EY BİLÂL! BU FİRKAT NEDİR?

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-, hicretten kırk sene evvel Mekke’de doğdu. Annesi gibi o da köle idi. İslâm’ı duyar duymaz kabul etti. Bunu da açıkça ifade edince, efendisi Ümeyye bin Halef’in dayanılmaz işkencelerine maruz kaldı. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- tarafından satın alınarak âzâd edildi. Hicretten sonra okumaya başladığı ezanı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtına kadar sürdürdü. 

 

Bilâl-i Habeşî’nin sağlam îmânını, güzel ahlâkını ve eşsiz husûsiyetlerini Seyrî/M. Ali EŞMELİ «Hazret-i Bilâl’in Ezânı» şiirinde ne güzel terennüm eder.

 

Rasûlullah âşığı bu mübârek sahâbî, altmış küsur yaşında Şam’da vefât etti. Vefâtına yakın son sözleri:

 

“–Ey dostlarım, sevinin; yarın inşâallah Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’a ve ashâbına kavuşacağım.” oldu. Yakınları ağlıyor, Bilâl -radıyallâhu anh- ise;

 

“–Ah ne güzel, ne hoş!” diyordu. 

 

Kabri, Şam’dadır. 

 

*

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra; Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- da üzüntüsünden, o semâları rûhâniyete gark eden güzel sesiyle bir daha ezan okuyamaz olmuştu. Hazret-i Bilâl, başta Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer olmak üzere ashâb-ı kirâmın hasret dolu ısrarlarına dayanamayıp ne zaman ezan okumaya niyet ettiyse, mihrapta Allah Rasûlü’nü göremeyince hıçkırıklarla boğazı tıkandı, sesi kısıldı, ezan okumaya muvaffak olamadı. İçini kavuran aşk ateşini teskin edebilmek için Medine’den uzaklaştı, Şam’a gitti. İslâm ordusuna katıldı. 

 

Bir defa ordugâhta yüreğinden taşan yanık sedâlarla içli içli ezan okudu. O anda herkesin kalbi bir başka dağlandı. 

 

Yine bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rüyasında gördü. Peygamber Efendimiz; 

 

“–Nedir bu ayrılık yâ Bilâl! Beni ziyaret etme vaktin hâlâ gelmedi mi?” diye sitem etti. Bunun üzerine Bilâl -radıyallâhu anh- mahzun bir şekilde uyandı ve hemen yola çıktı. Âlemlerin Efendisi’nin kabr-i şerîfini ziyaret için Medine’ye geldi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda ağlayıp yüzünü-gözünü kabrine sürdüğü esnada, Peygamber Efendimiz’in torunları Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin geldiler. Hazret-i Bilâl onları bağrına basıp öptü. Onların; 

 

“–Ey Bilâl! Ezanını dinlemeye ziyadesiyle hasretiz!” diye ısrarları üzerine ezan okumaya başladı. Daha «Allâhu Ekber» dediği anda Medine sarsıldı. «Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullah» dediğinde ise kadın-erkek bütün insanlar, Allah Rasûlü dirildi zannederek Mescid-i Nebevî’nin yollarına döküldüler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medine’de insanların bu kadar çok ağladığı bir gün görülmemişti. 

 

O gün içli müezzin Hazret-i Bilâl; «Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullah» dedikten sonra ağlayarak olduğu yere yığıldı. Devam edemedi. Çünkü mihrapta Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görememişti. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, I, 244-245; Zehebî, Siyer, I, 357-359), (Osman Nûri TOPBAŞ, İhlâs ve Takvâ, s. 204, 205)

ÇETİN KALE AZİMLE DÜŞÜRÜLDÜ

 

Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa, 1635’te Amasya/Vezirköprü’de doğdu. Yine bir devlet adamı olan Köprülü Mehmed Paşa’nın oğludur. Rüşvet düşmanı, mûtedil, akl-ı selîm, gayretli, ilme ve âlime, sanata ve sanatkâra dost ve hâmi, âdil, cömert olan fazîletli şahsiyeti sebebiyle «Fâzıl» lâkabını aldı. Tahsilini tamamladıktan sonra on sene müderrislik yaptı. Daha sonra mülkiyeye geçti. Babasının vefâtı üzerine Vezîr-i Âzamlığa oğlu tayin oldu. Yirmi altı yaşında üstlendiği bu vazifeyi, on beş sene hakkıyla îfâ etti. 

 

Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa, 3 Kasım 1676’da vefât etti. Kabri, Çemberlitaş’taki türbesindedir.

 

*

 

Uyvar Kalesi, sağlamlığı ve iyi korunması sebebiyle fethi zor bir kaleydi. Buna rağmen; muhasara edilen kale duvarları toplarla dövülüyor, türlü tekniklerle fethe çalışılıyordu. Avusturya askerlerinde çetin bir mukavemet, Osmanlı askerlerinde azalmayan bir sebat vardı. Kuşatma kumandanı Fâzıl Ahmed Paşa büyük bir hücumla kaleyi almaya kararlıydı. Fakat ordunun; İstanbul’u fetheden, Bağdat’ı dize getiren, Kosova’da şahlanan ordu olmadığının farkındaydı. En ufak taviz korkunç bir mağlûbiyete yol açabilir, geri dönüşü olmayan kayıplar verilmesine sebep olabilirdi. Fâzıl Ahmed Paşa zihnini bu düşüncelerle yoğururken paşalar ve beyler çadırına geldi;

 

“–Ne istersiniz silâhdaşlarım?” dedi. Budin Beylerbeyi Hüseyin Paşa;

 

“–Devletlüm izin verirlerse bizler, büyük hücumda askerlerimizin başında metrislerde (ileri hatlarda) düşmanla gırtlak gırtlağa cenk etmek isteriz. Şehidlik rütbesi, ulaşabileceğimiz en yüksek rütbedir. Ne buyurulur?” diye sorunca, Sadrazamın gözleri doldu ve;

 

“–Bu kahramanlıkla, bu celâdetle Kaf Dağı bile yıkılır! Var olun kardeşlerim! Ben dahî sizlerle birlikte, ön safta vuruşmaktan çekinmem. Yarın Uyvar fethedilecektir.” dedi. Ertesi gün müthiş bir hücum başladı ve başta sadrazam olmak üzere bütün vezirler, paşalar, beyler, sıradan birer asker gibi savaştılar. Birkaç saat içinde Uyvar fethedildi. Öyle büyük bir kahramanlık destanı yazdılar ki, o günden sonra birisinin kahramanlığına misal verilmek istense; 

 

«Uyvar önünde Türk gibi kararlı/güçlü» sözü darb-ı mesel oldu.

KADÎM OSMANLI MÛSIKÎSİNİN SON TEMSİLCİLERİNDEN BİR DERVİŞ…

 

Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi, 9 Ocak 1778’de İstanbul’da doğdu. Tahsile başladığı mektepte ses kabiliyeti ile akranlarından öne çıktı. Uncuzâde Seyyid Mehmed Efendi ile meşk etti. İsmail Efendi, daha sonra Yenikapı Mevlevî Şeyhi Ali Nutkî Dede’den mûsıkînin inceliklerini öğrendi. İçindeki boşluğu mûsıkî ile dolduramayacağını anlayınca Şeyh’e; «Tarîkata girerek kalbini tatmin etmek istediğini» ifade etti. Şeyh Efendi bu yolun çileli olduğunu söylediyse de kararlı bir duruş göstererek Şeyh Efendi’yi iknâ etti. 

 

Yaptığı bestelerle sarayın ve padişah III. Selim’in dikkatini çekti. Enderun’da hocalık yapmaya başladı. II. Mahmud döneminde müezzinbaşı oldu. 

 

İsmail Dede Efendi; hac ibâdeti için gittiği Mekke’de hac ibâdetini yerine getirdikten sonra, yakalandığı kolera hastalığı sebebiyle, doğduğu gün gibi yine Kurban Bayramı’nın birinci günü 30 Kasım 1846’da vefât etti. Kabri, Cennetü’l-Muallâ’dadır.

 

*

 

Sultan II. Mahmud, Dede Efendi’nin sanattaki derecesini bilmesine rağmen onu imtihan etmeye karar vermiş. Teravih namazının dördüncü dört rekâtından sonra, Sultan tarafından müezzin mahfeline gönderilen biri tarafından, Dede Efendi’nin; «Acem makamından değil, Şevkefzâ makamından devam etmesini» istedi. O zamana kadar Şevkefzâ bestesinden hiçbir ilâhî yapılmamış olduğundan, ne yapacaklarını şaşıran müezzin efendiler Dede Efendi’nin yüzüne bakakalmışlar. İçlerinden biri Dede Efendi’nin işareti üzerine Şevkefzâ’dan tekbir getirmeye başlamış. İmam da Fâtiha-i şerîfi Şevkefzâ makamından okumuş. Dede Efendi; 

 

“–Hele bir namazı kılalım…” diyerek dört rekâtlık teravih namazına durmuş. Selâm verilir verilmez irticâlen Şevkefzâ makamından bir ilâhîye başlayıvermiş. Arkadaşlarının hemen hepsi mûsıkî ilminde birer üstad olduklarından, Dede Efendi’ye kulak vererek, ağız kalabalığı ile ilâhîyi güzelce okuyup bitirmişler. Padişah’ın takdirlerini kazanmışlardır. (Balıkhâne Nâzırı Ali Rıza Bey, Bir zamanlar İstanbul, s. 141)

BİLMEMEK FAZÎLET (Mİ)?

 

Yahya Kemal BEYATLI, 2 Aralık 1884’te Üsküp’te doğdu. Annesinden Kur’ân öğrendi. Çocukluğuna dair;

 

“–Annem Yazıcızâde’yi sabah namazlarından sonra okurdu. Beyaz başörtüsü ile elindeki kitaba eğilişini hâlâ görür gibiyim. Çok yerlerini anlamadığım hâlde annemin yüksek sesle ve makamla okuyuşundan dinlediğim Muhammediyye’nin o mısraları bana; bizim öz maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem sûrette bulunan milletimizin dünya ve âhiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Türklükle İslâm’ı yoğuran millî-İslâmî harsini benliğimde hissetmeye başlamıştım.” sözleri, mayalandığı özün, Peygamber sevgisi olduğunun ifadesidir. 

 

Paris’te siyaset okurken bir Fransız tarihçinin tesiriyle, Türk tarih ve medeniyetini incelemeye karar verdi. Yaptığı araştırmaların neticesinde «yeni edebiyat» akımının öz kültür ve benliğimizden uzak, medeniyetimize yabancı, sanat değil taklit olduğu kanaatine vardı. Dîvan edebiyatını örnek alarak kaleme aldığı şiirlerinde estetik ön plândadır. 

 

«Kökü mâzîde olan âtî» düsturuyla yaşayan İstanbul âşığı vatanperver şair Yahya Kemal BEYATLI, 1 Kasım 1958’de vefât etti.

 

*

 

Nihad Sâmi BANARLI’nın anlattığına göre, Yahya Kemal bir dönemdeki sohbetlerinde sık sık şöyle dermiş: 

 

“–Çocuklarımıza dediler ki: 

 

«Selçuklu ve Osmanlı medeniyetini bilmemek fazîlettir.» 

 

«Osmanlı Türkçesini bilmemek fazîlettir.» 

 

«Fuzûlî’yi, Nedîm’i, Hâmid’i bilmemek bir fazîlettir.»

 

«Hâsılı … bilmemek bir fazîlettir.»

 

Çocuklarımız bir de baktılar ki, meğer ne çok fazîletleri varmış.”