BİZDEN NE YANSIYOR? BİZE NE YANSIYOR?

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

İnsanlar birbirlerine yansırlar. 

 

Her insan yansıtıcı ve yansımaları alan bir ayna hükmündedir. 

 

Bir arada bulunduğumuz kişilere kendi gönül dünyamızdan bir nevi enerji yayıyoruz ve onlardan yayılan enerjiyi alıyoruz. 

 

Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şerifler bize; sâlihlerle, iyi insanlarla, pozitif enerji yayan insanlarla beraber olmamızı emreder. Bunun zıddı mahiyetteki kişilerin bulunduğu ortamlarda bulunmamamızı, orada tebliğ gibi bir vazifeyi yerine getirmek dışında vakit geçirmememizi bildirir. Hattâ eğer oturur kalırsak, onlardan olacağımızı bildirir. 

 

Zamanımızda beyin üzerine yapılan çalışmalar da bunu ispatlamış. Ayna nöronları; bir arada bulunduğumuz kişiyi kopyalıyor ve beynimiz, kiminle beraberse ona dönüşmeye başlıyor. Aynı ortamı paylaşan ev ve iş arkadaşı gibi kişiler arasında yapılmış ilmî araştırmalar bunu delilleriyle ortaya koymakta. 

 

Bu hakikat karşısında; bir müslümanın inkâr ehliyle, fısk u fücur ehliyle bir arada vakit geçirmesine asla câiz gözüyle bakılamaz. 

 

İÇKİLİ ORTAMDA İŞ GÖRÜŞMELERİ

 

Alkollü içkileri, Rabbimiz kesin olarak bizlere haram kılmıştır. Allah bir şeyi haram kılmışsa o şey; pis, necis, habis, kötü ve çirkin olduğu için haramdır. 

 

Eğer bir yerde Allâh’ın yasak kıldığı bir şeyler işleniyorsa, Allâh’a karşı isyan varsa, Allâh’ın emirleri çiğneniyor, Allâh’ın yasaklarına gereken saygı gösterilmiyor, lâubâlî davranılıyor ise, burada Allâh’ın şerîatine karşı bir umursamazlık varsa; Rabbimiz orada müslümanın oturmasını yasak kılıyor. 

 

Dolayısıyla bir müslümanın böyle bir ortamda bulunup da; 

 

“–Ben içmiyorum ki! Bana ne milletin içtiğinden?” deme hakkı yoktur. Müslüman bencil bir insan değildir. Bu din; sadece kendimiz yaşayalım, el âlemi umursamayalım, diye gönderilmiş bir din değildir. Bu din, önce kendimize sonra en yakınımızdan başlayarak çevreye doğru herkese anlatmamız gereken bir dindir. 

 

Eğer içki içmek yasaksa, haramsa; onu ben içmediğim gibi içilen bir ortamda da bulunamam. Tek bir şartla bulunabilirim. O da; 

 

“–Kardeşlerim! Bu içtiğiniz Allâh’ın haram kıldığı bir içecektir. Bundan uzak durun. Allâh’ın lâneti size bulaşmasın! Hazret-i Peygamber Efendimiz, bu içkiyi içene de servis edene de taşıyana da üretene de lânet etmiştir. (Ebû Dâvûd, Eşribe, 2/3674) 

 

Dolayısıyla bu lânet size gelirse sizin ne dünya ne âhiret hayatınızın bir mânâsı kalır. Ondan uzak durun!” diye tebliğ etmek için böyle bir ortamda bulunurum. Bu tebliğimi yaptıktan sonra, sözümü söyledikten sonra; eğer insanlar onu dinlemiyorlarsa, o zaman onlara diyeceğim şudur:

 

“−Buraya Allâh’ın lâneti yağıyor. Allâh’ın lânetinin yağdığı bir yere bir müslüman olarak benim girmem, orada bulunmam asla doğru bir şey değildir.”

 

Oradan derhâl çıkmak durumundadır.

 

İş adamları soruyorlar:

 

“−Bir iş toplantısı için Çinlilerle görüşüyoruz, Japonlarla görüşüyoruz. Bu toplantıda olmazsak çok büyük maddî kayıplarımız olur vs.”

 

Dînimiz gayr-i müslimlerle ticaret yapmayı yasaklamıyor. Fakat durup bir düşünelim:

 

•Böyle bir toplantının içkili bir mekânda yapılması şart mıdır? 

 

•Daha ilk toplantısının nasıl bir ortamda yapılacağında söz sahibi olamayan taraf; bu ticaretin, bu iş birliğinin, belki bu ortaklığın devamında karşılaşacakları İslâm’a aykırı birçok meselede ne yapabilecektir? 

 

•Her seferinde; «Ama işimiz bozulur!» deyip taviz mi verecektir? 

 

İşimiz bozulur tarzı düşünceler şeytanın üflemeleridir. Kur’ân-ı Kerîm îkaz ediyor:

 

Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve (böylece) sizi her türlü hayâsızlığı ve ahlâksızlığı yapmaya teşvik eder…” (el-Bakara, 268)

 

Yani; 

 

“–Eğer bu kadar hassas davranırsan bu ticareti yürütemezsin. Dünyanın kaideleri böylesini gerektiriyor. Öbür türlü zarar edersin, iflâs edersin. Aman ha sen iflâs edersen, bak 300 kişi çalıştırıyorsun, onlara ekmek veriyorsun. Onlar da ekmeklerinden olur vs.” 

 

Şeytan böyle aslı astarı olmayan hikâyeler anlatır. 

 

O 300 kişinin ekmeğini sen veriyormuşsun gibi zannettirir sana. Hâlbuki senin de ekmeğini Allah veriyor, o 300 kişinin ekmeğini de Allah veriyor. Ve Allah bizden kendisine kul olmamızı istiyor. Cenâb-ı Hak; «Çok para kazan da nasıl kazanırsan kazan!» demiyor. 

 

Sen helâlinden ticaret yaparsın; 

 

•Allah sana çok kazanmayı yazmıştır; çok kazanırsın. 

 

•Hiç kazanmamayı yazmıştır; kazanamazsın. 

 

Dolayısıyla biz rızkımızı temin etmekle mükellefiz. Bunu yaparken de şerîatimizin prensiplerine, kaidelerine bağlı kalmaya mecburuz.

 

Binâenaleyh eğer bir rızık; içkili ortamlarda oturmak sûretiyle gelecekse, o bize helâl olmaz. 

 

Müslümanlar, inanç esaslarının arkasında durma cesareti göstermelidir. Kaideleri belirleyen taraf olmayı başarmalıdır. Aksi takdirde; muhataplarından yansıyan menfî enerjilerle ve karşılaştığı münkerâta tepki gösteremeyişiyle, îmânı gitgide zayıflayacak ve inandığı gibi yaşamadığı için, yaşadığı gibi, müsamaha ederek alıştığı gibi inanmaya başlayacaktır. 

 

İnsanın oturup kalktığı kişilerden aldığı tesir meselesinin bir başka yönü de kadın-erkek münasebetleriyle alâkalıdır. 

 

İHTİLÂT MESELESİ

 

Dînimiz, tesettür ve beraber oturup kalkma hususunda bir ölçü getirmiş: 

 

Bir erkeğin, evlenemeyecek kadar yakın akrabalarıyla; annesi, ninesi, kız kardeşleri, yeğenleri, halaları, teyzeleri, kızları ve torunlarıyla beraber oturup kalkmasında elbette bir müşkilât yok. 

 

Bunların dışındaki bütün karşı cinsler ile bir mekânda baş başa yalnız kalmak (halvet) kesinlikle haram. Hadîs-i şerifte; 

 

“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.” (Buhârî, Nikâh, 111; Müslim, Hac, 424)

 

“Üçüncüleri şeytan olur!” (Ahmed, I, 222; III, 339) buyurulmakta. 

 

Baş başa değiller, başka erkek ve kadınlar da var. Hanımlar da tesettürlü… Böyle bir durumda beraber oturup kalkmak câiz midir? 

 

Buna ihtilât denilmekte. Türkçesiyle karma vaziyette olmak! 

 

Bunun bir zaruret olan yeri var: Meselâ; yol, çarşı, otobüs, uçak ve vapur gibi gelinip geçilen yerler… Aslında bu gibi ortak kullanım alanlarında da dikkatli olmamızı, usûlüne, edebine ve âdâbına uygun hareket etmemizi dînimiz bize emrediyor. Meselâ; hadîs-i şerifte; 

 

“Yolun hakkı, gözü muhafaza etmektir. (Buhârî, Mezâlim, 22) buyuruluyor. 

 

Ancak; 

 

Erkeklere ayrı yol yapmak, hanımlara ayrı uçak, tren vb. seferi düzenlemek mümkün olamayacağı ve mümkün olsa da bu durum ailelerin bir arada olmasını imkânsız hâle getireceği için, yani zaruret bulunduğu için; buralarda tesettüre riâyet edilmek şartıyla, geçici bir şekilde ihtilâta cevaz verilmiştir. 

 

Fakat bu ihtilât devamlılık ifade ettiğinde, problemlerin yaşanma ihtimali artıyor. Mevzunun başında söylediğimiz yansıtma ve yansımaları alma hususunda, cinsiyetin de mühim bir rolü var. 

 

İnsanlar, karşı cinslerinin bulunduğu ortamlarda kendilerini kasarlar. Bu bir fıtrat kanunu. Yani karma bir sınıfta, ihtilât içindeki bir iş yerinde bir sürü müsbet ve menfî duygu trafiği kaynayacaktır;

 

“–Filân adam bana mı baktı, filân kadın bana iltifat mı etti yoksa şöyle mi, böyle mi?..”

 

Bu tür yanlış anlamaların olmaması için, çok kontrollü şekilde davranmak gerekiyor. Son derece resmî ve dikkatli… 

 

Ne kadar dikkat edilirse edilsin, karşı cinsler ve hemcinsler arasında da türlü dedikodular, kıskançlıklar, zanlar ve gizli duygular vs. meydana geliyor. Bazı zanlar maalesef gerçekleşiyor da. Aileler yıkılıyor. Cinayetler işleniyor. Üçüncü sayfa haberleri denilen hâdiselerin birçoğu, ihtilâta dikkat etmemekten kaynaklanıyor.

 

Bu kabaca «kendini kasma» dediğimiz, kontrollü davranış hâlinin ortadan kalktığını düşünelim. Yani erkekler; yanlarında, yabancı bir hanım yokmuş gibi erkek muhabbeti yapıyorlar. Hanımlar; yanlarında, bir erkek yokmuş gibi kadınsı mevzular konuşuyorlar. O zaman da istenmeyecek neticeler doğuyor: 

 

•Erkekleşen, haşin ve kaba erkekler gibi küfreden, erkek muhabbetleri duyduğunda mahcubiyet duymayan bir kadın… 

 

•Kadınsılaşan, sözleri ve tavırlarıyla feminen / muhannes davranışlar sergileyen bir erkek… 

 

İkisi de İslâm’ın müsamaha etmediği ve râzı olmadığı durumlardır. 

 

Çünkü dînimiz kadınların kadınlığını muhafaza etmesini; erkeklerin de erkekliğini muhafaza etmesini istiyor. Tabiri câizse; erkek genlerinin de, kadın genlerinin de bozulmamasını istiyor. 

 

Dolayısıyla bu işi dînimiz kökünden çözmüş. Akrabalık bağıyla birinci dereceden birbirlerine bağlı olanlar hariç, kadınlar ve erkekler ayrı ayrı ortamlarda bulunmalılar. Devamlı aynı kadroların durduğu, iş ve eğitim ortamlarını mutlaka buna göre düzenlemek lâzım. 

 

AİLE GÖRÜŞMELERİ

 

Akrabalar bir araya geldiğimizde de, eğer birinci derecenin dışında akrabalar varsa; ayrı odalarda, ayrı sofralarda oturmalı, hiç kasmaya kasılmaya da lüzum kalmadan, huzurlu bir sıla-i rahim yaşamalıyız. 

 

“Hısım, akrabadır ne olacak?” diye düşünmek doğru değildir. Ev ortamları; çay içilen, pasta yenilen rahat ortamlardır. Kadınlar kendi aralarında yiyecekler, gülecekler, eğlenecekler, şakalaşacaklar. Erkekler de yine kendi aralarında rahat bir ortamda bulunacaklardır. Toplu oturuluyor diye; sanki dış bir ortamda gibi kasılmak da huzurlu değil, o kasılmayı terk edip lâubâlîleşmek de hiç hoş değil. 

 

Kadın-erkek karışık oturmanın, hiçbir konuşma olmasa dahî, ortama salgılamış oldukları enerjiler, birbirlerinin enerjilerini kırarlar ve ortaya bölünmüş, kırılmış, parçalanmış genetik enerjiler olarak aksederler. 

 

Dînimizin kaidelerini halkımızın tamamı bilmiyor. Akrabalarımız bu kaideleri bilmeyip birinci derecenin dışında kalan; yenge, enişte, damat, gelin, kayınbirader ve baldız gibi hısımların da aynı ortamda karışık bulunmasını talep edebiliyor. Böyle bir durumda ne yapmalıyız?

 

Evet, sıla-i rahim mühim vazifelerimizden, içtimâî ibâdetlerimizden biri. Dargınlık, küskünlük olmamalı. İrtibat kesilmemeli.

 

Fakat işin doğrusunu başta akrabalarımıza öğretmemiz gerek. Yukarıda iş adamlarımızdan istediğimiz; dînimizin esaslarının arkasında durma, onu yaşayıp yaşatma ve müdafaa etme vazifesini, elbette akrabalarımızla olan münasebetlerimizde de yerine getirmeliyiz. 

 

Hanımları bir odada, erkekleri bir odada ağırlamalıyız. Güler yüzle, geniş gönülle misafirleri karşılamalıyız. Böylelikle onlar; ayrı ayrı oturmanın, rahat rahat oturmanın daha huzurlu olduğunu görerek işin doğrusunu öğreneceklerdir. 

 

Fakat böyle bir ortam var diye akraba bağını kesmek, ziyaretleri kesmek, amcanı, teyzeni, halanı ziyaret etmemek olmaz. Madem söz geçiremiyorsunuz, siz yarım saat oturacağınıza; zarureten beş dakika oturursunuz, hâl hatır sorarsınız; 

 

“–Efendim, ben geldim. Sizi de beklerim.” dersiniz. Onlar geldiklerinde onları ayrı ayrı ağırlarsınız. 

 

“–Halacığım, sizi şöyle hanımımın odasına alayım. Amcacığım, siz de erkeklerle gelin, yengem öbür tarafta hanımlarla otursun.” diye güler yüz gösterirsiniz, güzel bir misafirperverlik sergilersiniz. Bir müddet sonra buna alışırlar. 

 

İnsanlar alışamadıkları şeyi, görmedikleri şeyi problem olarak gündem yaparlar. Ama bir müddet sonra göz alışınca artık gönül de onu kabullenmeye başlar.

 

Yansıma dedik. İnancımız da hayatımıza yansımalı.

 

Aile, iş ve eğitim… Hayatının her safhasında, İslâm’ın mükemmel kaidelerini hayata yansıtabilenlere, çevrelerine sâlih bir insan enerjisini, feyiz ve rûhâniyetini yayabilenlere ne mutlu!..