HAKK’I HOŞNUT ETMEK

Sami GÖKSÜN

 

Dünyaya geliş gayemiz hakkında   şöyle buyuruyor yüce Rabbimiz:

 

“Ben insanları ve cinleri Bana ibâdet etsinler diye yarattım.”

 

İnsanlar kulluğu bu noktada anlayabilirlerse, gerçek gayeye mazhar olurlar. Allâh’a kulluğu anlamayanlar ise, şöhretin ve şehvetin kulu olurlar. İnsanlar bu hâliyle hür olduklarını zannederler. Hâlbuki bir de bakarlar her türlü nefsânî ve şeytânî kötülüklerin kulu oluvermişler. Şunu insanlar bir türlü anlamıyorlar;

 

En güzel hürriyet, Allâh’a kul olmaktır.

 

Aslında kul bu dünyaya; «Rabbim Allah!» deyip O’nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından da kaçınmak için gelmiştir. Eğer bu hakikati kavrayamaz isek, başka gayelerin kölesi durumuna düşeriz. Bu ise insana huzursuzluktan başka bir şey kazandırmaz. 

 

Meselâ; 

 

Fazla mal, insan vücudundaki yağa benzer. Yağ insana ne kadar zararlıysa, kullanılmayan mal da o kadar zararlıdır. Siz mala sahip olmazsanız bu sefer mal size sahip olur. Makam ve şöhret de böyledir. Bütün mesele Allah rızâsı için gayret edebilmektir.

 

“Hakikaten ibâdet ediyor muyuz?” Kulluğun şuuruna varabildik mi? Dünyamızı, Rabbimiz’in istediği gibi âhiret merkezli idare edebiliyor muyuz? Allâh’a kul olmak, dünya ile alâkamızı kesmek değildir. Müslüman hem iktisâdî hem de içtimâî yönden zengin ve kuvvetli olmalıdır. Her zamankinden çok bugün, bu kuvvet ve kudrete daha çok ihtiyacımız vardır. Bugünkü sapkın dünya düzenindeki gibi değil; aksine alan olmaya değil veren olmaya gayret edeceğiz.

 

Bugün kapitalist dünya düzeninde, güçlü ülkeler diğerlerini sömürüyorlar. Bizim kulluk anlayışımız ve müslüman kimliğimiz; almayı değil, ikrâm etmeyi benimsetmektedir. Biz müslümanız, kimseyi sömürmeyiz. Ecdâdımız konuşurken; 

 

“Çay alır mısınız?” demezdi. 

 

“Size çay ikrâm edebilir miyiz?” derdi. Biz, almaktan çok vermekten hoşlanırız. 

 

Müslüman, ibâdet dendiği zaman şunu anlamaktadır:

 

“Allâh’ın rızâsını kazanmak için yapılan gayret.”

 

Müslüman bu anlayışla ibâdete sarıldığında, huzura gark olur. Rabbiyle beraberlik anları; kulun âcizliğini, kibrini, gururunu, riyâsını yerlere sererek; «Kapına geldim!» diyebilmesidir.

 

Biz ibâdet yapmak istediğimizde; meselâ namaz kılarken, huzurda olmanın hazzını duyuyoruz;

 

“Yâ Rabbî! Ancak Sana kulluk eder, ancak Sen’den yardım dileriz!” diyoruz. “Başka birilerinden değil, Sen’den yâ Rabbî!” diyoruz. Aslında bu Yaratanla bir kulluk mukavelesidir. 

 

Dikkat edilirse; bu mukaveleyi, araya kimseyi sokmadan yapıyoruz. İşte ibâdet, sadece Allah için yapılan hareketlerdir. Bu düşünceyle hareket edildiği zaman, ibâdetle anlaşılan ve davranılması lâzım gelen şu olur:

 

“Bir şey mi vereceksin, Allâh’a vereceksin. Bir şey mi istiyorsun, Allah’tan isteyeceksin. Yani verirken Allâh’a vermek, isterken de Allah’tan istemek.”

 

Araya kimseyi sokmamak gerek. İşte onun için;

 

Sen çıkınca aradan,

Kalır seni Yaradan.

 

sözü çok isabetlidir. Zâhirde birilerine yardımda bulunuyoruz. Ama demeliyiz ki:

 

“Yâ Rabbî! Ben Sana veriyorum, başkalarını görme!”

 

Alırken de;

 

“Yâ Rabbî! Ben Sen’den alıyorum.” demeliyiz.

 

Çünkü biz de karşımızdaki de Allâh’ın sıfatlarının birer mazharıyız, tecellîsiyiz. Eğer Allâh’ın «Muîn» ve «Şâfî» ism-i şeriflerinden bir tecellî yoksa o insanda, ne o doktor size şifâ verebilir ne de o insan size yardım edebilir. Orada inâyet Allah’tan gelir. O bir mazhariyettir. Hediyeyi getiren uşağa değil, gönderene bakın. Efendi göndermezse, uşak hediyeyi getiremez.

 

Allah -celle celâlühû- bir şeye mâni olacağı zaman, bütün mahlûkat bir araya gelsek onu yapabilir miyiz? Yapamayız. Tersini düşünelim:

 

Allah bir şeyi vermeyi murâd etti mi bütün insanlar bir araya gelsek mâni olabilir miyiz? Hayır olamayız. 

 

Bunlara inanmak zorundayız.

 

Allah -celle celâlühû- bizim ömrümüzü ne kadar takdir etmişse, zamanı geldiği ecel tahakkuk edecektir. Öyleyse sebeplere tevessülde birtakım yanlışlıklar yapmamak lâzımdır. Meselâ; çocuğumuz askere giderken; 

 

“Terörle mücadeleye düşerse ölür!” dersek, bu inançsızlığı ortaya koyan bir keyfiyet olur. Çocuğumuzun eceli gelmişse, Allah burada da bir sebep yaratır. Bu noktada Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin kıssası çok güzel bir örnektir.

 

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, her perşembe günü Sultanahmet Camii’nde öğleden önce vaaz ediyormuş. Anadolu yakasında, Üsküdar’da oturduğundan kayıkla gidip geliyormuş. Bir ara bu seferlerin birinde fırtına çıkmış. Tam Boğaz’ın ortasında; «Kayık batacak…» derken, kayığın kaptanı endişeye düşüyor. Korkup rahatsız oluyor; 

 

“Acaba batacak mıyız?” diye. Bu arada Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne dönüp diyor ki:

 

“–Efendim, hayatla memat arasında şu tahta parçası var. Şu tahta parçası olmasaydı, galiba biz de ölüme doğru giderdik.” 

 

Hazret ses çıkarmıyor. Biraz sonra karaya çıktıkları zaman kayıkçıya diyor ki:

 

“–Ey kayıkçı! Şu anda o tahta parçası da kalmadı ama yine ölebiliriz.”

 

Yani ecelin bizi nerede yakalayacağını ne bilelim!?. Pek çok insan gitmiş, savaşa geri dönmüş, pek çok insan da gitmeden burada ölmüştür. Allâh’ın takdirinin dışında düşünmek ibâdet rûhuna terstir. 

 

Burada mühim olan Allâh’ımızı râzı edebilmek, memnun olmasını sağlayabilmek. Yoksa nefsimizin hoşuna gidip gitmemesi ölçü değildir. 

 

Allâh’ı hoşnut edebiliyor muyum? 

 

Bu ölçüyü getirmediğimiz takdirde, ibâdetlerimizin ibâdet olma keyfiyeti zedelenmiş olur. Bütün mesele Allâh -celle celâlühû-’yu memnun etmektir.

 

Yüce Rabbim hepimizi bu şuuru yakalayan müslümanlardan eylesin! Âmîn…