NEREYE KADAR!
Mehmet MENCET
Büyüklerimizin devamlı dile getirdiği üzere;
Batının ve bâtılın her yandan gönüllere ve zihinlere musallat olarak, insanları var oluş gayelerinden uzaklaştırdığı, istikametlerini bozduğu, âhireti unutturduğu modern bir câhiliyye devri yaşanıyor. Seküler eğitim sistemlerinin menfî telkinleriyle, insanlık maddî ve mânevî felâketlere sürükleniyor.
Hayat ve kâinat boşuna yaratılmadı. Cenâb-ı Hak her şeyi mükemmel bir ölçü ve programla yaratmıştır. O hâlde biz de huzurlu yaşamak için emredilen ölçülere uymak zorundayız.
İnsan kendine sormalı:
“Nereden geldik, nereye gidiyoruz?”
Sahil şehirlerimizde çarşıya çıktığınızda; âdeta başka bir ülkeye gitmişsiniz gibi yabancı isimlerle dolu tabelalar, yabancıların müzikleri kulaklarınızı tırmalıyor.
Yıllardır okullarda, televizyon yarışmalarında onların müziği sorulup âdeta zorla sevdiriliyor.
Adeta Türkçe isimli bir alışveriş merkezi yok gibi, kıyafet derseniz, yerli mi yabancı mı konuşmasından anlıyorsunuz. Her şeyimizle onlara benzeme hastalığına yakalandık.
Allâh’ı ve âhireti unutunca; Akdeniz göçmen mezarlığı… Afrika’da açlıktan ölen insan manzaraları… Batılılar bencillik ve sınır tanımayan şımarıklıkları ile âdeta çağ atlayarak nefislerini ve ırklarını putlaştırdılar.
Eğitimde, sporda, sanayide velhâsıl her alanda örnek aldığımız batının; Türk dünyasında bugüne kadar ne ölçüde tahribat yaptığını unutmamalıyız.
Çocuklarımızın ve gençlerimizin enerjilerini kötü alışkanlıklardan korumak için, sporun rolü inkâr edilemez. Atalarımız bir dönem; güreş, cirit, ok atma gibi sporlara önem vermiş. Bu dönem futbol revaçta. Ancak takımlara bakıyoruz, sanki başka bir ülkenin takımı gibi. Her takımda çoğunluk yabancı. Döviz kaybı… Verimli olmuyor… Ne kadar kabiliyetli çocuklarımız var. Bunlara harcananları kendi gençlerimize sarf etsek; onlara eğitim tesisleri kurup, kendi sporcumuzu kendimiz yetiştirsek, her şeyiyle iftihar etsek…
Millî takım diye seyrediyoruz, neresi millî? Ne zaman kendimize dönüp, değerlerimizin kıymetini bileceğiz…
Millet olarak; ahlâk erozyonlarından, mânevî savruluşlardan kendimizi ve neslimizi korumalıyız. Bizi biz yapan değerlerimize bugün daha çok sarılmak zorundayız.
Sır ve hikmetleri, inançlarımızın güzelliklerini bugüne kadar anlatan büyüklerimizi saymaya kalksak bitiremeyiz.
İmam Buhârî, İmâm-ı Âzam, Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bayrâm-ı Velî, Akşemseddin, Mevlânâ ve Yûnus Emre Hazretleri ve bunlar gibi binlercesini bilmek, tanımak yetmez mi?
Roger Garaudy’nin hayatı enteresandır. İstanbul’a konferans için geldiğinde;
“Asıl hasta olan batıdır. Siz köklerinizin ne kadar sağlam olduğunu bilmiyor, hastayı taklit ediyorsunuz.” diyor.
İmâm-ı Âzam gibi dünya çapında bir hukukçuyu tanımıyorsunuz da; üzerinize uymayan bir elbise gibi, hiç bir ortak noktası olmayan Avrupa’dan aldığınız ceza ve medenî kanun ile toplumu yönlendirmeye çalışıyorsunuz. Basit bir karşı gelmede polisleri hemen ateş ediyor. Bizde en ufak bir müdahalede, orantısız güç deniyor.
“Bir kavme benzeyen onlardandır.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) buyuruyor -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. İbâdette bile onlara benzememizi istemiyor. O kadar aynîleştik ki; mübârek geceler ve dînî bayramlarımızı doğru dürüst bilmeyen bir kesim, yılbaşı ve yaş günlerini olmazsa olmaz şekilde kutluyor… Îman temelindeki çözülmelerin, fikrî ve ahlâkî yozlaşmaların birçoğu taklitle başlar. Taklit, zamanla alışkanlık ve huy hâline gelir. Rahmetli Aliya İzzetbegoviç;
“–Savaş; harp meydanında yenilince değil, düşmana benzeyince kaybedilir.” diyor. Maalesef birçok şahıs da başkalarına özenerek, kendi şahsiyet ve karakterine yabancılaşmanın bedelini, hem dünyada hem de âhirette ödeyecek…
Bugün bizim ve nesillerimizin, akrabalık ve dostluk münasebetlerimiz kimlere benziyor? Sokağımızı ve çarşı pazarlarımızı kendi değerlerimize ehemmiyet vermeyenler kurmadı mı?
Avrupa’da kalan bir arkadaşım anlattı: Bir apartmana taşındım, hanım çalışmıyor. Kaç gün geçti, bir; «Merhaba!» diyen yok.
“–Bir tatlı yapayım, komşulara ikram edeyim. Hem de tanışmış oluruz…” diyor. Tabağı alıp tek tek kapılarını çalıyor;
“–Ben yeni komşunuzum, buyurun ağzınız tatlansın!” diyor. Kapıyı açan;
“–Kaç lira?” diye soruyor;
“–Hayır parayla değil, ikram…” diyor. «Şaşkın şaşkın yüzüme baktı.» diyor. Bir başkası; «Alamam, teşekkür ederim.» diyor. Bir diğeri alıp, çöpe atıyor. Bir başkası; «Bunu ne maksatla getirdin?» diyor. Çünkü alışık değiller vermeye. Bir müddet sonra biraz daha fazla merhabalaştığımız komşumu yemeğe çağırdım. Memnun oldu, aradan zaman geçti. O da bizi yemeğe davet etti, çünkü karşılıksız hiçbir işleri yok.
Hanıma telefon etmiş;
“–Sizi yemeğe almak istiyorum. Kaç kişisiniz, köfte yapacağım, siz kaç tane, diğerleri kaç tane yer, diğer yemekler kaç porsiyon olsun?..” diye.
Bizimki çok şaşırmış, böyle bir soruya artık ne cevap verdiyse… Onların bizden öğreneceği çok şeyler var. Büyük şehirlerde pek kalmadı ama, Anadolu’muzun güzel insanlarında âdetlerimiz hâlâ geçerli. Yabancıysanız, yeni taşınmışsanız, konu komşu bir şeyler ikrâm ederler. İlk defa tanımadığınız bir eve bile gitseniz, çayın yanına mutlaka bir şeyler çıkarırlar.
Hele de büyüklerimizin hayatına bakarsak; misafiri memnun etmek için, tek geçim kaynağı olan keçisini bile; «Tanrı misafiri, bunu Allah gönderdi.» diye kendi ihtiyacı olsa bile ikrâm eder. Avrupa’nın âhiret inancı olmadığından; kimseye bir şey koklatmaz; «Nefsî!» der gezer. Biz de bunun neresini beğenirsek artık, farkına varmadan adım adım onlara benziyoruz.
Topla tüfekle bizi mağlûp edemediler, ancak beyinlerimizi yıkadılar. Direkt inancımızı kaldıramadılar, ama yavaş yavaş önce kültürümüzü bize yabancılaştırdılar sonra da halatın ipleri gibi tek tek sünnet-i seniyyelere, âyetlere el atmaya başladılar hem de sözüm ona okumuş kişiler aracılığıyla… Bir şeylerin yanlış olduğunu söyleseniz; «Adam ilâhiyat profesörü, ondan iyi mi biliyorsun?» diyorlar.
Allah kısa zamanda -fabrika ayarları diyorlar ya- aslımıza döndürsün inşâallah.