SORDUM SARIÇİÇEĞE

Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr

 

Sordum sarıçiçeğe, bahçene girsem n’ola?

Çiçek eydür ey derviş, kokla beni geri dur!

 

Yine sordum çiçeğe, sen Sırât’ı gördün mü?

Çiçek eydür ey derviş, cümlenin ol yoludur.

 

Yine sordum çiçeğe, gözün neden yaşlıdır?

Çiçek eydür ey derviş, bağırcığım başlıdır.

 

Yine sordum çiçeğe, Yûnus’u bilir misiz?

Çiçek eydür ey derviş, Yûnus kırklar yârıdır.

 

 

Senai Bey ile sohbetimizden;

 

–Hoş geldiniz Senai Bey, nasıl geçti tatiliniz?

 

–Hoş bulduk Hocam, iyi geçti ama size anlatacaklarım var.

 

–Buyurun Senai Bey!

 

–Efendim, biliyorsunuz benim yazlığım Burhaniye taraflarında, Kaz Dağları’na yakın.

 

Bu sene denizden ziyade; tabiata, nebâtâta merak saldım. 

 

Arabamla Kaz Dağı’nın eteklerine gelip, oradan tabiatta yürüyüşler yapmaya başladım. 

 

Tabiî boş boş da dolaşmıyordum. Elimde nebâtâtı gösteren bir kitap; bu kitaptaki çiçekleri bulmaya, bulduklarımın da fotoğraflarını çekmeye çalışıyordum. 

 

Her gün böyle yürüyüşlere çıkıyor, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyordum.

 

Bu yürüyüşlerimden birinde, sırtında odun taşıyan bir pîr-i fânîye rastladım. Elimde kitabı görünce, bana ne yaptığımı sordu.

 

Ben de tabiatı tanımaya çalıştığımı, bu kitaptaki bitkileri aradığımı, bulduklarımın fotoğrafını çekip kitap üzerinde işaretlediğimi usûlünce anlattım. 

 

Bu yaşlı kişi bana şöyle dedi:

 

–Bak beyim! İyi, güzel de bu iş öyle sadece kitap ile olmaz!

 

–Nasıl olacak peki?

 

–Siz ne zamandan beridir burada yaşıyorsunuz?

 

-Ben aslında İstanbul’da yaşıyorum; tatil için buraya geldim, birkaç ay kalıp döneceğim.

 

–Bakın beyim; ben doğduğumdan beri buralarda yaşıyorum, o elinizdeki kitaptan daha fazla bilgim vardır.

 

–Yani?

 

–Yani buralarda yaşayıp bu tabiatın yazını kışını, acısını tatlısını, şifâsını zehrini deneyeceksin, göreceksin, buradaki insanları dinleyeceksin, tabiatın bir parçası olacaksın ki, o kitaptaki bilgilerin faydasını görebilesin.

 

Pîr-i fânî ile bu muhabbetimizden sonra, o yoluna ben yoluma devam ettik.

 

Ben yine her gün kendimce araştırmalarıma devam ediyordum.

 

Bir gün çok yoruldum ve acıktım, hava da çok sıcaktı. Bir çalılık gördüm, üzerinde sarıçiçekler vardı. Hemen kitabı karıştırdım ve o çiçeği kitapta buldum. «Eğer çiçeğin ortasındaki ipliksi yapıları çekerek diplerini emerseniz, nefâsetle balına ulaşır, açlığınızı yatıştırırsınız.» diyordu. Tadına baktım, çok güzeldi. Çiçeklerin balını emmeye başladım. 

 

Bir müddet sonra karşıma sarı bir çiçek çıktı, onunla konuşmaya başladık:

 

Sordum sarıçiçeğe, benzin neden sarıdır?

Çiçek eydür ey derviş, âhım dağlar eridir…

 

“Öyle dertlerim var ki, onlara dağlar dayanmaz. Ama daha fazla söyleyip seni daha fazla üzmeyeyim. Ârif olan anlar…”

 

Yine sordum çiçeğe, sizde ölüm var mıdır?

Çiçek eydür ey derviş, ölümsüz yer var mıdır?

 

“Ölümsüz yer var mıdır ki? Tıpkı siz insanların bir yerlere bağlanmadan yaşayamadığı gibi, bizim de üzerinde yaşadığımız zeminin ölümü bu dünyadaki sonumuz olacaktır.” 

 

Yine sordum çiçeğe, kışın nerde olursuz?

Çiçek eydür ey derviş, kışın türâb oluruz.

 

“Bir ömür bahar sürecek değil ya. Elbette bir kış da olacak, kışın toz toprak oluruz. Yani şu an yaz olan mevsim, ölüm kışı ile yer değiştirir, ölüm kışı ise, cennet baharına tebdîl eder.”

 

Yine sordum çiçeğe, tamuya girer misiz?

Çiçek eydür ey derviş, ol münkirler yeridir.

 

“Ey derviş, benim hâlimi görüyorsun; sarı rengim zaten tam anlamıyla masumiyetimi ilân ediyor. Cehennem ise mazlumu, ezileni, masum olanı almaz bünyesine; bilmez misin? Ancak orası oraya girmeye kararlı olan kimselerin yani münkirlerin yeridir. Ben ise Hak rızâsını arıyorum, toprak ile ve dolayısıyla toprağı yaratan ile hemhâl olma derdindeyim…”

 

Yine sordum çiçeğe, uçmağa girer misiz?

Çiçek eydür ey derviş, uçmak âdem şehridir.

 

Cennet biz gibi sorgu-suâle muhatap olmayacakların değil, teklîfe muhatap olan insanların yeridir.”

 

Böyle güzel güzel sarıçiçekle konuşurken, birden bir el beni sarsmaya başladı:

 

“–Beyim! Beyim!”

 

Kendime gelince bir baktım, dağda karşılaştığım o pîr-i fânî:

 

–Ne oldu sana beyim?

 

–Bilmiyorum, birden kendimden geçiverdim.

 

–Bir şey yedin mi?

 

–Evet, şu sarıçiçeklerin balını emdim.

 

Köylü gülmeye başladı:

 

–O çiçekler insanı bir hoş eder, olmayan şeyleri görmeye başlarsın.

 

–Yani halüsinasyon mu gördüm ben?

 

–Valla beyim; ben bilmem ama, ben seni gördüğümde; «Sordum sarıçiçeğe!» diye ilâhîler okuyordun.

 

–Ama kitap, yenilebileceğini yazıyordu.

 

–Eğer buralarda doğup büyüseydin, bu çiçeklerin zehirli olduğu bilirdin. Bunları bana ata dedem anlattı, öğretti. Meselâ; bu dağda gördüğün bir mantar yenilebilir, ama ona benzeyen mantar başka bölgede zehirli olabilir. Bunları kitap yazmaz beyim… 

 

–İşte böyle Hocam. O pîr-i fânî bana böyle bir ders verdi. Siz ne dersiniz bu konuda?

 

–Çok güzel bir tecrübe yaşamışsınız Senai Bey. Ben bu tecrübenizi hasbe’l-kader tasavvuf konusuna bağlamak isterim:

 

“Zâhirî ilimlerde rehberlik edenler; sâlih âlimler, fakîhler, müfessirler ve muhaddislerdir. Bâtınî meselelerde yol gösterenler ise, Hak dostu mürşid-i kâmillerdir.” 

 

“Onlar; Allâh’ın dînini önce kendi hayatlarında yaşar, sonra da hâl, söz ve fiilleriyle insanları irşâd ederler.”

 

“Yani mürşid-i kâmiller; daha önce bu eğitimi almış, tuzak ve engelleri görmüş oldukları için, onların yapacağı rehberlik önemlidir. Çünkü mürşid mürîdinin bazen meşakkatli de olsa, doğru yolu bulması için uğraşır.”

 

“Velhâsıl seyr u sülûkü, sizin tabiatı anlamaya çalışmanız olarak düşünürsek; sadece elinizdeki kitap yeterli olmayabilir. Tabiatın; yazını kışını, acısını tatlısını, şifâsını zehrini size öğreten bir mürşid-i kâmile bende olmak lâzım gelir.”

 

–Faydalı oldu Hocam, Allâh’a emânet olun.

 

–Selâmetle Senai Bey.     

 

_________________

 

Şiirin tahlilinde Muhammed Enes TOPGÜL’ün; «Sordu Derviş, Dedi Çiçek» adlı makalesinden faydalanılmıştır.