Sonsuz Nimete ŞÜKRÜMÜZ NE KADAR?

Sami GÖKSÜN

Allah -celle celâlühû-’nun üzerimizdeki nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Kur’ân-ı Kerim’de;

 

“Allâh’ın size verdiği nimetleri saymaya kalkarsanız bunun üstesinden gelemezsiniz! Sayıp bitiremezsiniz! (Hakkını ödemek ve şükretmek bir tarafa, saymayı bitiremezsiniz!) (Bkz. İbrâhîm, 34; en-Nahl, 18) buyuruluyor.

 

Yazıya bu hatırlatma ile başlamaktaki gayem:

 

Bazen gafletimiz sebebiyle, nimetlerin farkına varamıyoruz. Ancak o nimetler elden çıkıp gittikten sonra farkına varabiliyoruz, ama o zaman da hiçbir faydası olmuyor. Elimiz-ayağımız tutarken, gözümüz görürken, kulağımız işitirken, bütün işlerimizi, hareketlerimizi yerli yerince yaparken, bu nimetlerin farkına varmak durumundayız.

 

Bazı şeyler vardır ki, başımıza gelmeden farkına varmamızı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize şöyle hatırlatmaktadır:

 

“Beş şey gelip çatmadan, beş şeyin değerini bilin! 

 

Hastalıklar gelmeden sıhhatinizin, 

 

İhtiyarlık gelip çatmadan gençliğinizin, 

 

Meşguliyetler gelip çatmadan boş zamanınızın, 

 

Fakirlik gelmeden zenginliğinizin, (geniş imkânlarınızın), 

 

Ölüm gelmeden hayatınızın kıymetini biliniz!” (Hâkim, Müstedrek, IV, 341)

 

Allâh’ın verdiği nimetlerin, kullar tarafından kadr u kıymeti bilinir, şükrü edâ edilirse; nimetler artarak devam eder. Allah -celle celâlühû- ilân eylemiştir:

 

(–Ey kullarım!) 

 

•Eğer (Ben’im vermiş olduğum nimetlerin farkına varır) şükrederseniz; Ben onları (sizin üzerinizde dâimî kılarım,) artırırım. 

 

•Ama küfrân-ı nimette / nankörlükte bulunursanız, (Ben de onları sizin elinizden alırım ve) azâbım çok çetindir. (Bkz. İbrâhîm, 7) 

 

Her nimetin kendine mahsus bir şükrü ve edâsı vardır. Meselâ namazımızı kılıyoruz; bu, sıhhatli olmamızın Cenâb-ı Hakk’a bir şükran ifadesi olarak düşünülmelidir. 

 

Ömrün şükrü de, o sermayeyi âhireti kazanmak için kullanabilmektir.

 

Bu dünya hayatına gelişimiz boşa değildir. Bir gaye için geldik ve gidiyoruz. Hepimiz inanıyoruz ki, bu dünya hayatında kimse bâkî kalmamıştır. Ne hükümdarlar bâkî kalmıştır ne peygamberler bâkî kalmıştır ne de kudret sahipleri bâkî kalmıştır. 

 

Allah -celle celâlühû-’nun; «İrciî! / Dön!» emri geldiği zaman herkes O’nun huzûruna varacaktır. Ve biz inanıyoruz ki, bu dünya hayatı gelip geçicidir ve imtihan hayatıdır. Asıl ebedî, huzurlu ve bâkî olan hayat, âhiret hayatıdır. Fakat bu geçici nimetler, ebedî nimetleri kazanmak için çok mühim bir sermayedir.

 

Biz bütün kalbimizle inanmışız ama, bazen karşımıza münkirler çıkıyor ve îmânımızda şüphe meydana getirmek istiyorlar. Rabbim onların da şerlerinden bizleri muhafaza etsin. Çünkü hakikaten insanın düşmanı çok. 

 

Evvelâ; içimizde taşıdığımız nefsimizle imtihan oluyoruz. Her an, her gün imtihan oluyoruz. Nefis, dünyada keyif ve rahat istiyor. Vazife istemiyor.

 

İkincisi, şeytan ve taraftarlarıyla imtihan oluyoruz. Şeytan, bizim cennetle mükâfatlandırılmamızı istemiyor. Haset ediyor.

 

Üçüncüsü de düşman ve kötü arkadaşla imtihan oluyoruz. Onlar da bizi böyle her an günaha sokmak için, bizim inandığımız hak yolundan bizi çevirmek için var güçleriyle mücadele ediyorlar. 

 

Bu üç düşman, içinde bulunduğumuz dünya nimetlerini israf etmemizi, şükürden uzak bir savurganlık içinde, tembel ve başıboş yaşamamızı istiyor.

 

-Allâh’a şükür- îman esaslarından hiçbirimizin şüphesi yoktur. Ama yolumuzun önünde duranlara ve şüphesi olanlara da anlatmak için misallerimiz çoktur. Hazret-i Mevlânâ der ki:

 

“Ana karnındaki can dediğimiz o insan yavrusuna; 

 

«Ey insanoğlu! Sen dünya denilen bir mekâna intikal edeceksin. O dünya; şöyle büyüktür, şöyle denizleri vardır, yıldızları vardır, güneşi vardır, dağları vardır, ovaları vardır…» şeklinde dünya hayatı tasvir edilse, o kadarlık dünyasında, o bulanık sular içinde yaşayan cenin; 

 

«Mümkün değildir!» diye inkâr eder. Doğum zamanı dünyaya geldiği, gözlerini açtığı vakitte; o ana karnında kendisine söylenen her şeyin doğru olduğunu gözleriyle görür. O zaman tabiî buna inanmış olur. 

 

Dünya hayatında Allah; bize elçiler, peygamberler gönderiyor. Onların verdikleri haberlerde âhiret hayatı vardır. Bütün insanlar ölecek ve dirilecektir. Ve gözünü açtığı vakitte, herkes ameline göre kendi dünyasını orada görecektir. Mâneviyat ve rûhâniyet ehli olan dindarlar, Allâh’ın hazırladığı cennetlerde; kötüler de kabir âleminde cehennem çukurlarından bir çukurda kıyâmete kadar kalacaklardır.”

 

Bu misali; bu dünya hayatının bir imtihan dünyası olduğunu, vazifelerimizi yerli yerince yapmamız gerektiğini düşünmemiz için anlattım.

 

Ne mutlu, perdeler açılmadan uyanabilenlere!..

 

Bazen gafletimiz sebebiyle; hayatın yoğun meşguliyetleri, bizi esas yapmamız gereken vazifelerimizden alıkoymaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de yüce Rabbimiz Necm Sûresi’nde;

 

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (en-Necm, 39) buyurmaktadır.

 

İnsanlar, dünya hayatına; boş oturmak, yatmak veyahut tembel tembel vakit geçirmek için gelmemiştir. Onun vazifesi; Allâh’ın emirlerini yerine getirmek, helâlinden kazanıp ailesinin rızkını temin etmek ve haramlardan uzak kalmak için gayret etmektir. Allah Teâlâ, çok çeşitli rızık kapıları açmıştır. Umulmadık yerlerden insanları rızıklandırır. Eğer bir insan; çalışma azim ve gayretindeyse o kişinin aç kalması, rızkını bulamaması diye bir şey yoktur. 

 

Günümüzde iş beğenmeyen, çalışmaya yanaşmayan kişiler duyuyoruz. Dünyalığa ihtiyacı olmayan birçok güzel insan tanıyoruz ki, insanlığa faydalı olmak ve böylece Allâh’a yaklaşmak için gece-gündüz gayrete devam etmektedir. 

 

Bunun yanında çalıştığı işe hor bakan, ücretin az olduğunu düşünerek emeğini de ona göre kısan, işten çalan kişiler işitiyoruz. 

 

Hâlbuki bir müslüman yaptığı akde / sözleşmeye muvâfık hareket eder. İşini elinden gelenin en güzel hâliyle, en iyi şekilde yapmaya gayret eder, iyi niyetle çalışır. Anlaşmaya aykırı olarak mesaisinden ve emeğinden eksiltmek, kazanca haram ve şüphe karıştırır.

 

Kazancımızdan az olsun, çok olsun mutlaka sadaka vermeliyiz. Elbette herkes kazancına göre ihsân etmelidir lâkin, bunu Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma vesilesi bilen yürekler bu sahada infak yarışına girer. Efendimiz;

 

“Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçti.” (Nesâî, Zekât, 49) buyuruyor. Yüz binleri geçen birlerin sayıları artmalı ve birler bunu âdet hâline getirmelidirler. O zaman nimetler, bizim için dâim olur ve artar. 

 

Yüce Rabbim bize verdiği nimetleri dâim buyursun, şükrünü edâ edenlerden eylesin. Âmîn…