ÇAMAŞIR MAKİNESİNDEKİ ÜÇ FISTIĞIN HİKÂYESİ

Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com

 

 

İstanbul’da evde masada oturmuş Kur’ân-ı Kerim okuyordum. Hanım dedi ki:

 

“–Ya çamaşır makinesinden ses geliyor, bir bakar mısın?” Hemen kalktım baktım, gerçekten de «tık tık» ses geliyor. Bir taraftan çamaşır dönüyor, bir taraftan da «tık tık» ses geliyor. Makineyi durdurup içindeki çamaşırlara baktım; «Acaba kontrol etmeden atılmış çamaşır mı var? Çünkü bazen bozuk para unutuyoruz…» diye. Elimi kazanın içine soktuğum zaman; «Aaa!» Şaşırdım. Üç tane Antep fıstığı buldum. Üç Antep fıstığından geliyormuş o «tık tık» sesleri. Ve işte size cebimde unuttuğum o üç Antep fıstığının hikâyesini şimdi anlatmak istiyorum: 

 

Geçtiğimiz aylarda kızım Berra Deniz ile birlikte Gaziantep ve Şanlıurfa’ya dost ziyaretine gittik. Belçika’daki dostlarımızdan Paydaş ailesi bizleri misafir ettiler. Önce Hoşgör Eğitim Vakfı Kur’ân kursunda gençlerle birlikte olup; «Mor-İnek Bakmak Görmek» seminerini verdik. Sonra da özellikle «Şahin Bey Kurtuluş Müzesi»ni görmek üzere şehir merkezine hareket ettik. Tarihi sevdiğimi bildikleri için; dostlarımız bizleri, Gaziantep’te bulunan müzelere götürüp gezdirdiler. Para Müzesi, hamam, mutfak müzesi gibi ve tabiî olmazsa olmaz Kastelleri de gördük. Akşam da Halfeti’yi gezme imkânı bulduk. Hele eski Halfeti’yi tekneyle gezmek ve görmek ayrı bir güzellik, tavsiye ederim. 

 

Efendim, ertesi gün de Cuma namazını Şanlıurfa’da kılmak üzere oraya hareket ettik. Balıklıgöl’ü gezip diğer ziyaretleri yaptıktan sonra baktım, ben yavaş yavaş su kaynatıyorum. Gençlerden müsaade aldım, çünkü hava sıcaklığı 47 derece. Her ne kadar; «Sıcağı severim.» desem de yanımdaki genç kardeşlerimizi ilk defa yalnız bıraktım ve Mevlid-i Halil Camii’ne kendimi zor attım. 

 

Cuma saatine daha yarım saat vardı. Cami serin olduğu için en arka tarafa gittim ve sırtımı yaslayarak bağdaş kurup oturdum ve tefekkür etmeye başladım. Biraz tadım kaçmıştı, neden derseniz? Misafir olduğum yerde sık sık şunu duyuyordum: 

 

«–Fıstık soyuldu! Fıstık çalındı! Sumak çalındı!» 

 

«–Allah Allah diyorum, nasıl olur! Adam bir yıl bunu bekliyor. Belçika neresi Şanlıurfa neresi? En az dört bin kilometreden fazla yol katederek geliyorlar ki yıllık ürünlerini kaldırsınlar. Ama ertesi gün bakıyorlar ki en az on ağaç ya da yirmi ağaç soyulmuş, yani fıstığı alınmış. Çalan kim, niye çalıyor?» diye düşünürken yanımda oturan yaşlı bir amca elini dizime koyarak konuşmaya başladı:

 

“–Gardaş sen kerip misin? (Yani yabancı mısın, Urfalı değil misin?)” dedi. 

 

“–Evet amca, İstanbul’dan geldim.” dedim. 

 

“–Beli, ne düşünürsün çulluk (hindi) gibin?” dedi. Ben de, kısaca ne düşündüğümü ve fıstık hırsızlığını anlattım. O da güldü ve bana cebinden çıkardığı üç tane fıstığı verdi; 

 

“–Al ye, şifâ olsun!” dedi. Ben de; 

 

“–Sonra yerim.” diye cebime koydum. Urfalı amcamız anlatmaya başladı: 

 

“–Benim de fıstık ağaçlarım vardı. Uşahlar (çocuklar) telâş iderlerdi. Baba hele gidek yatak, hele hırsız var ortalıkta bakak…”

 

“–Yoh dirdim. Durun hele onun bekçisi var, bekçi bakar!” 

 

Uşahlar da şaşarlardı; «Ne bekçisi?» diye. Neyse bir gün kapıya komşular dayandı:

 

“«–Yandık bittik, eyvah!» diyirler. 

 

«–Hele n’oldu durin hele…» Didiler ki: 

 

«–Bizim fıstıkları soymuşlar, hırsız girmiş, gece talan itmişler fıstık ağaçlarını. Bir senin fıstıkların duruyor. Hele sor bakalım senin bekçiye bir şey görmiş mi? Çünkü senin fıstıklarına dokunmamışlar!» 

 

«–Hele oturun ha! Benim öyle sizin zannettiğiniz gibi para ile tutulmuş bekçim yok ha. Ben her sene niyet ederim: 

 

‘–Hey goca Rabbim, bu ürünleri veren Sen’sin, bunlar Sen’in. Ne verirsen Sen’indir, vermezsen de Sen’indir!’ Ben bakarım sadece, tarlanın bakımını yaparım. Mahsul kalktıktan sonra da öşrümü yani (topraktan elde edilen gelirden ödenen zekâtımı) ihtiyaç sahiplerine, uygun yerlere dağıtırım. Kim fıstıktan alıp yerse de helâl ederim; ‘Şifâ olsun!’ derim. Onun için, benim ayrıca bekçim yoktur. Kimsenin malına, fıstığına da karışmam. Hele siz kendi niyetinizi bir sorgu sual edin hele. Tarladan elde ettiğiniz fıstığın öşrünü (zekâtını) veriyor musunuz? Kalbiniz rahatsa daha ne telâş edersiniz. Fıstık çalınsa bile, fazlasıyla fıstığın sahibi onu geri verir.»” 

 

Urfalı amcamız sözlerini bitirdi ve tam o sırada Cuma ezanı okunmaya başladı. Bir türlü adını soramadığım bu Urfalı amcamızın mesajı aslında çok açıktı: 

 

“Biz eğer Allâh’ın istediği şekilde hareket edersek, hem dünyada hem de âhirette rahat ederiz. Ama hırslı davranır; «Hepsi benim!.. Hepsi benim!..» dersek Kārun gibi, hep huzursuz oluruz.” 

 

Kısaca: 

 

Öşür vergisi; Kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Tahıl ve meyvelerde zekâtın gerekli olduğu, Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmektedir.

 

“Ey îmân edenler, kazandıklarınızın temizlerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan sarf edin.” (el-Bakara, 2/267)

 

“Çardaklı ve çardaksız bağları, tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan O’dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin. Devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin.” (el-En‘âm, 6/141)

 

Hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: 

 

“Toprağın bitirdiği mahsulde onda bir zekât vardır.” (es-Serahsî, a.g.e., III, 2)