TESETTÜR ve TEŞHİR

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Geçen yazımızda tesettürün evvelâ bir şükür olduğunu ele almış, bu hükmün hikmetlerini biraz daha ele alacağımızı dile getirmiştik. Evet, Allâh’ın verdiği bir nimete en güzel şükür; onu Allâh’ın rızâsına uygun şekilde hattâ Allâh’ın dînine hizmet için sarf etmek, râzı olmayacağı şekilde kullanmaktan son derece sakınmaktır. 

 

Allah Teâlâ; hanımların kendilerine verilen ziynetleri, teberrüc için ev dışında yabancı gözlere karşı sergilemesine râzı olmadığını açık şekilde beyan etmiştir: 

 

“Evlerinizde vakarla oturun. Önceki câhiliyye kadınlarının teberrücü gibi teberrüc yapmayın (süslerinizi teşhir ederek dolaşmayın). Namazı kılın, zekâtı verin. Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin.” (el-Ahzâb, 33/33)

 

Tesettürün mânâsını anlamak için; tersi olan teberrücün mânâsına bir göz atacak olursak, bu kelimenin «burc» kökünden geldiğini görüyoruz. Burc; sıradan insanların evi gibi sade ve ihtiyaç miktarı yapılmış olan evlerin aksine, ihtiyaçtan fazla olarak büyük, süslü ve ihtişamlı evlere yani köşk, saray gibi yapılara verilen bir isim. Enteresandır; Avrupa’da sömürge ile zenginleşen kesimlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, bu kesime isim olarak «burc» kökünden gelen burjuva kelimesi seçilmiş. 

 

Âlimlerden İmam Suyûtî -rahmetullâhi aleyh-, teberrüc ifadesini açıklarken; «Başörtüsünü bağlamayıp, boyun ve kulaklarındaki ziynetleri göstere göstere, dikkat çekici bir şekilde kasıla kasıla yürümesi» demiş. Bazı âlimler daha genel ifade kullanarak; «Gizlenmesi gereken ziynetleri teşhir etmeye uğraşmaları, yabancı erkeklerin dikkatini çekmek için çaba göstermeleri» diye tanımlamışlar. 

 

İbn-i Esîr, kelimenin kökeninden aldığı mânâ ile; burç gibi saray gibi gösterişli, dikkat çekici bir vaziyette dolaşmak şeklinde îzah getirmiş. Hattâ eski zamanlarda; iri, şişman olmanın beğenilen bir özellik olduğu yorumu bile yapılmış. 

 

Bu tariflerin ortak noktası; eski zamanlarda giyinip kuşanıp, takıp takıştırıp çarşı pazarda salına salına dolaşan zengin kadınları akla getirmesi. Sanki oturdukları o saraylar gibi gereğinden fazla süslü, ihtişamlı, dikkat çeken saraylı kadınları akla getiriyor. 

 

Biraz düşününce, eski zamanlarda; fakir kadınların giyeceği süslü kıyafeti, ziyneti yoktur. Kendisi de ev işleriyle, çocuklarla meşguldür. Böyle şımarıklıkları o zamanlar; ancak işlerini yapacak hizmetçileri olan, çeşit çeşit kıyafet ve ziynetlere sahip olup bunları göstermek için gereksiz yere çarşı pazarda dolaşabilecek boş vakti de bulunan bir avuç kadın yapabiliyordu. Sanayileşme ile birlikte; bu sosyete modaları, toplumun bütün tabakalarına yayıldı. 

 

Zaten toplumun zayıf kesimlerinde güçlüleri örnek alma eğilimi vardır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de buna dikkat çeker: 

 

“Ümmetimden iki sınıf var ki, ben onları görmedim. (İleride ortaya çıkacaklar): 

 

Biri, sığır kuyruğu gibi kamçıları olan ve onlarla insanlara vuran (ezâ-cefâ eden, köleleştiren, sömüren, çeşitli türde baskı ve aşağılamalar uygulayan) bir topluluktur. 

 

Diğeri de giyinik ama çıplak olan, saptıran ve sapan kadınlardır. Kafaları eğri deve hörgücü gibidir. Onlar ne cennete girebilirler ne de onun kokusunu duyabilirler. Hâlbuki onun kokusu şu kadar mesafeden duyulabilir.” (Müslim, Cennet, 52-54) 

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu hadîs-i şerîfinde «saptıran ve sapan» diye meal verilmiş olan ifade: مُمِيَلات مَائِلات

 

Bu ifadeyi âlimlerden bir kısmı; «Erkekleri kendilerine meylettiren» olarak açıklarken; «Başka kadınlara örnek olup, onları kendilerine meylettiren» diye açıklayan âlimler de olmuş. Her iki mânâyı kapsaması da mümkündür. 

 

Moda tarihini araştıran sosyologlardan bazıları demiştir ki:

 

“Modayı aylaklar çıkardı.” 

 

Yani hayatta daha ciddî bir gayesi, vazifesi olmayıp; «Daha daha ne giysem?» diye düşünecek kadar boş vakti ve buna harcayacak maddî imkânı olan kadınlar talep etti. Onların taleplerini karşılamak için, türlü türlü modeller çıkaran bazı terziler gitgide zenginleşti. 

 

Avrupa’da dünya halklarını sömürerek zenginleşen bir burjuva sınıfı doğmuştu. Bunlar şımarıklık ve azgınlık içindeydiler. Kilisenin öğütleri, artık bir kulaktan girip öbüründen çıkar olmuştu. 

 

Toplumda böyle bir sosyete kesimi oluşunca; onların giyim kuşamı, hayat tarzı, magazin basınına malzeme olmaya başladı. Bu arada var olan bu ilgiyi fırsata çevirenler; moda, kozmetik vs. sektörlerini kurup hayli zenginleştiler. Bunları özendirmek için, sanatçı adı takılarak; şarkıcı, artist, model, reklâm yıldızı kadınları piyasaya sürdüler. Bunların poz vererek büyük paralar kazanması, sosyete sınıfına atlaması, zengin kocalar bulması, şöhret, alkış, hayran kitlesi gibi nefse hoş gelen şeylere kolayca kavuşması da nesillerin ifsâd edilmesini kolaylaştırdı. 

 

Yıllarca sinema ve televizyon ekranlarıyla nesilleri ifsâd ettiler. Şimdi çeşitli sosyal medya adreslerinde; aynı o örnekler gibi poz vererek, meydanlarda utanç verici kılıklarda dolaşarak kendini bedavaya teşhir eden bir nesil yetişti. 

 

Düşünecek olursak, böyle kendini gelene geçene seyrettirmekte ne menfaat var? 

 

Bir zamanlar babamın kütüphânesinde ruh sağlığı ve hastalıkları isimli tercüme bir kitap vardı. Kitabın içinde hastalık ve anormal durumların tarifi arasında teşhircilik maddesi de vardı. O maddede; «Son zamanlarda Fransa’da kadınlar arasında yaygınlaşmaktadır, o yüzden anormal olduğu anlaşılmamaktadır.» yazıyordu. Kitabın yazarı Fransız bir hekim olmasına rağmen, bu tespiti o yıllarda yapabiliyordu. 

 

Kendini hayâsızca teşhir etmekten zevk alınıyorsa, bu gerçekten de ruh hastalığıdır. Ama elbette bunu yapanların çoğu; daha çok modaya uyma, herkes ne yapıyorsa onu yapma, dünyanın zengin-güçlü toplumlarını ve toplumun üstünlük taslayan, özendirici imkânlara sahip olan kesimlerini örnek alma gibi daha sosyal duygularla yapıyor. Ama zamanla yapa yapa bundan alınan zevk, insanın insânî tarafını sürekli zehirleyecek ve ruh sağlığını bozacaktır. 

 

Bir hanım vardı. İlk zamanlar tesettüre girdiği vakit; kendisine yakışan eşarplarla, pardösülerle örtünüyordu. Ama sonra gördüm; siyah örtü ve ferâce giymeye başlamış. Önceki şekilde örtünürken, hâlâ üzerinde bakışları hissetmekten rahatsız olmuş. Şimdi huzur bulmuş. Tabiî sadece bir başını örtmekle kalmamış; sohbetlere gide gide, ibâdetlerini yapa yapa mânevî tarafı gelişince, hayâ duygusu nefsânî tarafa baskın gelmişti. Meselenin özü de budur. 

 

Her insanın iç âleminde siyah-beyaz-gri alanlar var. Nûrânî beyaz tarafı besledikçe, fıtrî-tabiî taraf ona katılır, beyazlaşır, nûrânîleşir. Tam tersi haramın kirli zevklerine alışınca, tabiî hisler kararıp iğrençleşir. Artık kalp katılaşınca, mânevî kalp ölünce, bu yıkımın acısını duymaz hâle gelir. 

 

Dînimiz insanoğlunda bulunan kendini sevdirme, beğendirme duygusunu kınamamış, ama buna bir ölçü ve sınır koymuştur. Hem bu makul ve faydalı bir ölçüdür. Bütün gün dışarıda kendini bedavaya teşhir eden bir kadının eline ne geçer ki, günahtan başka… 

 

Hani bütün günahlar öyledir ya, bilhassa böyle hiçbir menfaati olmayan bir günahı, mahşer günü mîzânın sol kefesine getirip koydukları zaman kim bilir insanın içi nasıl da yanar!?. Bundan daha ahmakçası da böyle teşhirci kadınlarla evlenen erkeklerin düştüğü durumdur. 

 

El âlemin adamı bedavaya bakıp zevklenir. Karısı, üzerinde dolaşan bakışlardan şımarıp kendini bir şey zanneder. Kocası da karısının kuaför, moda, kozmetik, bakım ürünleri ve benzeri masraflarını karşılamak için parasını harcar. Üstüne kaprislerini, şımarıklıklarını çeker. (Zamanımızda boşanmaların artmasında; gönüllerdeki huzursuzlukların, azgınlık ve kendini bir şey zannetmenin rolü büyüktür.) Bir de günahına râzı olduğu, eliyle-diliyle engel olmadığı kalben bile buğzetmeyip rızâ gösterdiği için vebâlinden bir hisse ona da yazılır. Îmânı olan bir adam kendini böyle bir duruma niye düşürür, anlaşılır gibi değil. “Şeytan onlara amellerini süsledi.” âyetlerinden başka hiçbir îzahı yok.

 

Esasen teşhir kültürü, kadın rûhuna uygun bir şey değildir. Kadın fıtratında; beğenilme arzusu kadar, kınanma, hor görülme korkusu da vardır. Hem kadın rûhu; rekabetten, müsabakadan hoşlanmaz. Kadınların strese karşı dayanıksız ve endişeye meyilli oldukları, bilimin ortaya koyduğu verilerdendir. 

 

Erkekler kendilerini ispat etme vesilesi olan yarışlardan hoşlanır. Bir miktar stres, erkeklerin zihnini açar. Kabiliyetlerini en üst seviyede kullanmalarını kolaylaştırır. Ama kadınların aynı derecede bir zorlanma karşısında; stres, endişe ve panik ile eli ayağına dolaşır. Çünkü bütün bünye farklıdır. 

 

Üstelik insan ömrünün çoğu orta yaş ve ileri yaşta geçiyor. Bir orta yaşlı hanım demişti ki: 

 

“–Herkes örtünse ben de seve seve örtünürüm. Dip boyası yapmak (beyazları çıkan saçları her ay yeniden boyamak)tan da kurtulurum.” 

 

Dedim ki:

 

“–Herkesin öncü olmasını bekleme, sen öncü ol. Uyan değil uyulan ol. Hem sana uyanların sevâbından da hisse alırsın.” durdu, düşündü. Ama; «Yapamam!» der gibi acıklı bir yüz ifadesi vardı. 

 

Maalesef kadınların büyük çoğunluğu, öncü karakterde değiller. Bu yüzden daha güçlü olan erkeklerin toplumda; «kavvâmîne bi’l-kıst» yani Allâh’ın emrettiği düzeni kuran, ayakta tutanlar olması gerekiyor. 

 

Toplumun zayıfları çoğu zaman güçlülere tâbî olur. Gençler, mustaz‘af durumdaki erkekler (emekçiler, emir altında çalışan daha az zeki ve eğitimli kesimler), kadınlar ve çocuklar daima toplumda hâkim olan değerlerden kolayca etkilenirler. Gerçi iyi örnekler dururken nefsine hoş geldiği için kötü örneklere uyanların günahı, uyulanlara yüklenip de kendileri vebalden kurtulamazlar. Hepsinin günahı, vebâli kendine aittir.

 

Dînimizin hükümleri, herkesin huzurlu ve mutlu olacağı bir düzen tesis etmeyi emreder. Meselâ mutluluk için aileyi adres gösterir. 

 

Aslında güzel kokular, ince ve süslü elbiseler Avrupa’ya hep doğudan giderdi. İslâm dünyasında kadınlar bunları ev içinde kullanırdı. İsrafa kaçmadan ve dışarıda teşhir etmeden ipek, altın ve güzellik maddeleri kullanmak, kadınlar için helâl kılınmıştı. Dînimiz de kadınların kocasının rızâsını kazanmasını teşvik etmiş ve kadına mehir ve mîras payı vermek sûretiyle, bunları satın alabilecek belli bir maddî güce sahip kılmıştı. O devirde orta hâlli bir kadının durumu dahî gayet iyiydi. 

 

Henüz Avrupa’da insanlar yiyecek temin etmekte bile zorlanırken; Osmanlı’da hanımlar güzel kokulu sabunlarla, güzellik maddeleriyle evlerini ve kendilerini tertemiz, çiçek gibi yapardı, nezih bir hayat yaşardı. Dünyaya medeniyeti öğretenler müslümanlardı. Ama hakikî medeniyeti…

 

Müsaadenizle gelecek sayımızda konuyu ergenlik-gençlik çağının özellikleri açısından ele almak istiyorum.