TEVEKKÜL ETRAFINDA BİR TEFEKKÜR

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

 

TEVEKKÜLÜN İSTİSMÂRI

 

Evlât, babasından mesajla izin istemişti. Arkadaşlarıyla bir yerlere gitmek için. Babasını dış dünyanın tehlikeleri endişeye sevk ediyordu. Nüktedanlığı tuttu. Cevap yerine şu âyet meâlini gönderdi:

 

(Hazret-i Yâkub) dedi ki: 

 

«–Sizin onu (Yûsuf’u) götürmeniz gerçekten beni üzecektir ve siz (oyuna dalıp) ondan habersiz iken onu bir kurdun (kapıp) yemesinden korkup endişe etmekteyim.»” (Yûsuf, 13)

 

Kıssaya telmihle, oyun-eğlence derken, kuzu postuna bürünmüş kurt gibi şeytanların seni ayartmalarından, tek başınayken seni nefsâniyet kuyularına atmalarından korkuyorum, demek istiyordu.

 

Evlât da az değildi. O da bir âyet meâliyle cevap verdi:

 

“De ki: Allâh’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. 

 

O bizim Mevlâmız’dır. 

 

Onun için mü’minler yalnız Allâh’a dayanıp güvensinler.” (et-Tevbe, 51)

 

Evlât;

 

“–Oğluna güven!” niyetiyle;

 

“–Allâh’a güven!” diyordu. 

 

Olacaklar olur. Olanda da hayır vardır. Yâkub -aleyhisselâm-’a endişelerinin ve tedbirlerinin bir faydası mı oldu? 

 

Fakat burada kader ve tevekkül inancının istismârı yok muydu? 

 

Baba bir âyet daha gönderdi:

 

“Müşrikler (tevhîde davet karşısında, şirki müdafaa etmek için);

 

«–Eğer Allah dileseydi ne biz O’na ortak koşabilirdik ne de babalarımız; ne de herhangi bir şeyi haram kılabilirdik!» diyecekler. (…)

 

Siz sadece kuru bir zanna uyuyorsunuz ve siz ancak asılsız tahminlerle yalan söylüyorsunuz.»” (el-En‘âm, 148)

 

Müşrikler; atalarından devraldıkları durumu, sadece yaşanmış olmak yönüyle Allâh’a nisbet etmeye kalktılar. O izin vermezse, bu işler olmazdı. Demek ki râzı!.. Hayır. 

 

İslâm îtikādı:

 

مُرِيدُ الْخَيْرِ وَالشَّرِّ الْقَبِيحِ وَلَكِنْ لَيْسَ يَرْضَي بِالْمُحَالِ

 

“Hayrın da şerrin de irade edicisi Allah’tır. Lâkin o şirkten, küfürden râzı olmaz.” 

 

Râzı olmadığı şeyi, irade edip yaratması, imtihan hikmetine istinâd eder. Sebepsiz değildir. 

 

Alınabilecek, hattâ alınması gereken tedbirleri almayıp, olan biteni kadere havale etmek de, doğru bir davranış değildir. 

 

Tevekkül, yani işi Allâh’a havale etmek çoğu kere, yapılabilecek bir şey kalmadığında devreye girer. Hattâ gerçek mü’minleri tarif eden bazı âyetlerde ve bazı sıralı tâlimatlarda tevekkülün en son zikredilmesi de buna işaret sayılabilir: 

 

Yumuşak muâmele, sonra istişâre, sonra azim (karar), nihayet tevekkül… (Âl-i İmrân, 159)

 

DÜNYADA GARANTİ VAR MI?

 

Hazret-i İbrahim; putları tenkit etti, sonra da kırdı, sorguya çekildi ve ateşe atıldı. 

 

Kıssanın devamı pekâlâ şöyle olabilirdi:

 

“Tevhid uğruna putları parçalayan İbrahim -aleyhisselâm-, Nemrut tarafından ateşe atılarak şehîd edildi.” 

 

Ashâb-ı Uhdûd gibi yakılarak şehîd edilenler yok mu? 

 

Yani tevekkül, Allâh’ın ateşten kurtaracağına dair kesin bir güven değildi. İtimat; kendisine güveneni, Allâh’ın zâyî etmeyeceğine idi. Yani; 

 

•Yakarsa şehîden mükâfatlandırır, 

 

•Yakmayı murâd etmezse ateşi gülzâra çevirir. 

 

Yukarıda Tevbe Sûresi’nden iktibas ettiğimiz âyeti takip eden âyette, mü’minlerin savaşta muhtemel iki neticeyi de «en güzel netice» olarak gördükleri bildirilir:

 

•Ya şehîden ölmek,

 

•Ya zafere ulaşmak… 

 

Dolayısıyla, tevekkülü, Allâh’ın dünyada hiç sıkıntı yaşatmayacağı, meşakkat çektirmeyeceği şeklinde düşünmek doğru olmaz. Tevekkül daha ziyade uhrevîdir. 

 

Rızık da böyledir. Allâh’ın rızka kefil olması, yağla balla besleyeceği mânâsına gelmediği gibi, sonsuza kadar gıdâsız bırakmayacağı mânâsına da gelmez. Takdir ettiği kadarını vereceği mânâsına gelir. 

 

KALBE HUZUR TARAFI

 

Rabbimiz’in; 

 

“Yalnızca Bana tevekkül edin!” buyururken teminat altına aldığı hususlar nelerdir?

 

•Va‘dinden dönmeyeceğidir.

 

Allâh’ın va‘di nedir?

 

Îmân edip sâlih amel işleyenlere cenneti vereceği,

 

Şirki affetmeyeceği, 

 

Dünyada da güzel ahvâlini bozmayanlara, güzel takdirini değiştirmeyeceğidir. 

 

Asla haksızlık yapmayacağıdır. 

 

•Bunlara ilâveten Zâtına «rahmet»i prensip edindiğidir.

 

Nitekim günahlar misliyle, sevaplar en az 10 misliyle hesaba alınır. 

 

Dünyada yaşanan birçok meşakkat keffâret olarak kabul edilir vb. 

 

Allâh’ın yüce hususiyetleri de; yeryüzünde minicik varlıklar olarak, Zâtına tevekkül eden kullarına huzur ve güven telkin eder: 

 

•Allâh’ın her şeye gücü yeter. Ateşi yakmaz hâle getirir. Denizi yarar. Ölüyü diriltir. Ancak bu istisnâî hâlleri devamlı izhâr etmez. Bunun -hâşâ- kendisinin kudretinin imtihan edilmesi şeklinde bir küstahlığa dönüşmesine de izin vermez. Mûcize isteyip inanmayanları kahretmiştir. 

 

•Allah her şeyi işitir ve görür. O’nun yüce, öteler ötesi, Müteâl oluşu, yakınlığına, latifliğine mâni değildir. 

 

•Yaptığı hiçbir şey; hikmetsiz, abes ve bâtıl değildir. 

 

Îman zayıfladıkça bunların hepsinde bir sarsılma meydana gelir:

 

Kâinattaki oluşları tesadüfî dizilişlerden ibaret zanneden bir ateist, gelecekle alâkalı en ufak bir güven besleyebilir mi? Onun anlayışına göre dünyada, kâinatta veya vücudunda her an; en abes, en hikmetsiz bir şey yaşanabilir. Tesadüfî dizilişlerin daima hikmetli veya insanın lehine olacağını garanti eden biri mi vardır ki? 

 

İnanç zayıfladıkça bu korkular, endişeler insanı çeşitli rûhî rahatsızlıklara iter. Malını korumak isteyen adam, sigortalarda çare arar. Vücudunu korumak isteyen kişi çek-aplarda, aşırı sık kontrollerde şifâ ve afiyet arar. O bekleyip durduğu belâyı önden yakalamaya çalışır. Fakat huzuru bulamaz. 

 

Mütevekkil kişi ise, zaten dünyada konfor ve rahat aramamaktadır. İki iyilikten biri diyerek huzurla yoluna devam eder. 

 

Merd-i mütevekkil olur endîşeden âzâd…

 

ŞAHSİYET YÖNÜ

 

Tevekkül ile alâkalı âyetlerde «yalnız Allâh’a tevekkül» vurgusu vardır. 

 

Dolayısıyla tevekkülün içinde, Allah’tan başkasına dayanmamak da var. Ehl-i küfrü, ehl-i kitabı vs. dost / velî edinmenin yasaklanmasında da bu incelik var. Çünkü onlarla dostluk; ekseriyâ sevgi, muhabbet meselesi değil, bir dayanak arayışıdır. Medine’de Hazrec ve Evs, şehirdeki yahudi kabîleleriyle ittifaklar kurmuştu. Zor zamanlarda kim kime destek olacaktı? 

 

Devrimizde de böyle… Batı bloku mu bizi korur yoksa doğuyla yeni ittifaklara mı yelken açalım? 

 

Geçtiğimiz aylarda bir siyasetçi; sağ siyasetin 80 senedir söyleyegeldiği bir hakikati söyledi diye, vazifesinden istifa ettirildi. Söylediği hakikat, harf inkılâbının nesiller arasında kopukluğa sebebiyet verdiği… Harf değiştirmenin bu neticeyi doğuracağını, inkılâptan nice yıl önce Namık Kemal de söylemiş. Türkolog, şarkiyatçı yabancılar bile feryat etmişler. Peyami SAFA, Necip Fazıl, Cemil MERİÇ, Kemal Tahir gibi nice şahsiyet defaatle dile getirmiş. Hem de en güç zamanlarda. 

 

Dün seni sen yapan şeyleri, bugün tutunduğun yerden düşmemek için bir bir bırakacaksan, orada kalsan ne olur, kalmasan ne olur!

 

İşte tevekkülün şahsiyet yönü burada devreye giriyor. Ona, buna, şuna değil; yalnız Allâh’a dayanmak… Gerekirse kenara çekilmek fakat Allah’tan başkasına bel bağlamamak. Firâsetsizce davranmak değil, hayır. Firâseti de Allâh’a dayanmak yolunda kullanmak. 

 

Ziyâ Paşa’dan bir beyitle bitirelim:

 

Allâh’a tevekkül edenin yâveri Hak’tır,

Nâ-şâd gönül bir gün olur şâd olacaktır!..