KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -46- KURTULUŞ ALLAH RASÛLÜ (S.A.S.)’DE!

Osman Nûri TOPBAŞ

HANNÂNE DİREĞİ

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mescid-i Nebevî’de hutbelerini bir hurma kütüğünün üzerine çıkarak verirdi. Daha sonra cemaat fazlalaştı. Bir minber yapıldı. Hurma kütüğü kenara kondu. Bunun üzerine bu hurma direği, sahâbe efendilerimizin işiteceği şekilde ayrılıktan inledi. 

 

Hazret-i Mevlânâ bu ibretâmiz hâdiseyi temsîlî bir şekilde şöyle anlatır:

 

“«Hannâne Direği»; Aziz Peygamber Efendimiz’in ayrılığından ötürü, duyan ve düşünen bir varlık gibi inledi, feryâd etti.

 

Öyle ki mescidde hazır bulunan genç, ihtiyar herkes bu inilti ve feryâdı duydu.

 

Cansız bir direğin böyle inleyip feryâd etmesine, ashâb-ı kiram hayret ettiler.

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- inleyen direğe sordu:

 

«–Ey direk ne istiyorsun?»

 

Şöyle cevap verdi:

 

«–Sen’in ayrılığın yüzünden canım, kan kesildi. Hutbe esnasında bana dayanırdın, şimdi beni bıraktın, minberin üstüne çıktın.»

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona şöyle dedi:

 

«–Ey sırrı bahtına yoldaş olan güzel ağaç! Söyle ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapsınlar da; doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.

 

Yahut da âhirette ve cennette Hakk’ın seni bir selvi hâline getirmesini ve ter ü taze, ölümsüz bir hâlde kalmayı mı istersin?»

 

Direk şöyle cevap verdi:

 

«–Yâ Rasûlâllah! Ben bâkî olanı isterim.»

 

Ey gafil! Bunu duy da, bari bir ağaçtan aşağı kalma!

 

O direği; kıyâmet günü, insanlar gibi dirilmesi için, yere gömdüler.”

 

Allâhu a‘lem Cenâb-ı Hak; Peygamber Efendimiz’in fazîletini bir hurma direğini inleterek dile getirtti ki, müslümanlar, Peygamber Efendimiz’i tanımak, sevmek ve O’na ittibâ etmek hususlarında kendilerini bir hurma direğiyle mîzân etsinler. 

 

O Hannâne direği; cemâdat âleminden bir ağaç parçası iken, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kıymet ve mânâsını nasıl da derinden idrâk etti! 

 

–Ey müslüman! Sen ümmeti olmakla müşerref olduğun Hazret-i Peygamber’i idrakte neredesin? 

 

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

 

“Ey gafil! Musa -aleyhisselâm- ve Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mûcizelerine nazar et! 

 

Âsâ nasıl ejderhâ oldu ve 

 

Hurma kütüğü nasıl irfan sahibi oldu ve inledi?”

 

 “Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden ayrı düştüğü için inleyen Hannâne direğini okşadı. 

 

Sen, ey insan! 

 

Bir ağaçtan daha aşağı değilsin. Hannâne direği ol da sen de bu ayrılıktan hasretler içinde inle!..”

 

Hannâne direğinin Peygamberimiz’den mahrum ve uzak kaldığı gibi, biz âhirzaman ümmeti de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den ayrı kaldık. 

 

O’nun bize bıraktığı hayat veren esasları ihmal ettiğimiz için;

 

Bize mukaddes emânetleri olan Kur’ân ve Sünnet’e hayatlarımızda sahip çıkmadığımız için, bugün büyük bir mahrumiyet içindeyiz. Sessiz feryatlar içindeyiz:

 

–Evlâtlarımız elden gidiyor! 

 

–Sokaklar perişan! 

 

–Edep, hayâ ve iffet dibe vurdu! 

 

–Çarşıda, pazarda, mektepte ve evde her yerde ahlâk dibe vurdu! 

 

Hulâsa;

 

CÂHİLİYYE HORTLADI!

 

Bugün dünya yeniden câhiliyyeye döndü. 

 

Câhiliyyede iki bâriz vasıf var:

 

Hem kadîm / eski hem modern câhiliyyede bilhassa iki husus tahrip edilmeye çalışılıyor:

 

İKİ HEDEF

 

Birincisi, âhiret telâkkîsi unutturulmaya çalışılıyor.

 

Âhiret hakikati; dünyanın bir imtihan mektebi olduğunu idrâk edip, buradaki her adımın, her sözün ve her fiilin hesabının verileceği telâkkîsi içinde yaşamaya sevk eder. 

 

Âhiret hakikati, dünyanın geçici elem ve ızdıraplarına sabretmeyi kolaylaştırır. Yine dünyanın fânî âlâyiş, şehvet, servet ve şöhretine aldanmamayı telkin eder. 

 

Âhiret hakikati unutulunca; şiddet ve zulüm artar, fısk u fücur, ahlâksızlık, nefsânî davranışlar, kibir, cimrilik ve bencillik gibi bütün kötü ahlâk yayılır ve çoğalır. Yani toplumdaki câhiliyye, fertteki nefsâniyeti kabartır. Fertlerde artan nefsâniyet, toplumu gitgide daha beter hâle getirir. Nitekim kıyâmet alâmetlerinde sayılan hususlar hep bu minvaldedir. 

 

Modern câhiliyyede; bilhassa internet ve televizyonlardaki birtakım menfî programlar, modalar ve aldatıcı reklâmlar, âhireti unutturmak için zihinlere ve gönüllere musallat olmuş durumda. 

 

Bunlar, kablolu ve kablosuz bir şekilde her eve, her cebe ulaştığı için insanlar, gelişen teknolojiyle âdetâ birer uzaktan kumandalı robota döndü. Gönüllerdeki mânevî duygular dumûra uğradı. Nefsânî hayat alabildiğine teşvik edildi. 

 

Âhireti unutan insan da, nefsânî arzuların girdabında hayatını mahvetmeye koyuldu. 

 

Câhiliyyenin ikinci hedefi:

 

Aile hayatını çökertmek. 

 

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem ve Havvâ’dan itibaren insanı aile içinde yetiştirdi. Birçok peygamber şecereler hâlinde aynı ailelerden devam etti. Ailede mes’ûliyet esasını getirdi. Beyi hanımına, hanımı beyine zimmetledi. Evlâdı anne-babaya emânet etti. Evlâda, anne-babasına ihsânı emretti. Sıla-i rahimle beraber; büyük, geniş ve güçlü aile içinde, İslâmî değerleri yaşattı. 

 

Peygamberimiz’e de ilk inananlar; Hazret-i Hatice ve evlâdı yerindeki âzadlısı Zeyd ve yeğeni Ali -radıyallâhu anhüm-, yani ailesi oldu. Yine en yakın arkadaşı Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- oldu. İlk tebliğ, yakın akraba ile başladı. 

 

Küresel güçler, bugün aileyi çökertmeye çalışıyor. Çünkü aile, mukaddes bir yuva olursa, dışarıdan gelen her türlü hücuma karşı mânevî bir kale hükmünde muhafaza edilirse; insanlığı câhiliyyeye döndürmeyi arzu eden şer güçler, hedefine ulaşamaz. 

 

Fakat o kale de düşerse; beşeriyet, âdetâ hayvan sürülerine döner. Hiçbir mes’ûliyet, mahremiyet, ayıp ve günah tanımayan bir insan tipi meydana gelir. 

 

Ailemizi, nesillerimizi nasıl koruyacağız?

 

Kurtuluş nerede? 

 

ESKİ CÂHİLİYYE NASIL BERTARAF EDİLDİYSE, ÇARE AYNI!..

 

Hulûlüyle müşerref olduğumuz Rebîulevvel ayı ve Velâdet Kandili vesilesiyle, bir kere daha îlân etmeliyiz ki;

 

Tek çare, hayatımızı Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in örnek hayatıyla tanzim etmek…

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz, kendi zamanındaki karanlık dolu câhiliyyeyi 23 senelik çilelerle ve fedâkârlıklarla dolu bir gayretle bertaraf etti. 

 

Kalbine vahyedilen Kur’ân’ı şevkle yaşadı, muhabbetle yaşattı. 

 

Böylece kıyâmete kadar şifâ ve rahmet reçeteleriyle ve fazîlet tablolarıyla dolu bir Sünnet-i Seniyye ve Siyer-i Nebî meydana geldi. 

 

Câhiliyye tasallutuna karşı kurtuluş çaremiz;

 

Ana kucağından başlayarak, okul öncesi eğitimden ilkokula, ortaöğretimden yüksek tahsile, eğitimin bütün merhalelerinde Allah Rasûlü’nden bize ulaşan bütün bu fazîletleri yeni nesillere, yine nebevî üslûbun güzelliği içinde aktarmamızdır. 

 

Peygamber Efendimiz’in hayatını; düz bir kronoloji olarak değil, hâdiseler ve tarihler tablosunu donuk bir şekilde nakletmek şeklinde değil; rûhunu, aşkını, mâneviyâtını, rûhâniyetini, duygusunu, heyecanını, coşkusunu ve bizim zamanımıza mesajını vererek evlâtlarımıza anlatmamızdır, idrâk ettirmemizdir ve benimsetmemizdir. 

 

Usûl ve üslûbu da Peygamberimiz’den alacağız. 

 

Sadâkat ile… 

 

Peygamberimiz nâzil olan her âyeti önce kendisi sadâkatle yaşıyordu. İlk îmân eden O’dur. Vahye ilk ittibâ eden O’dur. «Namaz kıl!» emrine ilk koşan O’dur. «İnfâk et!» emrini ömrünün her safhasında heyecanla edâ eden O’dur. Peygamberimiz böylece örnek oluyordu. Yaşıyor ve yaşatıyordu. 

 

Biz de sadece söyleyen ve anlatan değil, aynı zamanda yaşayan ve yaşatan olursak, netice alırız. 

 

Bilgiden irfâna… 

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz, kalem-kâğıt ile kuru bir bilgi tâlimi gerçekleştirmiyordu. Bilgi; zihne depolanmak için değil, kalpte hazmedilerek irfâna dönüştürülmek ve hayata geçirilmek için öğreniliyordu. 

 

Meselâ infâk âyetleri indi. Suffe ashâbı, bu dünyada hiçbir şeye mâlik olmayan o fakir sahâbîler; “Bu bizim meselemiz değil, zenginleri alâkadar eder.” demediler; 

 

“–Biz de bu âyetlerin şümûlüne girmeliyiz!” dediler. Gittiler, hamallık yaptılar, bahçe suladılar, odun topladılar, kazandıkları bir avuç hurma ile tasaddukta bulunmanın mânevî hazzını idrâk ettiler. 

 

İnfakla alâkalı şu âyet, en sevdiğinden infâkı tâlim ediyordu:

 

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

 

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe hayrın kemâline ulaşamazsınız (Allâh’a yaklaşamazsınız…) (Âl-i İmrân, 92)

 

Ebû Talha -radıyallâhu anh-, bu âyeti duyunca içinde 600 hurma ağacının ve su kaynaklarının olduğu koca bir bahçeyi infâk etti. Bu infak heyecanı ümmette hep devam etti. Günlük maîşeti olan üç parça ekmeği, bir garip kelbe ikrâm eden köleler de Peygamberimiz’in dergâhında yetişti. Şam’ın tatlı suyunu huccâca develerle taşımayı düşünen ve gerçekleştiren sultan hanımlar da bu muhabbetle yetişti. 

 

Asr-ı saâdette Peygamberimiz’in tatbik ettiği bu tâlim ve terbiye; aşk ve heyecan, vecd ve istiğrâk içinde yürüyordu. İrfâna dönüşen bilgi, kalpte tefekkür ve muhabbet meydana getiriyordu:

 

Muhabbetle… 

 

Rasûlullah Efendimiz; severek yaşıyor, sevdirerek yaşatıyordu. Sahâbe, o aşk ve muhabbetle; 

 

«–Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!» diyerek her türlü fedâkârlığa koşuyordu. 

 

Peygamberimiz Medîne-i Münevvere’ye geldiklerinde herkes O’na bir hediye takdim etmek için yarışıyordu. 

 

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- o zaman on yaşında bir çocuktu. Annesi onun elinden tutup getirdi;

 

“–Size hizmet etmesi için getirdim yâ Rasûlâllah!” dedi. 

 

On yaşında bir çocuğun, 53 yaşındaki Peygamberimiz’in hizmetlerini bi-hakkın îfâ edemeyeceği âşikârdır. 

 

Peygamberimiz; -Allâhu a‘lem- «Bu yaşlarda bir delikanlı nasıl yetiştirilir?» suâlinin cevabını bizzat göstermek için bu teklifi kabul etti. Nitekim bu hususta birçok hadîs-i şerif bize Hazret-i Enes tarafından intikal etti. Yaptığı çocukluklara rağmen; Peygamberimiz’in kendisini hiç azarlamadığını, sabırla, sevgiyle ve güzellikle eğittiğini anlattı. Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- on yıl zarfında öyle bir muhabbetle yetişti ki;

 

“–Sevdiğimi / Rasûlullâh’ı rüyamda görmediğim hiçbir gece yoktur!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, V, 330) demişti.

 

O da bereketli ömrünün sonuna kadar talebelerine bu muhabbet ve takvâ mîrâsını nakletti.

 

Evlâtların böyle muhabbetle yetiştirilmesi medeniyetimize ne büyük şahsiyetler kazandırdı. 

 

Babası, İmam Mâlik’e ezberlediği her hadîs-i şerife karşılık küçük bir hediye verirdi. Bu güzel terbiye neticesinde, hadis ilmiyle meşguliyet, İmam Mâlik’te tarifsiz bir lezzet hâline geldi. Bir mezhep imamı oldu. 

 

Ahmed bin Hanbel’i, annesi fedâkârlıklarla sabahın soğuğunda Bağdat mescidine götürürdü. 

 

Abdülkādir Geylânî Hazretleri’ne annesi ne muazzam bir dürüstlük aşılamıştı!

 

Başarılı eğitimin en büyük sırrı muhabbet…

 

Tarih boyunca; Peygamber Efendimiz’in mânevî rahlesinde yetişen Hak dostları için de tâlim, bu seyir içinde gerçekleşti. 

 

Yûnus’u Yûnus yapan, muhabbetin bu şekilde seviye kazanmasıdır. Hazret-i Mevlânâ’ya, herkese korkunç görünen ölümü, şeb-i arûs / düğün gecesi gibi kabul ettiren de bu seviyeyi kazanmış bir muhabbettir. 

 

Hazret-i Mevlânâ bu aşk ateşini ne güzel anlatır:

 

“Vefâtımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl duman yükseldiğini gör!”

 

Yumuşaklıkla… 

 

Beşeriyetin en büyük terbiyecisi olan Fahr-i Kâinât Efendimiz; asla sertlik, katılık, şiddet ve zorlama yollarına müracaat etmedi. Şefkat, merhamet ve mülâyemetle muâmele etti. 

 

Karşısında kaba ve şedit câhiliyye insanı vardı. Onları terbiye etmek, Efendimiz gibi zarif ve latif bir insan için çok büyük bir meşakkat idi. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

 

“En büyük iptilâ, ham insanları terbiye etmektir.”

 

Bir misal verelim: 

 

Yeni müslüman olan bir bedevî geldi, Mescid-i Nebevî’nin bir kenarında bevletti / küçük abdestini bozdu. 

 

Sahâbî çok kızdı ve adamı azarlamaya başladılar. Neredeyse parçalayacaklardı. Bazıları kılıçlarına davrandılar. Efendimiz, o kılıçları indirtti; 

 

“–Sakin olun! Üzerine bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil!..” buyurdu.

 

Sonra o kişiye dönüp yumuşaklıkla mescidlerin temizliğini ve âdâbını tâlim etti. (Bkz. Buhârî, Vudû’, 58, Edeb, 80; Müslim, Tahâret, 98-100; Ebû Dâvûd, Tahâret, 136)

 

Bugün her taraftan küfür ve isyan telkinleri altında kalan bazı insanlar karşımıza çıkıp, garip sualler sorduğunda ve yanlış işler yaptığında biz de öfkelenebiliriz. Ancak onları, kanadı kırık bir kuş gibi görür ve kendilerine öyle muâmele edersek, o kardeşlerimiz; bizim hayırhâh olduğumuzu yani onların iyiliğini istediğimizi anlarlar ve nasihatlerimize itibar ederler. 

 

Aksi hâlde; âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere; sert ve katı kalpli olursak, etrafımızdan dağılıp giderler. (Bkz. Âl-i İmrân, 159)

 

Affederek…

 

Eğitim ve terbiye sabır işidir. 

 

Bilhassa câhiliyyenin kuvvetlendiği zamanlarda, eğitim kuzu gütmeye değil, keçi gütmeye benzer. 

 

Mes’ûlü olduğumuz evlâtlar ve talebelerin muttalî olduğumuz kusurları karşısında, hassas bir teraziyle muâmelede bulunmak zorundayız:

 

İhmalkâr bir göz yumuş değil, 

 

Setredici ve mühlet verici bir müsamaha, affedici ve doğrusunu öğretici bir merhamet sergilemeliyiz. 

 

Fâş etmek, yüzüne vurmak, hakaretlerle, katı bir şekilde üzerine gitmek; kişinin, suçu iyice sahiplenmesiyle neticelenebilir. 

 

Önce problemini çözmek, sonra doğrusunu merhametle öğretmek ve mutlaka affetmek en güzel eğitim metodudur.

 

Güzel bir misâlini Abbâd bin Şurahbîl -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:

 

“Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medine bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım.

 

Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü ve torbamı elimden aldı. Ben de gidip Rasûlullâh’a onu şikâyet ettim.

 

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bahçe sahibini çağırttı ve ona;

 

«–Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!» buyurdu. Sonra bahçe sahibine torbamı iâde etmesini söyledi. Daha sonra Rasûlullah Efendimiz bana bir vesk (takrîben 200 kg) miktarında yiyecek verdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

 

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; kızına atılan iftiraya karıştığı için, o zamana kadar yardım ettiği bir muhâcire, sadaka vermemeye yemin etmişti. Âyet-i kerîme nâzil oldu:

 

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; AFFETSİNLER, BAĞIŞLAYIP GEÇSİNLER. 

 

Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? 

 

Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

 

Affı istenen kabahatin ağırlığını bir düşünelim.

 

Günümüzde İslâm’ı, takvâ toplumunu korumak için vaz ettiği ağır cezalar olan hadlerle tenkit etmeye kalkıyorlar. 

 

Hâlbuki İslâm, toplumu tedrîcî bir usûl ile terbiye eder. Meselâ içkinin yasaklanması dört merhalede ele alınmıştır. İslâm, gönülleri terbiye ve ıslah ederek toplumu dönüştürür. Cezalar; ıslah olmuş bir toplumu, taşkınlıklarıyla bozmaya kalkacak kötü niyetli fâsık kişilere karşı alınmış birer tedbirdir. 

 

Düşündürücü telkinlerle… 

 

Peygamberimiz’in o câhiliyye insanından nasıl bir sabır ve şefkatle, fazîletler medeniyeti inşâ ettiğine bir başka misal şöyledir:

 

Bir genç gelip zinâ etmek için izin istedi. Peygamberimiz; öfkeyle, hakaretle hitap etmedi. Ona aklını ve gönlünü iknâ edecek şekilde;

 

“–Bunu kendi annen, kızın, halan veya teyzen için ister miydin?” diye ayrı ayrı suâl etti.

 

Genç, suallerin her birinde boynunu büküp;

 

“–İstemezdim.” deyince, Efendimiz;

 

“–İnsanlar da istemezler…” buyurdu. Böylece delikanlıyı vazgeçirdi. Ona duâ etti. (Ahmed, V, 257)

 

Aslında ehl-i küfrün ve ehl-i fıskın telkinleri çürüktür. 

 

İslâm’ın esasları ise; ilâhî olmanın yanında, sağlamdır, fıtrîdir, ilmîdir, aklîdir, içtimâî hayat için elzemdir. 

 

Muhataplarımızda; akl-ı selîmi uyandırıp, nefsâniyeti bertaraf ettirebilirsek, İslâmiyet’in hakikatlerini her insaflı gönül kabul eder. 

 

Bilhassa da o nûru, tebliğcinin bizzat kendisinde gördüğünde… 

 

Hayranlık uyandırarak…

 

Evlâtların ve nesillerin eğitiminde Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müstesnâ muvaffakiyetinin temelinde, O’nun muhteşem şahsiyetinin tevzî ettiği hayran bırakan şahsiyet de çok mühim bir müessirdi. 

 

Tâif dönüşünde Addâs, Peygamberimiz’in üzüm yerken çektiği besmele ve sergilediği güzel hâl ile Müslümanlığa adım attı. 

 

Hicret yolunda Ümmü Mâbed; Peygamberimiz’in olgun ve müstesnâ davranışlarının öyle tesiri altında kaldı ki, îmanla müşerref olduğu gibi, O’nun anlattığı güzel sözler, Mekke’ye kadar ulaştı. 

 

Peygamberimiz’i öldürmeye gelenler bile; o şahsiyet ve güzelliğin meclûbu olup, hidâyete erdiler. O’nun pervânelerinden biri oldular. 

 

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i anlatırken şu ifadeyi kullanır:

 

“O’nu anlatmak isteyen biri mutlaka şöyle söyler:

 

«–Ben, ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra, O’nun bir benzerini asla görmedim!»” (Tirmizî, Menâkıb, 19)

 

Bu satırları okuyan bizler; “O bir peygamberdi. Biz O’nun gibi olamayız.” deyip kenara çekilemeyiz. Bu hakikatin bize mesajı; bizim de elimizden geldiğince sadâkatle, ihlâsla ve güzel ahlâkla, olgun bir müslüman şahsiyeti sergilememiz gerektiğidir. 

 

Sigara içen bir doktorun; «Sigara içmeyin!» telkinini hangi hasta dinler? 

 

Televizyonun, internetin başından kalkmayan bir babanın, evlâdına; «Telefonla çok meşgul oluyorsun!» demesi ne kadar tesir eder? 

 

Buna mukabil; hayran bırakan bir şahsiyet tevzî edebilen kişiler, ağızlarını bile açmadan tebliğde bulunmuş olurlar. 

 

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

 

“–Konuşmadan, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu. 

 

Kendisine dediler ki:

 

“–Yâ Halîfe! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?”

 

Buyurdu ki:

 

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”

 

Balkanlarda Osmanlı’nın tebliğ hamlesi tamamen bu şahsiyet tevzîi sayesinde olmuştur. 

 

Yine Babam Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh- anlatırdı: 

 

Molla Rebî; süt veren hayvanının, komşunun bahçesine girdiğini görünce, 40 gün boyunca sütü, o komşuya götürür. Gayr-i müslim komşu; 

 

“–Helâl ettim, getirme!” dese de;

 

“–İçim rahat etmez!” diyerek bu sütü götürmeye devam eder. 

 

Bu hassâsiyet, gayr-i müslim komşunun gönlünde hidâyet penceresi açar. 

 

Seferberlik rûhuyla…

 

Peygamberimiz’in bizim için ne büyük bir nimet olduğunu bir kere daha idrâk etmemize vesile olan Velâdet Kandilinde düşünelim:

 

Bu esaslara riâyet etsek; biz de zamanımızdaki câhiliyyeye karşı en azından evlâtlarımızı, kendi muhitimizi korumuş olmaz mıyız? 

 

Bu Mevlid Kandili’ni müstesnâ bir nimet ve fırsat kabul ederek; bugünden itibaren, câhiliyyeyi bertaraf edip, fazîletler medeniyetini inşâ seferberliğine girelim! İrşâda kendimizden başlayalım. 

 

Peygamberimiz gibi; Dâru’l-Erkam ve Ashâb-ı Suffe heyecanı içinde, İslâm’ı muhabbetle yaşayıp yaşatacak müesseselerin tesisine koşsak, bu hizmetleri gerçekleştirenlere gönül versek, omuz versek, destek olsak, nice evlâtları dönüştürmüş olmaz mıyız? 

 

Bu fedâkârlıklar, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i de en çok memnun edecek, O’nun mübârek sîmâlarını en çok tebessüm ettirecek en güzel gayretlerdir. 

 

Peygamberimiz’in bu cihandaki son günlerini tefekkür ettiğimizde, O’nun en büyük sevincine şâhitlik ederiz:

 

Rasûlullah Efendimiz; namazda saf saf kenetlenmiş, birlik ve beraberlik içinde, İslâm’ı yaşayıp yaşatma azminde bir ümmet bıraktığını gördüğünde -Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in ifadesiyle- ömrünün en güzel tebessümüyle gülümsedi. 

 

Bizim amellerimiz de hadîs-i şerifte bildirildiği üzere, Peygamberimiz’e arz edilmekte. 

 

O’nu tebessüm ettirebilenlere ne mutlu! 

 

Cenâb-ı Hak; sünnet-i seniyyeye tam ittibâ ederek, yaşayıp yaşatarak, Rasûlullah Efendimiz’in müstesnâ fazîletlerini ihyâ edebilenlerden ve nesillerimize nakledebilenlerden eylesin. 

 

Câhiliyyenin çirkinliklerinden, hayâsızlıklarından bizleri muhafaza buyursun.

 

Âmîn!..