GEÇMİŞTEN GELECEĞE

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

 

Geçmiş ve gelecek diye ifade ettiğimiz bu iki kelime, hayatımızda yer eden iki temel kavram, insanla ilgili iki zaman dilimidir.

 

İnsan olarak bu vatan üzerinde, geçmişin sayısız hâtıraları ile geleceğe doğru milletçe yaşayıp gidiyoruz. Biliyoruz ki; insanın geçmişi döndürmeye de akıp giden zamanı durdurmaya da gücü yetmiyor. Ama geçmişi unutmamak ve gelecek için çalışmak bizim vazifemizdir.

 

Geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp kalmak, çaresizlik içinde kıvranmak, içinde bulunduğumuz ânın hakkını verememek, insan için ne büyük kayıptır.

 

Şunu da unutmayalım; gayemiz ne geçmişte yaşanmış güzelliklerle övünmek ne de gelecekle ilgili hayallerle avunmaktır. Geçmişten ders alıp geleceği inşâ etmek için çalışmaktır.

 

İnsanın bir yaratılış gayesi vardır. Bu gaye uğruna insan, büyük küçük nice imtihanlardan geçmektedir. Bunun için; «Hayat bir mücadele…» diye ifade ederler. Biz hayatı, bir mücâhede olarak kabul ederiz. Çünkü Efendimiz Tebük Seferi’nden dönerken ashâbına; 

 

“–Küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz.” buyurmuş. 

 

Ashâbın; 

 

“–Büyük cihad nedir?” sorusuna; 

 

“–Nefisle cihaddır.” buyurmuş. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 141/2873)

 

Ayrıca biz mü’minler; «İ‘lâ-yı kelimetullah» için yapılan mücadelelere cihad, bunun dışında bir gaye için yapılanlara savaş deriz.

 

Toplumda çıkar çatışmaları, iktidar kavgaları olduğu gibi; milletler arasında da ekonomik ve kültürel mücadeleler, toprak kazanmak için yapılan savaşlar sürüp gitmektedir. Dünya tarihini incelediğimizde, bunun yüzlerce örneğini görürüz.

 

Bizim son asırlarda en büyük kaybımız ise «dil, din ve tarih» dediğimiz millî ve mânevî değerlerimiz diye de ifadelendirdiğimiz konularda olmuştur.

 

Bugün dahî bu üç kavramın mücadelesini vermekteyiz. Bunların bir millet için neler ifade ettiğini de şöyle anlatabiliriz:

 

Dil; insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, mücerred bir bağdır. Dil; aynı zamanda, düşüncelerimizi ifade etme aracıdır. Sevgilerimizi, duygularımızı, bilgilerimizi, isteklerimizi, hayallerimizi dil ile ifade ederiz. Geçmişte yaşananları zamanımıza, günümüzde yaşadıklarımızı geleceğe aktarmada dilin vazifesi büyüktür. Bu sebeple; dilimizi bozmak isteyenlerin bir maksadı da, bizi geçmişten koparmaktır. Bize düşen vazife ise; dilimizi korumak, geliştirmek ve yaşatmaktır.

 

Millet olarak hâfızalarımıza yerleşmiş; inancımızın, irfânımızın kültürümüzün en güzel ifadeleri olan on binlerce kelimeyi; Arapça, Farsça kökenli diye zengin lügatimizden çıkarıp attılar. Bize mal olmuş, Türkçeleşmiş bu güzel kelimeleri bugünkü neslimize unutturdular.

 

Dil üzerinde oynanan bu oyunları öğrenmek için; «Türkçenin Sırları», «Türkçenin Karanlık Günleri», «Yaşayan Türkçemiz» vb. gibi eserleri alıp okumalıyız.

 

Değerlerimizin; bir zincirin halkaları gibi, mâzî, hâl ve âtîde devamlılığının sağlanması gereklidir.

 

Geçmişte kalan hâdiseleri, tarihin çöplüğüne atılmış değersiz vakalar veya kuru bilgi yığınları olarak göremeyiz. Onları, geleceğimize ışık tutan bilgiler olarak değerlendirmeliyiz. Bunun için; «Tarih ilmi, bir milletin hâfızasıdır.» diye kabul edilmektedir. Tarihçi Prof. Halil İNALCIK; «Tarih, milletin şuurudur.» der.

 

Geleceğe atılan her adımda, geçmişin payı vardır. Geçmişle bağımızın devamını sağlayan bağlardan biri de inançlarımızdır. Bugün hac ve kurban ibâdetini Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- ve Hazret-i İsmail -aleyhisselâm-’dan ayrı düşünebilir miyiz? Bu ibâdetler, geçmişle bağımızı sağlayan en güzel ibâdetlerden değil mi?

 

Geçmiş; geleceğimize yön verecek, bize yardımcı olacak, yaşanmış hikmetli, ibretli hâdiselerin kaynağıdır. İnanıyoruz ki geçmişle bağımızı canlı tutan en önemli bir unsur da dindir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, ashâb-ı kirâmın, Hak dostlarının hayatlarını «geçmiş gitmiş» bir hayat diye düşünebilir miyiz?

 

Onlar bizim için dünümüzü, günümüzü, yarınımızı aydınlatan; gönlümüzde hiç sönmeyen îman ve sevgi ışıklarıdır. Onları unutmak, insanlığımızı unutmaktır.

 

“Kur’ân bize yeter!” deme gafletine düşenler, bu ışıktan mahrum kalanlardır. Dînimizi tahrip edip yok etmek isteyen; sinsî din düşmanlarının oyununa gelenler, tuzağına düşenlerdir.          

 

Geçmişimizi unutturmak isteyenler, biliyoruz ki dînimizi de unutturmak isteyenlerdir.

 

Tarihe düşman olanlar da aynı zihniyetin sahipleridir. İstanbul’un fethini, Çanakkale’yi, İstiklâl mücadelesini unutturmak; fetih sevdasını, zafer rûhunu, var olmak, hür olmak dâvâsını unutturmak, gönüllerden silmektir.

 

Bütün bu değerlerimizi geleceğe taşıyan, aktaran vasıta da dildir. Dilimizi bozmak isteyenler de dînimize, tarihimize düşman olanlar da yine aynı zihniyetin sahipleridir.

 

Dilimize, dînimize, tarihimize sahip çıkmak; kendimize sahip çıkmaktır. Gençliği bu şuurla yetiştirmek, geleceği teminat altına almak demektir.

 

Hazret-i Ali Efendimiz

 

“Çocuklarınızı sizin yaşadığınız zamana göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” buyuruyor. Çocuklarımızın, gençlerimizin yetiştirilmesi ile ilgili ufuk açıcı, ileriye dönük bir tespit. Onları bizim zamanımızın şartlarına göre yetiştirdiğimizde, onların geleceğini kısıtlamış oluruz. Bir nevi onları yerinde sayan, geçmişe takılıp geleceğe açılamayan, bir nesil yapmış oluruz. Onların geleceğe açılan yollarını kapatmış ya da karartmış oluruz.

 

Gençleri geleceğe hazırlamak; ana, baba ve millet olarak çok mühim bir vazifemizdir. Din bizim maddî ve mânevî hayatımız, îmânımız, irfânımız, ahlâkımız her şeyimizdir. Tarih; hâfızamız, şuurumuz, hazinemizdir. Dil ise bütün değerlerimizi söz ve yazı ile geçmişten geleceğe taşıyıcımızdır.

 

Bu şuurdan mahrum olan insanlar; millet ve devlet olamaz; olsa olsa sürü hâlinde, güdülmesi kolay bir topluluk olurlar. Zaten bu değerleri yok etmek isteyenlerin de istediği budur.

 

Ateistlerin, Marksistlerin; dil, din ve tarih düşmanlıklarının bir sebebi de insanları sürü hâline getirip idare etmek, sömürmek, kullanmak değil mi?

 

Hayvanlar; geçmişi bilmez, geleceği düşünmez, onlar kendilerine verilen içgüdüleri ile sürü hâlinde yaşayıp giderler. İnsan ne hayvandır ne de sürüdür. Allâh’a inanan insan, yeryüzünün halîfesidir.

 

Velhâsıl; milletleri diri tutan, güçlü kılan; dil, din ve tarih şuurudur. Bu değerlere sahip çıkan, koruyan, yaşayan ve yaşatan bir millet; her dâim ayakta kalan bir millettir.

 

Bu değerleri yok etmek ise; bindiğimiz geminin dibini delmek, oturduğumuz dalı kesmek, içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı kirletmek gibidir. Bize hayat sağlayan can damarlarımızı koparmaktır.

 

Zamanın sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Bize düşen vazife, zamanı Allah -celle celâlühû-’ya güzel kul olarak geçirmek, onu Hakk’ın rızâsına göre değerlendirmektir.

 

Dil, din, tarih, zaman, insan, millet hepsi birbirleriyle irtibatlı konulardır. Bunlar dünya hayatının hayat damarları, var olma sebepleridir.

 

Geleceğin hesabını yapan insan, geçmişin hesabını vereceğini de unutmamalıdır.

 

Geleceğin hesabını yapmak ne kadar önemli ise, geçmişin hesabını vermek de o kadar çetindir.

 

Geçmişimizi unutturmak, geleceğimizi söndürmek isteyenlere fırsat verilmemelidir. Dilsiz ve dinsiz yaşamak, insana mahsus değildir.

 

Konumuzun son sözü şu güzel söz olsun: 

 

“Çocuğunu kendin için sev, milletin için yetiştir.”