NAMAZI NASIL OKUMALIYIZ?

Dr. Naif ÖZKUL 

Namaz; îmânımızın ve müslümanlığımızın en güzel ifadesidir. Beş vakit Rabbimiz’le buluşmakta ve O’na ilticâ etmekteyiz. Namazı hayatımızın ayrılmaz bir parçası, hattâ en mühim gayesi hâline getirmeliyiz. 

 

Ancak her şeyde olduğu gibi, namazın da bir âdet ve alışkanlık hâline gelmesi endişesi vardır. Bu endişeyi izâle etmek yolunda, namazın teşrî tarihini ve tekemmülünü okumak ve namazımızı edâ ederken bu tefekkür ve tezekkürle namaz kılmak faydalı olacaktır, diye düşünüyorum. 

 

Bu hususta Medîne-i Münevvere’de dinlediğimiz hutbe ve derslerden de istifâde ile namazdaki kıraat ve duâların mânâ ve menşelerini okuyucularımızla paylaşmak isterim. 

 

Namazın inşâsı ve tekemmülü âyet-i kerîmelerle ve sahih hadislerle olmuştur. Tabiî ki ilâhî irade Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

اَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ

 

“Namazı ikāme ediniz!” diye buyurur. Namazı kıvamlı ve kıymetli bir şekilde, bir bayrak gibi ayağa kaldırmak; bir vazifeyi hakkıyla yerine getirmek mânâları aklımıza gelebilir. 

 

Şâri‘ / Müşerri‘ yani şerîat tesis eden, günümüz tabiriyle «yasa koyan» Cenâb-ı Hak’tır. İlk peygamberden, ilk hak dinden son hak din olan İslâm’a, hepsini vaz eden Allah Teâlâ’dır. Âyet-i
kerîmede buyurulur:

 

شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدّ۪ينِ مَا وَصّٰى بِه۪ نُوحًا

 

“Allah, dinden (tevhid esasından) Nûh’a emrettiğini sizin için de şerîat kıldı…” (eş-Şûrâ, 13)

 

اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ 

 

“…Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur…” (el-A‘râf, 54)

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- de, Allâh’ın Rasûlü olarak, dînin mübelliği / tebliğcisi ve mübeyyini / açıklayıcısıdır. Kendi kalbine indirilen Kur’ân’ın en salâhiyetli müfessiridir. 

 

O’na itaat etmek, Allâh’a itaat etmektir. (Bkz. en-Nisâ, 80) 

 

O’na ittibâ etmek, Allâh’ın bizi sevmesine vesiledir. (Bkz. Âl-i İmrân, 31)

 

Dînin en mühim tâlimat ve ibâdetlerinden olan namazı da; Peygamberimiz, vahyine mazhar olduğu Kur’ân âyetleri çerçevesinde tekemmül ettirmiş ve bize;

 

صَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُون۪ي أُصَلّ۪ي 

 

“Beni nasıl kılıyor görüyorsanız öyle namaz kılın!” (Buhârî, Ezân, 18) buyurmuştur.

 

Namazın hangi rüknünde nelerin okunacağı hususu da bizzat Peygamberimiz’e bildirilmiştir. Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

 

أَلَا وَإِنّ۪ي نُه۪يتُ أَنْ أَقْرَأَ الْقُرْاٰنَ رَاكِعًا أَوْ سَاجِدًا؛ 

 

“Haberiniz olsun, ben rükû ve secde hâlinde Kur’ân okumaktan men edildim. 

 

أَمَّا الرُّكُوعُ فَعَظِّمُوا ف۪يهِ الرَّبَّ،

 

Öyleyse rükûda Rab Teâlâ’yı tâzim edin, 

 

وَأَمَّا السُّجُودُ فَاجْتَهِدُوا فِي الدُّعَاءِ؛ فَقَمِنٌ أَنْ يُسْتَجَابَ لَكُمْ.

 

Secdede ise duâ etmeye gayret edin, (zira secdede iken yaptığınız duâ) icâbet edilmeye lâyıktır.” (Müslim, Salât, 207; Ebû Dâvûd, Salât, 152; Nesâî, İftitâh, 98)

 

Kur’ân’ın azametinden ve ona hürmetten dolayı, rükû ve secdede yani insanın eğildiği ve yerlere kapandığı rükünlerde Kur’ân okunması men edilmiş. Kur’ân sadece kıyamda okunacak. 

 

Rükû ise; kulun Rabbine yönelerek, O’nun azameti karşısında boyun büktüğü, bel büktüğü, eğildiği bir ibâdet… Orada Cenâb-ı Hakk’ın azametini dile getirmek gerekiyor. 

 

Nitekim;

 

Ukbe bin Âmir -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edilmiştir: 

 

فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ

 

“Rabbini azîm ismiyle tesbih et!” (el-Vâkıa, 74) âyeti inince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

اِجْعَلُوهَا ف۪ي رُكُوعِكُمْ

 

“–Bunu rükûunuza katın, orada söyleyin.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 151; İbn-i Mâce, İkāmeti’s-Salât, 18)

 

İşte bu emir üzerine rükûda;

 

 سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظ۪يمِ 

 

“Ey Rabbim! Sen azîmsin, çok yücesin! Azamet sahibi Rabbim! Sen’i (müşriklerin, putperestlerin, bâtıl ve muharref dinlere müntesip olanların uydurduğu ve iftira olarak söylediği) bütün kusurlardan (noksan sıfatlardan) tenzih ederim (uzak tutarım) tesbih ve takdis ederim!” diyoruz.

 

Secde ise hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere, kulun Cenâb-ı Hakk’a en yakın olduğu hâldir. Secde Allah için yerlere kapanmaktır. Alın ve burun ile başı, elleri, dizleri ve ayakları; yedi âzâyı yere koymak, Rabbimiz’in huzûrunda tam bir iftikar (muhtaçlığını, aczini itiraf), tezellül (tam bir boyun eğiş, mahviyet, tevâzu) ve inkisâr (yanık yanık yakararak) bir arz-ı hâldir… Samimiyeti nisbetinde, elbette böyle bir an, duâların kabul olduğu bir zaman oluyor.

 

Yine Ukbe Hazretleri aktarıyor:

 

سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰىۙ

 

“Rabbini âlâ ismiyle tesbih et!” âyeti inince de, Peygamberimiz; 

 

“–Bunu secdelerinizde okuyunuz!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 151; İbn-i Mâce, İkāmeti’s-Salât, 18)

 

İşte bu emir üzerine secdede;

 

سُبْحَانَ رَبِّيَ الْاَعْلٰى 

 

“Rabbim! Sen çok yücesin, en yücesin. Sen’i bütün büyüklüklerin sahibi zâtının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulvî olan Rabbim, Sen’i noksan sıfatlardan tenzih ederim.” deriz.

 

Namazlarımızın ka‘de, yani oturuşlarında ise Tahiyyât duâsını okuyoruz. 

 

Cümle cümle açıklamaya çalışalım:

 

اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ ۝ 

 

Burada «et-tahiyyât» kelimesinin evvelinde bulunan lâm-ı târif, istiğrâk içindir. Yani; 

 

“Bütün tahiyyatlar, tâzimâtlar, selâmlamalar, bütün duâlar, bütün övücü, medh ü senâ ve tâzim edici sözler; Allah Teâlâ içindir, O’na mahsustur.

 

Salâtlar, başta namaz olmak üzere, bütün duâlar, kavlî ve bedenî ibâdetler de sadece Allah Teâlâ’ya mahsustur.

 

Tayyibât da, yani bütün güzellikler, mâlî ibâdetler, zekât, sadaka ve kurban gibi tâatler de yalnız Allah Teâlâ’nın rızâsını tahsil edebilmek için edâ edilir.” 

 

Zira O’ndan başka ibâdet edilmeye lâyık varlık yoktur. Tevhîdin özü budur. 

 

Daha sonra Efendimiz’e selâm vazifesi edâ edilir:

 

اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ ۝  

 

“Ey Peygamber! Sana selâm olsun, Allâh’ın rahmeti ve bereketi Sen’in üzerine olsun.”

 

Selâm alıp vermek de bizim âdet hâline getirdiğimiz, maalesef mânâsını derinden düşünmediğimiz bir yüce kelâmdır. 

 

Selâm, selâmet duâsıdır. Her türlü âfet, musîbet, zarar ve şerden selâmet içinde, afiyet içinde, zamanımızın tabiriyle esenlik içinde olmak demektir. Cenâb-ı Hakk’ın; «Selâmete eriştiren, selâmette tutan» mânâsında «es-Selâm» ismi vardır. Namazları bitirdiğimizde de;

 

اَللّٰهُمَّ اَنْتَ السَّلَامُ وَمِنْكَ السَّلَامُ 

 

“Ey Allâh’ım! Sen Selâm’sın, selâmet de Sen’dendir.” diye duâ etmekteyiz. 

 

Dünyada ve âhirette, dînî ve dünyevî hususlarda, sağlık, afiyet, huzur ve emniyet gibi insanı alâkadar eden her meselede, selâmette olmanın niyaz edilmesi ne büyük bir duâdır. Bu selâmeti de verebilecek tek Zât, Cenâb-ı Hak’tır.

 

اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلٰى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِح۪ينَ ۝   

 

“Selâm bizim ve Allâh’ın sâlih kullarının üzerine olsun.” 

 

Allâh’ın sâlih kullarına her mü’min, her namazda duâ etmektedir. Bu da ne güzel bir duâdır. 

 

Osman Nûri TOPBAŞ Üstâdımız ne güzel söylüyor:

 

“Namazda bir kişiye selâm versek yahut selâmını alsak, namazımız bozulur. Fakat Peygamberimiz’e olan selâmı ifade etmemiz, namazımızı tekemmül ettiriyor.”

 

Ardından da Kelime-i Şahâdet getiriyoruz:

 

اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ۝ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

 

“Şâhitlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şâhitlik ederim ki, Muhammed, O’nun kulu ve Peygamberidir.” (Buhârî, Ezân, 148, 150; Müslim, Salât, 55)

 

Şâhitliğin aslını düşünürsek; kişi, gözüyle gördüğü, müşâhede ettiği şeylere tanıklık / şâhitlik eder. Biz de îmânımızı «ayne’l-yakîn» gözlerimizle görmüşçesine bir hakikate eriştirerek Allah’tan başka ilâh olmadığına şahâdette bulunuruz. Bu kâinatta gördüğümüz her şey Cenâb-ı Hakk’ın sanatının, azametinin ve vahdâniyetinin delilleridir. Bunları müşâhede eder ve Zâtının varlığını, gözlerimizle görmüşçesine îmân ederiz. 

 

Kelime-i şahâdette, Peygamberimiz «Kul ve Rasûl» sıfatlarıyla zikredilir. Peygamberimiz «ubûdiyet / kulluk» vasfıyla zikredilmeyi çok severdi. Şöyle buyururdu:

 

إِنَّمَا أَنَا عَبْدٌ فَقُولُوا عَبْدُ اللّٰهِ وَرَسُولُهُ

 

“Ben ancak bir kulum! Siz de (benim hakkımda) Allâh’ın kulu ve Rasûlü deyiniz.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)

 

Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

 

“Ben kul oldum, kul oldum. Kulluk vazifemi lâyıkıyla edâ edemediğim için, mahcubiyetimden başımı öne eğdim. Her köle âzâd olunursa sevinir, mesrûr olur. 

 

Ben Sana ne zaman kul olursam, o vakit sevinir şâd olurum yâ Rabbî!..”

 

Tahiyyat duâsının bir mîrâc hâtırası olduğu da bildirilmiştir ki, bu da namaz tefekkürümüze bir başka derinlik katacaktır. Namaz âdetâ mü’minin mîrâcıdır. 

 

Tahiyyattan sonra, Peygamberimiz’e ve âline salevat getiririz. 

 

Âyet-i kerîmede bize şöyle emredildi:

 

 اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا

 

“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salevat getirirler. 

 

Ey mü’minler! Siz de O’na salevat getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

 

Allâh’ın salâtı ne muazzam bir husustur! Müfessirler; sonsuz rahmet, bereket, lütuf ve ihsanlar olduğunu ifade ederler. Allâh’ın salâtı, Peygamberimiz’i mele-i âlâda meleklere medh ü senâ etmesidir. Şânını yüceltmesidir. 

 

Meleklerin salâtı ise, istiğfar duâsı etmeleridir. 

 

Kâ‘b İbn-i Ucre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: 

 

Bir gün Rasûl-i Ekrem -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- yanımıza gelmişti. Kendisine;

 

“–Yâ Rasûlâllah! Sana nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, Sana nasıl salevat getireceğiz?” diye sorduk. 

 

Peygamberimiz de; 

 

“–Şöyle deyiniz!” buyurarak Salli-Bârik duâlarını okudu. (Buhârî, Daavât, 32, Tefsîru sûre (33), 10; Müslim, Salât, 66)

 

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ ۝  كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاه۪يمَ وَعَلٰى اٰلِ اِبْرَاه۪يمَ ۝ اِنَّكَ حَم۪يدٌ مَج۪يدٌ

 

“Allâh’ım! (Hazret-i) Muhammed’e ve Muhammed’in ehl-i beytine ve ümmetine rahmet eyle; şerefini yücelt! (Hazret-i) İbrahim’e ve İbrahim’in ehl-i beytine ve ümmetine rahmet ettiğin gibi. 

 

Şüphesiz övülmeye lâyık yalnız Sen’sin, şan ve şeref sahibi de Sen’sin.”

 

اَللّٰهُمَّ بَارِكْ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ ۝ كَمَا بَارَكْتَ عَلٰى إِبْرَاه۪يمَ وَعَلٰى اٰلِ إِبْرَاه۪يمَ ۝ إِنَّكَ حَم۪يدٌ مَج۪يدٌ

 

“Allâh’ım! (Hazret-i) Muhammed’e ve Muhammed’in ehl-i beytine ve ümmetine hayır ve bereket ver. (Hazret-i) İbrahim’e ve İbrahim’in ehl-i beytine ve ümmetine verdiğin gibi. 

 

Şüphesiz övülmeye lâyık yalnız Sen’sin, şan ve şeref sahibi de Sen’sin.”

 

Peygamber Efendimiz’in makamı ve derecesi, Hazret-i İbrahim’den daha yüksek olduğu hâlde, böyle duâ buyurması ve bize böyle öğretmesi; Hûd Sûresi 73’üncü âyet-i kerîmede, Hazret-i Cebrâil ve beraberindeki meleklerin Hazret-i İbrahim’e ettikleri şu duâyla teberrük içindir:

 

رَحْمَتُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ اَهْلَ الْبَيْتِۜ اِنَّهُ حَم۪يدٌ مَج۪يدٌ

 

“Ey hâne halkı, Allâh’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Şüphesiz Allah, çok övülmeye lâyıktır, şan ve şerefi pek yücedir.”

 

Salli-bârik duâlarının mânâ derinliğini, Riyâzü’s-Sâlihîn şârih ve mütercimleri olan hocalarımız şöyle bildirmişler:

 

“Yâ Rabbî! Rasûl-i Ekrem’inin nâmını, şânını hem dünya hem de âhirette yüce kıl! O’nun getirdiği İslâm dînini bütün cihana yay ve bu dîni dünya durdukça yaşat! Ona âhirette ümmetine şefaat etme hakkı ver ve kendisine sayısız sevap ihsân eyle!” 

 

Son olarak Rabbenâ duâlarını okuyoruz. Bu iki duâ da Kur’ân-ı Kerim’de öğretilir. 

 

Birincisi duânın edebini öğretir. Hac ibâdetini edâ ettikten sonra oturup, sadece dünyalık isteyenlerin, âhiretten nasipsizliği dile getirilir ve güzel duânın hem dünyada hem âhirette «hasene» güzel, iyi, hayırlı nasip istemek olduğu bildirilir:

 

“…İnsanlardan öyleleri var ki: 

 

«–Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!» derler. Böyle kimselerin âhiretten hiç nasibi yoktur.” (el-Bakara, 200)

 

وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ
رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

 

“Onlardan bir kısmı da şöyle derler: 

 

«–Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!»” (el-Bakara, 201)

 

İkinci Rabbenâ duâsı ise, Hazret-i İbrahim’in hanımı Hâcer ve oğlu İbrahim’i ileride Kâbe’nin inşâ edileceği vadiye bıraktığında yaptığı duânın son kısmıdır:

 

رَبَّنَا اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ۟

 

“Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü’minleri bağışla!” (İbrâhîm, 41)

 

Namazın sadece bazı duâları itibarıyla nasıl okunması gerektiğinden bahsettik. Namazın Rabbimiz’in tâlimatları ve Peygamberimiz’in tatbikatlarıyla nasıl ikmâl olunduğunu dile getirmeye çalıştık. Faydalı olmasını ümit ederiz.

 

Cenâb-ı Hak; namazlarımızı bu duyuşlarla, bu ince hassâsiyetlerle edâ edebilmemizi nasîb eylesin. Duâlarımızı makbul buyursun.