NASİHAT

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

Bir eğitim ve öğretim yılını daha yarılamıştık. Birinci dönemin son haftasındaydık. Her sınıfta üç-beş öğrenci vardı. Öğrenciler de öğretmenler de tatil havasına girmişti. Sınıflarda ders işleyen yoktu. Dönem sonları, haftalar böyle boş geçerek hebâ oluyordu.

Bizim talebelik yıllarımızda ise, her iki dönemin son haftası son günü son derse kadar ders işlenirdi. Bir dersin bile boş geçmesine öğretmenlerimizin gönlü râzı olmazdı.

Biz müdür beyin odasında bu konular üzerinde;

«–Boş geçen dersleri nasıl değerlendirebiliriz?» diye konuşuyorduk. Sonra;

«–Öğrencilerin tamamını konferans salonuna toplayalım, her ders bir idareci veya öğretmen salona çıksın, öğrencilerle sohbet etsin.» diye karar verdik.

Bu karar üzerine öğrencileri salona topladık. Tamamı yüz kadardı. Müdür bey bana;

“–Gel hocam ilk sohbeti biz yapalım.” dedi. Beraber salona çıktık.

Hocamız on dakika kadar tatili değerlendirme üzerine konuştu, sonra mikrofonu bana verdi. Esas mevzuya geçmeden önce, öğrencilerin dikkatini çekmek için soru-cevap tekniğini kullanmanın faydalı olacağını düşündüm. Öğrencilik yıllarımızda hocalarımız bunu çok yapardı. Soru sorarak herkesin dikkatini konu üzerine toplar, aklı başka yerde olanların derse dönmesini sağlar, düşünmeye sevk ettirirlerdi.

“–Gençler!” diyerek söze başladım. Sizi buraya niçin topladık, bunu tahmin ediyorsunuz. İçinizden «nasihat etmek» diye geçiriyorsunuz. Bir kısmınız da;

«–Yine mi nasihat?!.» diyorsunuz. Siz bu şekilde düşünseniz de bir anne-babanın evlâdına, bir öğretmenin öğrencisine iyi ve güzel olanı anlatıp onu yönlendirmesi, kötü ve yanlış olanlardan da sakındırması onun vazifesidir. Bu sebeple biz doğru olanı söyleyelim, uygulayıp uygulamamak da sizin bileceğiniz iş.

Nasihat nedir? Dinlersek ne kazanırız, dinlemezsek kaybımız ne olur? Önce bunların üzerinde duralım. Nasihat, bir insanın iyiliği için ve onun iyiliğine olan yapması gereken söz ve davranışları anlatmak, onun dünya ve âhireti için zararına olan şeyleri de bildirip hata ve günahlara düşmemesi için îkazlarda bulunmak, diyebiliriz.

Bu öğütler; bir ömür yaşadığı hayat tecrübelerini bize aktarmak isteyen büyüklerimizden de olsa; hocalarımızdan, âlimlerimizden de olsa; Hak dostlarından da olsa bunların hepsi bizim için çok değerlidir.

Nasihatleri dinleyenler; hedefini belirlemiş, kulluk şuuruna ermiş, hayatın gayesini bilen, iradesine hâkim, aklını kullanabilenlerdir. Nasihatlere kulak tıkayanlar ise; nefsine esir olmuş, onun hevâ ve hevesleri peşinde savrulup gidenler, mânevî güzelliklere kalp kapılarını kapayanlardır.

Bu konuyu size şöyle bir örnekle açıklayayım:

Arkadaşlarınızla dağın eteğindeki «Karaçay Mesire Yeri»ne gidiyorsunuz. Yolda susadınız, karşınıza bir çeşme çıktı. İçmek için yaklaştınız. Çeşmenin üzerinde ise «İÇİLMEZ» yazılı bir îkaz levhası var. Söyleyin bu sudan içer misiniz?

Cevap:

«–Hayır içmeyiz hocam.» 

 

Yola devam ettiniz, ileride önünüze bir çeşme daha çıktı. Bunun üzerinde de «İÇİLİR» yazılı bir levha asılı. Bu sudan içer misiniz?

Cevap:

«–Evet içeriz hocam.»

 

Şunu bilin ki akıl sahibi herkes sizin yaptığınızı yapar. Kirli suyu içerek hasta olmayı göze alamaz. Şimdi farz edin ki, sizin iyiliğinize olan, yapmanızı istediklerimiz; «içilir» yazılı çeşme, sizin zararınıza olan yapmayın dediklerimiz de; «içilmez» yazılı çeşme. Size yapılan nasihatleri bu iki çeşme örneğine göre düşünürseniz, ne demek istediğimizi daha iyi anlarsınız.

Az önce hocamız size;

“–Tatilde güzel, faydalı eserler okuyun!” demişti. Okuma konulu size iki hâdise anlatacağım dikkatle dinleyin:

Birincisi şu: Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşamış bir edebiyatçının, çocukluk yıllarında yaşadığı bir hâdise. Kendisi anlatıyor:

“–On beş yaşlarında biriydim. Babam da o dönemin tanınmış yazarlarından biri. Her hafta yazar, şair ve ilim sahibi kişiler bizim evde toplanır; ilmî, edebî sohbetler yapılırdı. Ben de bu sohbetleri büyük bir merak ve heyecanla dinlerdim. Babam benim de iyi yetişmiş biri olmam için üzerimde çok dururdu. Her hafta bana bir kitap getirir, ben de onu bir hafta içinde okur, babama teslim ederdim.

Bir gün babamla çarşıda gezerken bir mağazanın vitrininde güzel bir gemi maketi gördüm;

«–Baba, bunu bana alır mısın?» dedim;

«–Sonra alırız…» dedi. Birkaç gün geçtikten sonra kalın bir cilt kitapla eve geldi. Kitabı bana vererek;

«–Oğlum; bu kitabı okursan, istediğin o gemi maketini sana alırım.» dedi. Buna çok sevindim; «O kitabı en fazla bir ayda okurum.» diye düşündüm. Sevinerek kitabı açtım. Baktım ki kitap günümüz Türkçesi ile değil, Osmanlıca yazılmış bir kitap;

«–Baba, ben Osmanlıca bilmiyorum nasıl okuyayım?» dedim.

O da;

«–Eğer gemi maketini almak istiyorsan, Osmanlıcayı öğrenecek ve bu kitabı okuyacaksın.» dedi.

Ben de evimize gelip giden babamın arkadaşlarından yardım alarak Osmanlıcayı öğrendim ve bin sayfa kadar olan Kısas-ı Enbiyâ kitabını altı ayda okuyup babama teslim ettim. Babam da gemi maketini alıp bana getirdi.

Bu vakadan çıkaracağımız sonuç nedir? Baba, oğlunun iyi yetişmesi için Osmanlıca öğrenmesini istiyordu, bu sayede istediği oldu. Evlâdı da; «Ben bilmem!» demeyip çalıştı, gayret etti Osmanlıcayı da öğrendi Kısas-ı Enbiyâ gibi çok değerli bir eseri de okumuş oldu. Gemi maketi de bu kazanımlara vesile oldu.

İkinci hâdiseyi ise bizzat ben yaşadım:

 

“İmam hatip lisesi 6. sınıf öğrencisiyim. Hocalarımız, okuma konusu üzerinde çok dururlardı. Biz, okuma sevgimizi onlara borçluyuz.

Yarıyıl tatilinden dönmüş, derslere başlamıştık. Dönemin ilk günü. Dersimiz fıkıh. Hocamız;

«–Tatilde kitap okudunuz mu?» diye sordu.

Sınıf olarak;

«–Evet hocam!» dedik.

Hocamız;

«–Bir kitap okuyanlar parmak kaldırsın.» dedi.

Sınıfın tamamı parmak kaldırdı.

«–İki kitap okuyanlar?» dedi.

Sınıfın yarısı parmak kaldırdı;

«–Üç kitap okuyanlar?» dedi.

Üç kişi parmak kaldırdık.

Hocamız;

«–Üçten fazla okuyanlar?» dedi. (Salonda bütün öğrenciler dikkatle dinliyor, merakları yüzlerinden okunuyordu.);

«–Hocamızın bu sorusu üzerine; bir tek parmak kalktı, o da benim parmağımdı.»” deyince salonda müthiş bir alkış koptu.

“–O sene okuduğum kitaplardan bazılarını size söyleyeyim: M. Necati SEPETÇİOĞLU’nun; «Kilit, Anahtar, Kapı» isimli eserleri. Kadir MISIROĞLU’nun; «Moskof Mezâlimi, Yunan Mezâlimi, Sarıklı Mücâhitler, Lozan Barış mı Hezîmet mi?» isimli eserleri. Yılmaz GÜRBÜZ’ün; «Balkan Acısı» romanı, Mehmet NİYAZİ’nin; «Varolmak Kavgası» romanı, Selçuklu döneminde ortaya çıkmış haşhâşîler olarak bilinen Bâtinîleri anlatan Ö. Rıza DOĞRUL’un; «Hasan Sabbah’ın Cennet Fedâîleri»…

Bakın gençler! Az önce Kısas-ı Enbiyâ isimli bir eserden bahsettik. Bu eser, peygamber kıssalarından bahseder. Siz Nuh -aleyhisselâm-’ı ve Nuh tûfânını duymuşsunuzdur. Nuh -aleyhisselâm-, kavmini Hakk’a inanmaya davet etti. Onlara yıllarca nasihat etti, ama onlar onu dinlemediler. Sonuç ne oldu? Bir avuç ona inananlar gemiye bindi kurtuldu. Diğerleri boğulup gitti.

Lût -aleyhisselâm-’ı da bilirsiniz, azgın ve sapık kavmini o da devamlı uyardı, ama onu dinlemediler. Yaptıkları o çirkin işten vazgeçmediler, netice ne oldu? Hepsi yerin dibini boyladı, helâk olup gittiler.

Peygamber Efendimiz’in davetine uyan câhiliyye devri insanları ise, Allah -celle celâlühû-’ya ve Rasûlü’ne îmanları ve itaatleri sayesinde sahâbe-i kiram olma şerefine nâil oldu. Yaşadıkları devre «Asr-ı Saâdet» denildi. Efendimiz’in davetine uymayan, öğütlerini dinlemeyen Ebû Cehiller, Ebû Lehebler ne oldu? Bunları biliyorsunuz.

Tarihten günümüze yaşanan bütün bu ibretlik hâdiseleri bilip de; «Benim nasihate ihtiyacım yok!» diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur:

“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55)

 

Son olarak Behlül Dânâ’dan sizlere bir menkıbe anlatayım:

Behlül Dânâ, Abbâsî halîfesi Harun Reşid zamanında yaşamış, zaman zaman Halîfe’yi ve ahâlîyi ibret alınacak hâdise ve nasihatlerle uyaran Hak dostu biri.

Bu Hak dostu bir gün pazara bir tezgâh kurar. Tezgâhında satışa çıkardığı üç adet kuru kafadır.

•Kuru kafanın birincisine «bedava» yazar,

•İkincisine «beş kuruş» yazar,

•Üçüncü kuru kafaya da «bin altın» yazar.

Pazarda bulunan insanlar merak eder;

«–Yâ Behlül! Bunların üçü de kuru kafa, ama fiyatları niye farklı?» diye sorarlar.

Behlül der ki;

«–Şu ‘bedava’ olan kuru kafa Hakk’a inanmayan, nasihat dinlemeyen, her türlü şer işleri yapan biriydi, bu ‘taş kafa’ olduğu için bedava.

İkinci ‘beş kuruş’ olan ise, nasihat dinlerdi, ama dinlediği bir kulağından girer öbüründen çıkardı. Söylenenleri yerine getirmezdi. Bu bir ‘boş kafa’ olduğu için beş kuruş eder.

Şu üçüncü ise hem nasihat dinler, hem söylenenleri uygular, akıllı, ahlâklı ‘hoş kafa’ biriydi. Bu sebeple bu ‘bin altın’ ediyor.» der.

Şimdi size soruyorum, bu menkıbeye göre Nuh ve Lût -aleyhisselâm-’a inanmayanlar hangi gruba girer? «Taş kafa» dediğinizi duyuyorum. Öyle ise «taş kafa» olmak da «hoş kafa» olmak da kişinin kendi elinde.

Akıl bize verilen en büyük nimetlerden biridir. Aklı olmayanın sorumluluğu yoktur. Aklı olup da kullanmayanların ise vay hâline!

Nasihat; dinleyene, dinleyip de aklını kullananlara ve söylenenleri yapanlara fayda verirmiş.

Büyüklerimiz der ki:

“İnsan ne yaparsa kendine yapar.”,

“Her insan yaptığının karşılığını görür.” ve âyet-i kerîme meâli ile bitirelim:

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (en-Necm, 39)