ASYA’YI AYDINLATAN NÛR…

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

 

Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber’in vazifelendirmesi üzerine yedinci asırda tebliğ maksadıyla Çin’e giden heyet içindeydi. Sa‘d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- başkanlığındaki bu heyet Çin’e gidip Tang Hânedânı hükümdarı ile görüşerek İslâm’ın mesajlarını iletti. Heyete hüsn-i kabul gösteren hükümdar, onların Guangzhou bölgesine yerleşmelerine ve burada tebliğ faaliyetlerinde bulunmalarına müsaade etti. Yedinci asrın ortalarında burada inşa edilen cami, Asya’nın en kadîm camisidir. Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-, Çin’de vefât etti. Kabri Çin’in Guangdong Sheng şehrindedir.

 

*

 

Îmânı aşkla yaşayan kahramanlardan biri de Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-’tır. Bu mübârek sahâbenin türbesi Çin’dedir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu, Çin’de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazifelendirmişti. Hâlbuki; o zamanın şartlarında Çin, Medîne-i Münevvere’den bir senelik mesafede idi. Bu sahâbî oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Rasûlullah hasretini bir nebze olsun dindirebilmek ümidiyle Medine yollarına düştü. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından nurlu Medine’ye vâsıl oldu. Fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber vefât etmiş olduğu için O’nu göremedi. Hasreti bir kat daha artmış olarak, Allah Rasûlü’nün kendisine emrettiği hizmetin kudsiyetinin idrâki içinde tekrar Çin’e döndü ve bu hizmetteyken rûhunu teslim etti.

 

Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-, böylece Allah Rasûlü’nün Çin’deki ilk temsilcisi olma şerefine nâil oldu. Fânî cesedi Çin’de, rûh-i câvidânîsi ise Medîne-i Münevvere’nin rûhâniyet-i Rasûlullah ile dolu münevver ikliminde kaldı. (Osman Nûri TOPBAŞ, Fazîletler Medeniyeti-1, s. 32, 33)

«ELİNİ UZATAN AYAĞINI UZATAMAZ…»

 

Hidiv İsmail Paşa, 31 Aralık 1830’da Kahire’de doğdu. Mısır’da ve Avrupa’da tahsil gördü. Önce Mısır valisi, ardından Hidiv oldu. Dedesi Kavalalı Mehmed Ali Paşa gibi açıktan isyan etmeyi seçmedi. Ama gayesi; hâkimiyet sahasını siyâsî ilişkilerle genişletip, özerk bir bölgede hükümdarlığını kurmaktı. Mısır’da ciddî bir ihyâ, inşâ ve kalkınma devri başlattı. Avrupalı devletlerle iyi ilişkiler kurdu. Dünya deniz ticaretinde kilit rol üstlenen Süveyş Kanalı onun zamanında açıldı. Ne var ki; bu idaresi müddetinde parayı iyi idare edemeyip, büyük bir borç batağına girdi. Bu borç batağından kurtulmak için 176.602 Süveyş Kanalı hissesini yaklaşık 4 milyon Sterlin karşılığında İngilizlere sattı. Alınan dış borçlar sebebiyle, yabancı devletler Mısır’ın idaresinde söz söyler hâle geldi. Bunu hazmedemeyen halk içinde karışıklıklar baş gösterdi. Neticede II. Abdülhamid, İsmail Paşa’yı azletti ve Mısır’ı terk etmesi emredildi. Önce Napoli’de sonra da İstanbul/Emirgan’da yaşayan İsmail Paşa, 2 Mart 1895’te öldü, cenazesi Mısır’a götürüldü. 

 

*

 

Hidiv İsmail Paşa, Ezher şeyhini ziyaret eder. Paşa içeri girince, Şeyh ayağa kalkmadığı gibi ayağını bile toplamaz. Biraz sohbet ettikten sonra Paşa ayrılır. Şeyhin arkadaşları kendisine;

 

“–Koca Paşa geldi, sen hiç kımıldamadın! Bu hareketin doğru mu?” diyerek çıkışırlar. Şeyh de onlara;

 

“–Arkadaşlar! Bir âlim asla yalakalık yapmaz, yapmamalıdır.” diye cevap verir. Bu arada Paşa da Ezher şeyhine bir adamıyla bir kese altın gönderir. Fakat gönderilen şahıs altınlarla geri döner. Paşa;

 

“–Altını niçin vermedin?” diye sorar. Adam;

 

“–Almadı efendim!” der. Paşa;

 

“–Niçin?” deyince adam;

 

“–Size selâm ve hürmetlerini iletti. Bir de şöyle söylememi istedi: «Elini uzatan, ayağını uzatamaz»”

SULTAN İLE ÂLİMİN SAMİMİYETİ

 

Molla Lütfi, 1446’da Tokat’ta doğdu. Memleketinde başladığı tahsilini İstanbul’da devam ettirdi. İlimde belli bir mertebeye ulaşınca, saray kütüphânesinde hâfız-ı kütüb olarak vazifelendirildi. Sivri dili sebebiyle kendisine haset edenlerin belâsına uğradı. Söylediği bir sözü çarpıtarak, ilhad (inancından dönme) suçlamasıyla mahkemeye çıkarıldı. Kadılar iki yüz şâhidin şâhitliğini kabul ederek onu idam cezasına çarptırdı. 23 Ocak 1495’te cezası infaz edilen Molla Lütfi’nin kabri, Eyüp’tedir.

 

*

 

Sehî Bey, Heşt Behişt’te nakleder:

 

“Rivâyet ederler ki bir gün Fatih Sultan Mehmed bir kitap almak için kütüphâneye gelir. Molla Lütfi’ye hitap ederek;

 

«–Bana şu kitabı alıver!» diye emreder. Kitap yüksek bir yerde bulunduğundan eli kitaba erişmez. Kitapların önünde, yerde, bir mermer parçasının üstüne basmak sûretiyle kitabı alıp padişaha verir. Sultan lâtifeyle;

 

«–Hele n’eyledin!?. O taş İsa -aleyhisselâm-’ın üstünde doğduğu taştır.» der. Molla Lütfi bir şey demeyerek kütüphânedeki hizmetine devam ederken kitaplar üstüne örtülmüş eski bir bez parçası görür. Güvelerin yemesiyle delik delik olan, üstü kapkara toz kaplı bu bez parçasını iki elinin parmağının ucuyla, nezâketle tutarak götürüp kemâl-i edeple Sultan’ın dizinin üstüne koyar. Sultan Mehmed bunu görünce huzursuz olarak;

 

«–Bunu benim üstüme niye getirdin?» deyince Molla Lütfi;

 

«–Devletlüm! Niye huzursuz oluyorsunuz? Bu bez İsa Peygamber’in beşiğinin bezidir.» karşılığını verir.”

DÜRÜST BİR DEVLET ADAMI: MEHMED NÂFÎ EFENDİ

 

Mehmed Nâfî Efendi, İstanbul’da doğdu. Hüsn-i hat meşk etti. Mâbeyn Kâtipliği, Serasker Müsteşarlığı, Meclis-i Vâlâ âzâlığı ve sefirlik yaptı. Dürüst, güvenilir, mütedeyyin, kul ve kamu hakkı hususunda hassas, düzgün bir karaktere sahipti. Nâfî Efendi, 28 Kasım 1857’de vefât etti. Kabri, Eyüp’tedir. (Prof. Dr. Süleyman BERK, Eyüplü Hattatlar, s. 116)

 

*

 

Mahmud Kemal İNAL «Son Hattatlar» isimli eserinde nakleder:

 

Hattat Nâfî Efendi’nin babası Derviş Mustafa Efendi, Şehremini civarındaki evinden, oğlu ve hizmetçisi yaya olarak Bâb-ı Âlî’ye gelirdi. Bir gün Reîsü’l-küttâbın tesadüfle;

 

“–Mahdumunuzu niçin yaya getiriyorsunuz?” demesi üzerine Mustafa Efendi; 

 

“–Şayet ileride büyük bir makam sahibi olursa, uzak yerlerden yaya gelip kendine müracaat edenlerin ne kadar zahmet çektiklerini anlasın da ona göre işlerini teshil (kolaylaştırsın) ve teşrî (hüküm versin) etsin, diye yürütüyorum.” cevabını vermiştir. İşte bu terbiye ile yetişen Nâfî Efendi, sonraları Dîvân-ı Hümâyun Kalemi hulefâlığına tayin olundu. Yazdığı tezkire ve mazbatalar padişah Sultan Mahmud’un çok hoşuna gittiğinden, gizli işlerini ona yazdırmak için yanına aldı. Artık Mâbeyn Kâtibi olan Nâfî Efendi; bilgi, beceri ve edebiyle herkesin takdirini kazanıyordu.

 

Bir gün, evine tanımadığı bir adam geldi. Bir mazbatanın Padişah’a arz olunup arz olunmadığını haber verirse, bir kese altın takdim edeceğini söyleyip keseyi önüne koydu. Nâfî Efendi fena hâlde hiddetlendi;

 

“–Böyle bir edepsizliğe müracaat ettiğinden dolayı seni cezalandırmak lâzımsa da hiç kimseye fenalık etmek âdetim olmadığından, seni Cenâb-ı Hakk’a havâle ederim.” diyerek adamı kovdu. Ertesi gün saraya gelip huzûra girince, söz konusu keseyi gördü. Padişah;

 

“–Aferin Nâfî Efendi! Hareketin memnuniyetimizi mûcip oldu.” diyerek keseyi kendisine hediye etti.

 

Nâfî Efendi daha sonraki yıllarda Viyana Sefâreti’ne tayin olunmuştur. Mütedeyyin bir zât olduğundan; Sefârethânede beş vakit ezan okutur, namaz cemaatle kılınırdı.

 

 

آسیایی آیدینلاتان نور