 

 

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُون۪ٓي اَسْتَجِبْ لَكُمْۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَت۪ي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِر۪ينَ۟

 

“Rabbiniz şöyle buyurdu:

 

«–Bana duâ ediniz, size icâbet edeyim. 

 

Çünkü; 

 

Bana duâyı / ibâdeti bırakıp büyüklük taslayanlar, (Bana duâ etmeyi kibirlerine yediremeyenler) aşağılanarak (hor bir şekilde) cehenneme gireceklerdir.»” (el-Mü’min, 60)

 

Duânın kıymetini ifade eden bir hadîs-i şerif de şöyledir:

 

لَيْسَ شَيْءٌ أَكْرَمَ عَلَى اللّٰهِ مِنْ الدُّعَاءِ

 

“Allah katında duâdan makbul ve kıymetli hiçbir şey yoktur.” (Tirmizî, Deavât, 1; İbn-i Mâce, Duâ, 1)

 

Allah; Zâtına duâ edenleri sever. Zâtına duâ etmeyenlere, kendisinden bir şey istemeyenlere ise gazap eder. Çünkü duâ Allah Teâlâ için çok sevimli bir ameldir. 

 

Zira duâda, kulun Allâh’ın huzûruna varıp el açması, muhtaçlığını Rabbine arz etmesi vardır. Boyun bükmesi ve arz-ı hâlde bulunması vardır. 

 

Duâlara Rabbimiz mutlaka icâbet eder. Allah Teâlâ’nın esmâ-i hüsnâsından / en güzel isimlerinden biri de; «Mücîb / İcâbet eden»dir. 

 

Hadîs-i şerifte duânın kabulü hususunda dikkat etmemiz gereken bazı noktalar ifade edilmektedir:

 

مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو اللّٰهَ بِدَعْوَةٍ لَيْسَ ف۪يهَا مَأْثَمٌ، وَلَا قَط۪يعَةُ رَحِمٍ إِلَّا أَعْطَاهُ إِحْدَى ثَلَاثٍ : 

 

•إِمَّا أَنْ يَسْتَج۪يبَ لَهُ دَعْوَتَهُ، 

 

•أَوْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنَ السُّوءِ مِثْلَهَا، 

 

•أَوْ يَدَّخِرَ لَهُ مِنَ الْأَجْرِ مِثْلَهَا

 

قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّٰهِ، إِذًا نُكْثِرُ.

 

 قَالَ : اَللّٰهُ أَكْثَرُ

 

“Duâsında bir günah ve sıla-i rahmi (akrabayı ziyareti) terk etmek olmaması şartıyla, Allâh’a duâ eden bir müslüman için ancak şu (üç hâlden biri) vardır: 

 

Allah; 

 

•Ya onun duâsını kabul eder, 

 

•Ya ona vereceği şey kadar bir kötülüğü kendisinden uzaklaştırır,

 

•Yahut da istediği şey kadar sevâbı kulu için saklar.” 

 

Sahâbîler dediler ki: 

 

“–O hâlde çokça isteyelim!” 

 

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; 

 

“Allah sizin istediklerinizden daha çoğuna sahiptir.” diye karşılık verdi. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 693; Tirmizî, Deavât, 115/3573; Ahmed, III, 18)

 

Bu hadîs-i şerifte önce bir edep var: 

 

Duânın içinde günah ve akrabayla alâkayı kesmek gibi bir kötülük olmayacak. Zira gafil insan nefsânî arzularına kapılıp, kendi aleyhine olan şeyleri de isteyebilir. Bunları istememelidir. 

 

Sonra hadîs-i şeriften anlıyoruz ki;

 

Rabbimiz’in duâya icâbeti, sadece kulun istediği şeyi aynıyla vermesinden ibaret değildir. Bazen o istediğini vermez de, onu çok daha mühim bir musîbetten âzâd eder, kurtarır. Yahut âhirette büyük bir ecirle karşılık verir. Dolayısıyla; 

 

“–Duâ ediyorum fakat kabul olmuyor!” demek yanlıştır. Senin istediğinin aynısı gelmese de, aslında senin için çok daha mühim şekilde duânın karşılığı verilmektedir. 

 

Bu sebeple Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hatırlatmıştır:

 

“Allâh’a duânızı kabul edeceğine inanarak duâ edin. 

 

Şunu bilin ki; 

 

Allah kendisinden başka bir şeyle meşgul ve gafil kalbin duâsını kabul etmez.” (Tirmizî, Deavât, 65)

 

Demek ki; 

 

Duânın kabulü için, samimiyet ve ciddiyet lâzımdır. Ağız alışkanlığı hâlinde, tekerleme söyler gibi, gafletle edilen duâlar tabiî ki, dergâh-i ilâhîden karşılık bulmaz!.. Kalp ve lisân âhengi ile duâ etmelidir.

 

Duâ hakkında müjdeler veren bir âyet-i kerîmede de Rabbimiz şöyle buyurur:

 

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

 

“(Ey Habîbim!) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda (Sen kullarıma söyle):

 

Ben çok yakınım.

 

Bana duâ ettikleri vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm.

 

O hâlde (kullarım da) Ben’im davetime uysunlar (şerîati takvâ ile yaşasınlar) ve Bana (aşk ile) inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.” (el-Bakara, 186)

 

Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi bu âyet-i kerîmenin tefsiri bâbında şunları söylüyor:

 

“Cenâb-ı Hak, muhtaç kullarının duâlarına icâbet edeceğini müjdeliyor. Demek ki kalbin sanatı, Cenâb-ı Hakk’a duâ edebilme seviyesine çıkabilmek. 

 

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyuruyor:

 

«Duâlarınız kabul olunmayacak diye korkmuyorum. Sizin duâ edemez hâle gelmenizden endişe ediyorum!»

 

Çünkü;

 

Rabbimiz’in icâbet için bir şartı var:

 

«…O hâlde kullarım da Ben’im davetime uysunlar…»

 

Yani hayatın her safhasında, Kitap ve Sünnet üzere yaşasınlar ve yaşatsınlar. Zâhir ve bâtın bütün ilâhî tâlimatları yerine getirsinler. Zâhir ve bâtın bütün haramlardan, kerâhetlerden uzak dursunlar:

 

«…Bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.»

 

Böylece, sebîl-i reşâda, sırât-ı müstakîme erişsinler. Muhteşem cennetlere lâyık, mükerrem bir kul olsunlar. Mülevves nefsânî arzulardan kurtulup, tertemiz pîr ü pâk kalb-i selîm sahibi olsunlar. Esfel-i
sâfilînden uzaklaşıp, âlâ-yi ılliyyîne nâil olsunlar.”

 

Duâ; Rabbimiz’den niyâzımız, yardım isteğimizdir. Fâtiha’da da Cenâb-ı Hak; önce ibâdet, sonra istiâne / yardım istemeyi zikrediyor. Biz âciz ve muhtaç kullar, daima Rabbimiz’den niyaz hâlindeyiz. Fakat, O’nun bizden istediklerini yerine getirmeden, sürekli O’ndan istekte bulunmak, kulluğun edebine sığmaz. 

 

Bu sebeple; 

 

Duânın kabulü için, helâl rızık yemek ve haramdan uzak durmak şarttır. 

 

Hadîs-i şerifte buyurulur:

 

أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللّٰهَ طَيِّبٌ لاَ يَقْبَلُ إِلاَّ طَيِّبًا
وَإِنَّ اللّٰهَ أَمَرَ الْمُؤْمِنِينَ بِمَا أَمَرَ بِهِ الْمُرْسَلِينَ فَقَالَ :

 

يَٓا اَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًاۜ
اِنّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌۜ 

 

 وَقَالَ 

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ

 

ثُمَّ ذَكَرَ الرَّجُلَ يُطِيلُ السَّفَرَ أَشْعَثَ أَغْبَرَ يَمُدُّ يَدَيْهِ
إِلَى السَّمَاءِ 
يَا رَبِّ يَا رَبِّ وَمَطْعَمُهُ حَرَامٌ وَمَشْرَبُهُ حَرَامٌ وَمَلْبَسُهُ حَرَامٌ وَغُذِىَ بِالْحَرَامِ فَأَنَّى يُسْتَجَابُ لِذَلِكَ؟!

 

“Allah Teâlâ temizdir; sadece temiz olanları kabul eder. Allah Teâlâ peygamberlerine neyi emrettiyse mü’minlere de onu emretmiştir. Cenâb-ı Hak Peygamberlere;

 

«–Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan şeylerden yiyin, iyi ve faydalı işler yapın!» buyurmuştur. Mü’minlere de;

 

«–Ey îmân edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin!» buyurmuştur.”

 

Rasûl-i Ekrem daha sonra şunları söyledi:

 

“Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapar. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak; 

 

«–Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!» diye duâ eder. Hâlbuki onun yediği haram, içtiği haram, gıdâsı haramdır. Böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât, 65. Ayrıca bkz. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 3)

 

Duânın edeplerinden biri de ihtimalli lâfız kullanmamaktır. 

 

Hadîs-i şerifte buyurulur: 

 

“Sizden biriniz duâ ederken; «Allâh’ım! Dilersen beni bağışla; dilersen bana merhamet et!» demesin. Dilediğini kesin bir dille istesin. Çünkü Allâh’ı zorlayan hiçbir kuvvet yoktur.” (Buhârî, Deavât, 21, Tevhîd, 31; Müslim, Zikr, 9)

 

Müslim’in bir rivâyeti şöyledir: 

 

“Fakat kesin bir şekilde istesin ve isteğini büyük tutsun. Çünkü vereceği hiçbir şey Allâh’a büyük gelmez.” (Müslim, Zikr, 8)

 

Duânın edeplerinden biri de acele etmemektir. 

 

“Herhangi biriniz acele etmedikçe duâsı kabul edilir. (Kul acele ederek;) 

 

«–Rabbime kaç defa duâ ettim de duâmı kabul etmedi.» der.” (Buhârî, Deavât, 22; Müslim, Zikr, 90, 91)

 

Müslim’in diğer rivâyeti şöyledir:

 

“–Bir kul günah olan veya akrabası ile darılmasına yol açan bir şeyi dilemedikçe yahut acele etmedikçe duâsı kabul olunur.”

 

“–Yâ Rasûlâllah! Acele etmek ne demektir?” diye sorulunca da şöyle buyurdu:

 

“–«Nice defalar hep duâ ettim de Rabbimin duâmı kabul buyurduğunu gördüğüm yok!» der. Duâsının hemen kabul edilmemesi sebebiyle bıkar ve duâyı bırakır.” (Müslim, Zikr, 92)

 

Duâyı ümit ve yalvarış hâlinde, bolca ve çokça yapmak gerekir. 

 

Fânî taleplerimizi bile, kapı kapı dolaşarak nice defalar dile getiriyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın dergâhından niyazlarımızı binlerce defa söylesek azdır. Duâ ile dudaklarımız daima ıslak olmalı, samimî niyazlarımız vird-i zebânımız yani hiç dilimizden düşmeyen yalvarışlarımız olmalıdır. 

 

Duâda da bize en güzel rehber, Peygamberimiz’dir. O’ndan rivâyet edilen duâları ezberlemeli, mânâsını düşünerek bolca tekrarlamalıyız. 

 

Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in duâlarına misaller:

 

اَللّٰهُمَّ إِنّ۪ى أَعُوذُ بِكَ مِنْ زَوَالِ نِعْمَتِكَ وَتَحْو۪يلِ عَافِيَتِكَ وَفُجَاءَةِ نِقْمَتِكَ وَجَم۪يعِ سَخَطِكَ 

 

“Ey Allâh’ım! Nimetinin zevâlinden, afiyetin gidip de yerini hastalıklara bırakmasından, ansızın gelen azâbından ve öfkene sebep olan her şeyden Sana sığınırım.” (Müslim, Zikr, 96)

 

“Yûnus’un balığın karnındaki duâsı şöyleydi:

 

 لَۤا اِلٰهَ اِلَّۤا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ 

 

Sıkıntıya düşmüş ve başı belâya dûçâr olmuş hangi müslüman bu duâyı yaparsa, Allah Teâlâ mutlaka onun duâsını kabul buyurur.” (Tirmizî, Deavât, 81; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 170)

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah akşam şu duâları bırakmazdı: 

 

اَللّٰهُمَّ أَسْأَلُكَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ فِى د۪ين۪ى وَدُنْيَاىَ وَأَهْل۪ى وَمَال۪ى 

 

اَللّٰهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَات۪ى وَاٰمِنْ رَوْعَات۪ى وَاحْفَظْن۪ى مِنْ بَيْنِ يَدَىَّ وَمِنْ خَلْف۪ى وَعَنْ يَم۪ين۪ى وَعَنْ شِمَال۪ى وَمِنْ فَوْق۪ى وَأَعُوذُ بِكَ أَنْ أُغْتَالَ مِنْ تَحْت۪ى

 

“Allâh’ım! Dînim, dünyam, ehlim ve malım hakkında senden af ve afiyet isterim. 

 

Allâh’ım! Ayıplarımı ört. Korktuğum şeylerden beni emîn kıl. 

 

Allâh’ım! Önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelecek belâlardan) beni koru. Altımdan gelecek ânî âfet ve belâdan Sen’in azametine sığınırım.” (İbn-i Mâce, Duâ, 14)

 

Duâlarımızı bu âyet ve hadislerdeki ölçülerle tezyîn etmeli ve duâ ile yaşamalıyız. 

 

Duânın bizim için ne kadar mühim olduğunu gösteren şu âyet-i kerîmeyle yazıma son vermek istiyorum: 

 

قُلْ مَا يَعْبَؤُ۬ا بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَٓاؤُ۬كُمْۚ 

 

“(Habîbim!) De ki: 

 

(Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?..” (el-Furkān, 77)