ECELE TEBESSÜM

Sami GÖKSÜN

 

Dünyada bulunan canlı varlıkların hayatı, mahiyetini tam olarak anlayamadığımız ruhla devam eder. Ruh alındığında, canlının hayatı biter ve ölür. Yeryüzünün çeşitli yerlerinde her gün binlerce insan dünyaya gelir, binlerce insan dünyadan ebedî âleme gider. İnsanı imtihan için yaratan ve fânî olan dünya misafirhânesine gönderen yüce Rabbimiz kanunu böyle koymuştur.

Ölüm; ölümsüz bir hayata geçiş ve sonsuz bir hayat için bir başlangıçtır. Hazret-i Âdem’in aslî vatanı olan cennete bir sevkiyat, dünya zindanından cennet bahçelerine bir davet, saâdet sarayına girmek için bir terhis ve Allah -celle celâlühû-’nun cemâlini görmeye açılan bir kapıdır. Başta Peygamberimiz olmak üzere enbiyâ, sahâbe ve evliyâ ile sohbettir. Ehl-i îmân için bir rahmet kapısıdır. Ölüm, müslüman için dostun Dost’a kavuşmasıdır.

Rivâyete göre;

Allah -celle celâlühû- ölüm meleği Azrâil’i, halîl / dost edindiği Hazret-i İbrahim’in rûhunu almaya göndermişti.

Hazret-i İbrahim, Azrâil’e;

“–Dostunun rûhunu alan bir dost gördün mü?” diye sordu.

Azrâil bu durumu Allâh’ın huzûruna çıkarak arz edince Allah, Azrâil’e;

“–Sen de O’na; 

 

«–Ey İbrahim! Dostuna kavuşmak istemeyen hiçbir dost gördün mü?» diye sor!” buyurdu.

Azrâil tekrar Hazret-i İbrahim’e geldi, yüce Allâh’ın sözünü ona söyler söylemez Hazret-i İbrahim;

“–Öyleyse hemen rûhumu al!” diyerek rızâ gösterdi.

Ehl-i dalâlet ve isyan ehli içinse ölüm cehenneme açılan bir kapıdır. Karanlıklar kuyusudur.

Yüce Rabbimiz; insanı bu dünyaya ebedî olarak kalmak için değil, misafir olarak kalmak üzere göndermiştir. İmtihanın neticelenmesi, insanın ölümü tatmasıyla mümkündür. Nitekim yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur:

“…Kaçtığınız ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır. Sonra da görünür ve görünmez âlemleri hakkıyla bilen Allâh’a döndürüleceksiniz.” (el-Cum‘a, 8)

Başka bir âyet-i kerîmede ise;

“Nerede olursanız olun ölüm size yetişir. İsterseniz tahkim edilmiş surlara / burçlara veya gökteki burçlara sığınmış olun.” (en-Nisâ, 78) buyurmaktadır.

Ölüm; görünüşte insanın hayatının sona ermesi, cesedinin dağılması, bedeninin yok olması gibi düşünülse de hakikatte mü’minler için bir nimet ve rahmettir. Gaflet ehli ve kâfirler içinse pişmanlık ve nedâmettir.

Cenâb-ı Hak; eceli, bize takdir edilen ömrümüze gizlemiştir. Bunun sebebi, insanı gafletten kurtarmak içindir. Eğer kişi ne zaman öleceğini bilseydi; birçok insan ömrünün ilk yıllarında gaflete dalar, her türlü harama girerdi. Ömrünün son kısmında ise ümitsizliğe düşer, dünyadan el etek çekerdi. Biraz îmânı varsa tövbe eder yoksa da îmansız olarak dünyasını değiştirmiş olurdu.

Yüce Rabbimiz rahmeti îcâbı, dünya ve âhiret hayatındaki dengeyi muhafaza etmek için, insanın ecelini ömründe gizlemiştir. Öyle ise mü’min, her an ölüme hazır olmalıdır. Gaflet ânında yakalanmamalıdır.

İnsan öleceği yere ayağıyla gider. İnsan ne zaman öleceğini bilmediği gibi, nerede ve nasıl öleceğini de bilmez. Bunun içindir ki ölüm, bazı kimseleri eğlenmek için gittiği yerde yakalar. Evet; kulun ölmesi nerede takdir edilmiş ise, Cenâb-ı Hak o kulu oraya getirecek bir sebep yaratır. Süleyman -aleyhisselâm- zamanında geçen şu kıssa bu noktayı gayet güzel açıklar:

Ölüm meleği bir gün Hazret-i Süleyman’ın yanında bulunan birisine dikkatlice bakmıştı. Hazret-i Süleyman, Azrâil’i, görünce; onun «Ölüm meleği» olduğunu söyledi.

Adam çok korktu;

“–Ölüm meleği bana sanki canımı almak ister gibi baktı ey Süleyman! Ne olur emrindeki rüzgâra emret de beni Hindistan’a götürsün.” dedi.

Hazret-i Süleyman da rüzgârla adamı Hindistan’a gönderdi. Bu arada ölüm meleği Hazret-i Süleyman’ın yanına tekrar geldiğinde Hazret-i Süleyman;

“–Sen, benim yanımda duran falan kişiye niçin öfkeyle baktın?” diye sordu.

Ölüm meleği şu cevabı verdi:

“–Ben ona hiddetle değil, hayretle baktım. Çünkü onun rûhunu Hindistan’da almakla emrolunmuştum. Onu burada senin yanında görünce, buradan Hindistan’a nasıl gidecek diye şaşırdım. Fakat vakit geldiğinde Hindistan’a gittim. Onu orada buldum ve rûhunu aldım.” (Mesnevî)

 

Buna benzer hâdiselere biz de şâhit olmuşuzdur.

Meselâ; hiç ortada bir sebep yokken seyahate çıkan bir yakınımızın, ölüm haberini duyduğumuz olmuştur. Böyle olunca, ölen kimse için;

“–Gitmeseydi ölmezdi. Hastahâneye yetiştirilseydi ölmezdi.” gibi ifadeler yanlıştır. Cenâb-ı Hak bir insanın ölmesini takdir buyurduğu an o ölüm gerçekleşir.

Bu mevzu ile ilgili olarak Hazret-i Ömer’in şehîd edilmesi hâdisesi çok ibretlidir.

Hazret-i Ömer; bir cuma günü minberde hutbe okurken, televizyon ekranına bakar gibi bir aylık mesafedeki İslâm ordusunu görmüş, ordu kumandanına hitaben;

“–Ey Sâriye! Dağa bak, dağa!” deyip sesini Allâh’ın izniyle işittirmiş ve orduyu büyük bir tehlikeden kurtarmıştır.

Ancak aynı Hazret-i Ömer, kendisini şehîd etmek için yanına kadar sokulan kâfir Firûz’u görememiştir.

Göremezdi de çünkü onun dünyada geçireceği ömür dakikaları bitmişti.

اِذَا جَاءَ الْقَدَرُ عَمِيَ الْبَصَرُ

 

Gelmişse kader,

Gözden fer gider… 

 

Bu hakikat bizlere gösteriyor ki ölüm kaçınılmazdır. Öyleyse insan; vücudunu o bedeni verene fedâ ederek, ölümle sonsuz saâdeti bulmalıdır.

Hulâsa ölüm, îmân ehli için bir rahmet kapısıdır. Dalâlet ehli içinse ebedî karanlıklar kuyusudur.

Rabbim, cümlemize son nefes ânında îman selâmeti nasip eylesin! Âmîn…