İZZET ve ŞEREF TİMSÂLİ MÜCÂHİD EBÛ HUZÂFE

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

 

Sahâbe-i kiramdan Abdullah bin Huzâfe -radıyallâhu anh-, ilk müslümanlardandır. Habeşistan’a hicret eden ikinci kafilede yer aldı. Ticaret yaparak geçimini temin ederdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a davet mektubunu İran kisrâsına götürdü. Ömrü boyunca İslâm’ın yayılması için cihaddan cihâda koşan Ebû Huzâfe -radıyallâhu anh-, 650’li yıllarda cihâd için gittiği Mısır’da vefât etti. Kabri, Mısır’dadır.

 

*

 

Abdullah bin Huzâfe -radıyallâhu anh- bir cihadda seksen arkadaşıyla birlikte Bizans’a esir düştü. Bizans imparatoru Ebû Huzâfe -radıyallâhu anh-’ı huzûruna çağırtarak, hıristiyan olmasını teklif etti. Kabul ederse onu makam ve servet sahibi yapacağını va‘detti. Ebû Huzâfe -radıyallâhu anh- bu teklifi tereddütsüz reddedince, Bizans imparatoru onu önce zindana attırdı. Üç gün sonra çıkarıp teklifi tekrarladı. Aynı cevabı alınca bu sefer onu çarmıha gerdirdi. En mâhir okçusunu çağırtarak Ebû Huzâfe -radıyallâhu anh-’ın vücuduna yakın ok atışları yapmasını emretti. Bu korkutma çabası da netice vermeyince, kızgın yağ hazırlanmasını emretti. Bir müslüman esiri diri diri kızgın yağa attırdı. Bu acı manzaraya şâhit olan Ebû Huzâfe -radıyallâhu anh- ağlamaya başladı. Onun bu ağlamasını kendince yorumlayan imparator, teklifini yineledi; kendinin ve arkadaşlarının canını kurtarmak istiyorsa teklifini kabul etmesini söyledi. Fakat sapasağlam îmâna sahip olan bu sahâbî imparatora;

 

“–Keşke yüz canım olsa da hepsini Allah yolunda fedâ etsem. Öleceğim için değil, böyle bir imkândan mahrum olduğum için ağlıyorum.” dedi. İmparator, bu metânet ve dirayet karşısında hayretler içinde kaldı. Ayaklar altına düşen izzetini bir nebze telâfi için ona;

 

“–Eğer başımı öpersen seni serbest bırakacağım.” dedi. Bir müddet düşünen sahâbe efendimiz tüm esirleri serbest bırakmaya söz verirse bunu yerine getireceğini ifade etti. İmparator kabul edince, onun başını öpüp kendisini ve müslüman kardeşlerini kurtardı. Medine’ye dönüp olan biteni anlattıklarında; Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Ebû Huzâfe’nin başını öptü, onu methetti.

AKSARAYLI CİVAN

 

Aksaraylı Genç Osman, 1621’de Aksaray’ın Dorikini (şimdiki ismiyle Gençosman) köyünde doğdu. Babası vefât etti. Yetim Osman’ı annesi büyüttü. Akranları gibi güreşte, ok atmada, kılıç kullanmada kendini yetiştirdi. Bağdat’ın fethine katıldı ve 25 Aralık 1638’de bu fetih esnasında şehid düştü. Kabri, Bağdat’tadır.

 

*

 

Bağdat üzerine sefere çıkan IV. Murad Aksaray’a geldi. Bir tellal, orduya katılmak isteyenlerin meydanda toplanmasını ilân etti. Din, vatan, bayrak aşkıyla yanıp tutuşan Osman da meydana gitti. Fakat yaşı küçük görülerek kabul edilmedi. Osman bir yolunu bulup gizlice orduya dâhil oldu. Bağdat’a yaklaşıldığında, Sultan orduyu teftiş ederken bu civan delikanlı dikkatini çekti:

 

“–Adın ne senin?”

 

“–Osman Sultanım.”

 

“–Orduya nasıl katılabildin, henüz bıyıkların bile terlememiş. Bizde bıyıklarında tarak durmayan orduya alınmaz, duymadın mı?”

 

“–Duydum Sultanım.”

 

“–Öyleyse niçin katıldın orduya! Var git ananın koynuna çocuk!” 

 

Bu sözlere içerleyen Osman o esnada bir tarağı dudağına geçirerek dudağını kanattı. Dudakları kan içinde kaldı. Sultan’a;

 

“–İşte benim bıyığımda da tarak duruyor. Şimdi orduya girebilir miyim Sultanım?” dedi. Sultan karşısındakinin sıradan biri olmadığını anlayıp orduya kabul etti. Sonra da tebessüm ederek;

 

“–Bundan böyle senin adın Genç Osman! Seni öncü gazilere serdar eyledim!” dedi.

 

Bağdat’a varıp şehri muhasara eden ordu, bir sabah Padişah’ın emriyle hücuma geçti. Genç Osman en ileride kahramanca cenk ediyordu. Gazilerle birlikte kırılan kale kapısından içeri girdiler. Genç Osman kalenin en üst noktasına çıktı, elindeki sancağı dikti. Ne var ki vücuduna isabet eden oklarla yere yığıldı, bir müddet sonra da şehid oldu. 

 

Onun bu dâsitânî şecaat ve cesareti askerlere, şairlere ve yeni nesillere ilham oldu. Kul Mustafa’nın kaleme aldığı şiir marş şeklinde bestelenerek dilden dile gönülden gönüle dolaştı. İşte o şiirden bir kıt‘a;

 

Genç Osman dediğin bir küçük uşak,

Beline bağlamış ibrişim kuşak,

Askerin içinde birinci uşak,

Allah Allah deyip geçer Genç Osman!

 

 

RESENLERİNİ İBRİŞİMDEN, YELKENLERİNİ ATLASTAN…

 

Sokullu Mehmed Paşa, 1505’te Bosna’nın Sokoloviç köyünde dünyaya geldi. Devşirme olarak saraya alındı ve yetiştirildi. Sarayda aldığı her vazifeyi hakkıyla yerine getirerek yükseldi. Kaptan-ı Deryâlığa ardından Rumeli Beylerbeyliği’ne getirildi. Zigetvar Seferi’nde vezir olarak Kanunî’nin yanındaydı. Sokullu, 12 Ekim 1579’da şehîd edildi. Kabri, Eyüp’tedir.

 

*

 

Sokullu’nun zor vaziyette barışa yanaşmaması, Çanakkale Boğazı ile sahillerin düşman taarruzuna açık kalacağını gösteriyordu. Yeni Kaptan-ı Deryâ Kılıç Ali Paşa bu sebeple telâşlıydı. Sokullu, baharla birlikte büyük bir donanmayı kendisinin emrine vereceğini va‘detmişti. Ancak Kaptan Paşa bu işin gerçekleşeceğine bir türlü inanmıyordu. Bir görüşme esnasında Kılıç Ali Paşa Sokullu’ya; 

 

“–Belki tekne hazırlanması mümkündür. Ancak iki yüz gemiye beş altı yüz lenger (gemi demiri), palamar, ip ve her gemiye yelken vs. tedarikine imkân olmaz!” deyince Sokullu Mehmed Paşa şöyle dedi:

 

“–Paşa! Sen bu Devlet-i Aliyye’yi henüz tanımamışsın. Bu devlet öyle bir devlettir ki; isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden ve yelkenlerini atlastan yapmakta güçlük çekmez. Hangi geminin gerekli âlet ve yelkenini yetiştirmezsem, dediğim biçimde benden al.”

 

Bu sözler üzerine heyecanlanan Ali Paşa, ayağa fırlayıp saygı ile Sadrazam’ın elini öpmüş ve; 

 

“–Kesin olarak inandım ki, bu donanmayı tamamlarsınız.” demiştir.

 

Gerçekten de Osmanlı Devleti’nin muazzam işleyen teşkilâtı sayesinde; beş buçuk ay içinde, iki yüzden fazla kadırga ve baştarda bütün araç ve gereçleri, top, tüfek ve sâir savaş silâhları, kürekçisi ve savaşçısı hazırlanarak Kaptan Paşa’nın emrine verildi. (Peçevî Tarihi I, s. 352) (Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL, Bir devrin adı: Sokullu)

ÜÇ HUSUSİYET; HEYBET, AZAMET ve İZZET…

 

Ömer Nasuhi BİLMEN Hocaefendi, 10 Ocak 1883’te Erzurum’da doğdu. Babası vefât edip yetim kalınca, onu amcası yetiştirdi. Erzurum’daki ulemâdan ders okudu. Arapça ve Farsça öğrendi. 1908’de İstanbul’a geldi. 1912’de Fatih dersiâmlığına hak kazandı. Medresetü’l-Kudât’tan birincilikle mezun oldu. Ardından Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye medresesi fıkıh müderrisliği, Dâruşşafaka Lisesinde yirmi yıla yakın sürdürdüğü siyer, ahlâk ve yurttaşlık dersi hocalığı yaptı. İstanbul İmam Hatip Okulu ve İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde de dersler verdi. 1931’de imam hatip mektepleri kapatılınca Diyanet bünyesinde vazife aldı. Diyanet İşleri Reisi oldu. 

 

Bilmen Hocaefendi; tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve edebiyat gibi alanlarda birçok eser kaleme aldı. En meşhurları; Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri (I-VIII) ile Büyük İslâm İlmihâli’dir.

 

Bilmen Hoca, 12 Ekim 1971’de vefat etti. Kabri, Edirnekapı Sakızağacı’ndadır. 

 

*

 

Emin SARAÇ Hoca anlatır:

 

O zaman İstanbul’da bir patrik vardı. Fatih’in türbesi açılırken Rumca bir konuşma yaptı. Bu Patrik daha sonra İstanbul müftülüğünü ziyaret etmiş. Bir müddet sonra o zamanki İstanbul valisi de Ömer Nasuhi Hocaya; 

 

“–Efendi hazretleri, bir nezâket ziyareti arzu etmez misiniz?” diye patriğe ziyaret teklif etmiş. Ömer Nasuhi Efendi; 

 

“–O bizim kapımıza gelmekle mükelleftir. Ben onun kapısına gidemem. O bizim kapımızın zimmîsidir (müslüman beldede müslüman olmayan teb’a).” demiş. Bir süre sonra vali tekrar aramış ve demiş ki: 

 

“–Patrik bizi ziyarete gelecek. Siz de teşrif etseniz de bir mülâkat hâsıl olsa.” Ömer Nasuhi Efendi;

 

“–Zât-ı âlînizi ziyarete gelirim. Lâkin resmî müftü kıyafetimle gelmemde bir mahzur var mıdır?” diye sormuş. Vali;

 

“–Hayhay efendim, tabiî ki gelebilirsiniz.” deyince Hocaefendi de görüşmeyi kabul etmiş.

 

Görüşme vaktinde valiliğe gitmiş. Vazifelilere; 

 

“–Patrik geldi mi?” diye sormuş. Vazifeliler gelmediğini söyleyince; 

 

“–Öyleyse beni şu kenardaki odalardan birine alın. Patrik geldikten sonra bana haber edersiniz.” demiş. Patrik gelince kendisine haber verilmiş. Patrik içeri girip oturduktan sonra Ömer Nasuhi Efendi kemâl-i azamet ve heybetiyle içeri girmiş. Patrik ayağa kalkmak mecburiyetinde kalmış. Patrikten önce girmesi durumunda bir müslüman müftü, olarak patriğin önünde ayağa kalkma durumuna düşmemek için böyle yapmış.

 

İşte İslâm’ın izzet ve şerefini taşıyan hakikî bir âlim.