MESNEVÎ -20-

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

clay jug,water is drop from clay jug in the garden.

ER-REZZÂK ALLAH

 

Bir deniz dökmüş olursan testine, / Kısmetinden başka rızık olmaz yine de.

 

Allâh’ın insanlara vermiş olduğu yiyecek, içecek, giyecek gibi maddî; ilim, ahlâk gibi mânevî nimetlerin hepsi rızıktır. Rızık; «rezk» kökünden türemiştir ve sözlükte; yağmur, bağış, pay gibi anlamlara gelir. Bütün nimetleri her canlıya veren Allah olduğu için, Rezzak ismi Allâh’a mahsustur.

 

Mânevî rızıklar maddî rızıklardan farklıdır. Şöyle ki; maddî rızıklar, beden için bu dünyada gereklidir. Mânevî rızıklar ise, âhiret hayatı için gereklidir. Semeresi âhirette olacaktır. Rızıkları yaratan Allah olduğuna göre, bunu da istediğine istediği şekilde ve istediği kadar verir. Allah ile nizâ ve cedel bu konuda anlamsızdır. Bu yüzden de rızkın sadece Allah’tan beklenmesi ve O’ndan istenmesi gerekir. Bu ilâhî bir taksimdir. İlâhî taksim konusunda haddi aşmamak ve kanaat sahibi olmak gerekir. Bu konuda itaat ve tevekkül yalnız Allâh’a olmalıdır.

 

Hâtem-i Esam’dan rivâyet edilmiştir: 

 

Bir adam ona sordu:

 

–Nereden yiyorsunuz?

 

–O’nun hazinesinden.

 

–Sana gökten ekmek mi yağdırıyor?

 

–Yeryüzü O’nun olmasaydı, elbet ekmeği gökten yağdırırdı.

 

–Siz sözü te’vil ediyorsunuz!

 

–Çünkü O, gökten ancak kelâmı indirmiştir.

 

–Anlaşıldı, sizinle baş edemeyeceğim!

 

–Çünkü bâtıl, Hak’la hiçbir zaman başa çıkamaz. (İmâm-ı Gazâlî, Esmâü’l-Hüsnâ) 

 

Kullar; mal ve mülk konusunda, emânetçi konumundadır. Allah; kullarına, kulları ile yardım eder. Allâh’ın kullarına eli ile yardım etmesini beklemek her zaman doğru olmaz. Kişinin çalışarak kendi rızkını temin etmesi gerekir. Bu ilâhî taksime itaatsizlik değil, ilâhî taksimden payını almak için gayret etmektir. Kişinin gereken çabayı gösterdikten sonra, payına düşene kanaat etmesi ise tevekküldür. Kişinin bu yüzden; rızık konusunda, kendisinden daha fazla rızkı olanlara değil, daha az rızka sahip olanlara bakması gerekir. Kendinden fazla olana bakınca; hırs ve tamahının esiri olur. Az olana bakar ise hamd edici ve şükredici olur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a buyurmuşlardır ki:

 

“–Yâ Ebâ Zer! 

 

•Dünya nimetlerine nâiliyet noktasında kendinden aşağıda olanlara bak. 

 

•Âhiret amelleri; ibâdet ve tâat konusunda ise yukarıda olanlara bak!” (Müslim, Zühd, 9; Tirmizî, Kıyâmet, 58, Libâs, 38)

 

Tasavvuf; rızâya ermektir. Hayatın gāilesi ve meşakkatleri karşısında sırât-ı müstakîmden ayrılmadan ilerleyebilme sanatıdır. Kısaca; her hâle rızâdır. Çünkü; günümüzün modern hayat denilen dünyevîleşmesi, gözleri kör etmiştir. Kulluğumuzu unutmuş; insanlara gösteriş yapmak, debdebe ve şatafat için yaşar olmuşuz. Oysaki kişinin; mal, makam, mevki bakımından kendinden üstün olanlara bakıp rahatsızlık duyması, mutsuzluğu artırmıştır. Bir mü’minin hedefi; mal, mülk, makam, mevki değil; âhiret hayatını kazanmak olmalıdır. Bunun için de sâlih ve sıddîklarla beraberliğini çoğaltıp onlar gibi olma gayretinde olmalıdır. Cenâb-ı Hak; ibâdet ve tâatine devam eden kulunu, beklemediği yerden, beklemediği şekilde rızıklandıracağını Kur’ân-ı Kerim’de şöyle va‘detmiştir:

 

“Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allâh’a güvenip dayanırsa, Allah ona yeter. Allah buyruğunu mutlaka gerçekleştirir.” (et-Talâk, 3) 

 

Bu yüzden kula düşen; ihlâs ile rızkını arama gayretinde olması, ibâdet ve tâatine devam etmesidir. Çünkü hayatta hangi hâlin kendisi için hayırlı olacağını bilemez. Bu hususta kudsî hadiste Cenâb-ı Hakk’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

 

“Bazı mü’min kullarımı ancak zenginlik sağlam (bir müslüman) eyler (onun îmânını korur); onu fakir etsem, bu durum onu ifsâd eder.

 

Bazı mü’min kullarımı da fakirlik sağlam tutar (îmânını korur); ona rızkı bol versem, bu durum onu ifsâd eder.

 

Bazı mü’min kullarım, kullukta bir derece ister. Fakat Ben; «Ucba girmesin, böylece kendini beğenmesi onu ifsâd etmesin!» diye bu isteğini ona vermem.

 

Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak hastalık korur; onu sıhhatli etsem, bu durum onu ifsâd eder.

 

(Râvî dedi ki: Zannediyorum şunu da dedi:)

 

Ben kullarımın işlerini, kalplerine dair ilmimle tedbir ederim. Ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olanım.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

 

Allâh’ın insanlara verdiği nimetler farklı farklıdır. Herkes dünyada kendine verilene göre, dünya hayatında imtihana tâbî tutulacaktır. Herkesin imtihanı da bu yüzden farklı farklı olacaktır. Bu, Allâh’ın kulları üzerindeki tasarrufudur. Kula düşen; tevekkül ederek, sabırla hayatına devam etmesidir. Allâh’ın kuluna verdiği kıymet, üzerindeki dünya nimetleri ile ölçülmez. Bu anlayışla bakmak, sadece cehâletimizin göstergesi olabilir. Allah bir kuluna malı çok verip, bol bol infâk etmesini murâd etmiş olabilir. O kulun imtihanı, şükrünü edâ etmesi gereken mal iledir. Bazı kullarını fakirlikle imtihan eder, her hâlinde hamdini ve tâatini artırmasını ister. Kula düşen, her hâlükârda atamız İbrahim -aleyhisselâm- gibi; 

 

“Elhamdülillâhi alâ külli hâl!” diyebilmektir. 

 

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri tâun sebebiyle; biri 13, diğeri 15 yaşında gencecik iki evlâdını toprağa verir. Büyük bir teslîmiyetle, bugün dahî terennüm ettiğimiz şu mısraları söyler:

 

Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen!

Ne verdinse odur, dahî nemiz var? 

 

Kendi canımız da dâhil her şey Rabbimiz’in iken, bu teslîmiyet ve rızâ hâlinden uzakta yaşamak ne büyük gaflettir. Kişinin her hâle rızâ gösterip, hamd hâlinde olabilmesi ise ancak takvâ ile mümkündür. Kişinin Hak katındaki kıymeti, ancak takvâsı ile ölçülmektedir. Âyet-i kerîmede buyurulur ki:

 

“Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (el-Hucurât, 13) 

 

Bu âyet-i kerîme, Medine’de bulunan bir köle hakkında nâzil olmuştur.

 

“Herkesin tâlip olduğu; güçlü kuvvetli bir köle, hizmetindeki kişiden tek bir şey istiyordu:

 

«Namazları, Allah Rasûlü ile birlikte cemaatle kılmak.»

 

Rasûlullah Efendimiz; bu hizmetkâra çok alâka gösterir, mescide geldiğinde mutlaka onu gözleriyle arardı. Öyle ki; bu hizmetkâr hastalandığında, ashâbıyla ziyaretine gitti. Vefât ettiğinde ise, defnine kadar her şeyiyle alâkadar oldu. Muhâcir ve ensar, bu köleye gösterilen ihtimama hayret ettiler.” (Vâhidî, s. 411-412)

 

Öyle ise Allah katında en değerli şey, Allâh’ın emrine itaat ve Rasûlullâh’a ittibâ etmektir. Kişinin en büyük câhilliği ve gafleti; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetinden uzak, Allâh’ın rızâsına aykırı bir hayat yaşamasıdır. Herkesin dünya meşgalesi farklı farklıdır. Önemli olan; bulunduğu hâl ve şartlarda Allâh’a ibâdet ve itaate devam etmek, Rasûlullâh’a tâbî olmaktır. Önemli olan; sayılamayacak kadar çok mala sahip olmak değil, şükrünü edâ ettiğin mal ile iktifâ edebilmektir. Gaflet hâlindeki kişi; bulunduğu hâlin şükrünü edâ edemez, boş vesvese ve kuruntularla hayatı kendine zindan eder, ebedî hayatını da kaybeder, ömrünü de israf eder. Bu yüzden her durum ve şartta kula düşen; «Benim gerçek vazifem nedir?» diye düşünebilmektir. Hastayken, sağlıklıyken, gençken, yaşlıyken hulâsa her şart altında şu cevabı verebilmeliyiz:

 

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- kendisine;

 

«–Neyi seversin?» diye soranlara;

 

«–Benim sevincim, yalnız mukadderattır. Ben Allâh’ın hükmünü severim.» derdi .”

 

Rabbimiz’in hakkımızdaki takdirine râzı olduğumuz zaman, Rabbimiz de bizden râzı olacaktır. Rabbimiz’in rızâsına nâil olabilmek duâ ve niyazı ile… 

 

Yazımıza Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-’in Tâif’te yaptığı duâ ile son verelim.

 

“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor görülmemi Sana arz ediyorum.

 

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim belâ ve mihnetlere aldırmam.

 

İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affımı diliyorum.” (İbn-i Hişâm, II, 29-39; Heysemî, VI, 35)