Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -19- İHTİLÂFLARDA ÖLÇÜ…

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

FİKİR ve KÜFÜR

 

Müellifimiz; 27. maddenin sonunda hilâf ve ihtilâf arasında ayrıma gitmiş ve tâlibin hilâftan uzak durması gerektiğine temas etmişti. Şimdi bu farka biraz daha yoğunlaşıyor:

 

Yirmi Sekizinci Kaide:

 

Hilâf, «kasıtlı olarak bir kimseye muhalefet etmek»tir. Hilâf; mânâsı müşâreket / ortaklık olan «mufâale» bâbından olduğu için, ortada birden fazla kişinin bulunması ve bunların birbirleriyle zıtlaşmaları mevzubahis. 

 

Fakat ihtilâf böyle değil. 

 

İhtilâf; bir mesele üzerinde, birden fazla düşüncenin tabiî olarak buluşmasıdır. Bakış açısı zenginliğidir. 

 

Her ne kadar hem usûl kitaplarımızda hem furû kitaplarımızda bu kelimeler birbirleri yerine kullanılmışsa da müellifimiz Şeyh Ahmed Zerrûk -rahimehullah- burada hilâfı kötü bir şey, ihtilâfı ise olağan bir şey olarak değerlendiriyor. 

 

Daha önce de belirttiğimiz üzere, âlimler birtakım ıstılahları kullanmakta serbesttirler. Yeter ki kullandıkları ıstılaha hangi mânâyı verdiklerini beyan etsinler, belirtsinler.

 

“Bir hükümde nefiy ve isbât cihetiyle bir ihtilâf olduğunda bakılır:

 

Eğer bu iki görüşten birinin temelinde delil olmaya elverişli olmayan bir kaynak varsa, bu kaynağa dayanan görüş fâsittir (geçersizdir, hüküm doğurmaz.)

 

Eğer bu kaynak muhâle götürüyorsa, (yani aklen imkânsız, şer‘an kabul edilemez bir noktaya yol açıyorsa) o zaman da buna dayanan görüş bâtıldır.”

 

Nefiy, olumsuz hüküm; isbât, olumlu hüküm bildirme demektir. Yani biri; «olur», biri; «olmaz» diyor. Biri; «câiz», biri; «değil» diyor. 

 

Hanefî mezhebi bu tür ihtilâfa açık olan yerlerde ekseriyâ «haram» ifadesini kullanmayı tercih etmez «tahrîmen mekruh» der. Yine farziyetinde ihtilâf edilen hükümlerde «vâcib» ifadesini kullanır. 

 

Birincisine, yani kaynağın delil / hüccet olmaya elverişsiz olmasına şu misali verebiliriz:

 

Meselâ bir müçtehid, görüşünü bir rivâyete dayandırıyor. Fakat o rivâyetin hüccet olamayacak kadar zayıf veya mevdû (uydurma) olduğu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu kişinin ortaya koymuş olduğu hüküm veya hükümdeki ihtilâf, fâsit bir ihtilâftır. Karşılığı olmayan geçersiz bir ihtilâftır. 

 

Fâsit ile bâtıl arasında da bir derece farkı var. Bâtıl, «tamamen hükümsüz» yok hükmündedir. Fâsit de geçersiz fakat bir dereceye kadar bir realite olarak mevcudiyeti kabul edilebilir. 

 

“Fakat bir meselede ayrı düşmüş olan iki kimsenin görüşlerinin temelinde, kaynağında delil olarak kullanılmaya elverişli materyaller varsa…”

 

Yani ikisi de sahih bir hadîse dayanıyor veya ikisi de âyete dayanıyor fakat âyeti farklı yorumlamışlar. Bu mümkündür. Hattâ dört mezhebin içerisinde buna verilebilecek sayısız misal vardır.

 

“ve karşı tarafın elinden delili alamıyorsa.”

 

Yani ikisi de aynı güçte, aynı açıklıkta delile dayanmışlar. Misal olarak; “Benim dayandığım rivâyet sahih, karşı tarafınki hüccet olamayacak kadar zayıf…” diyemiyorsa… 

 

İkisi de sahih senetli birer hadîse dayanıyor veya 

 

İkisi de âyete dayanıyor veya 

 

İkisi de sahâbe görüşüne dayanıyor… 

 

“Böyle olduğunda bu ihtilâf, (fâsit veya bâtıl değildir) makbuldür.

 

Zira yol olarak, usûl olarak her ikisi de sahih / doğru bir yolu izlemiştir.”

 

Dört mezhebin ihtilâfları hep böyle ihtilâflardır. Şafiîsi, Hanefîsi, Mâlikîsi ve Hanbelîsi, hepsi hak ve hakikat ortaya çıksın diye uğraşmışlardır. Delilleri Kur’ân ve Sünnet’tir. Binâenaleyh görüş ayrılıkları olmuştur. Çünkü herkesin anlayışı bir olmayabilir.

 

“Bundan dolayı hilâfı, yani kasıtlı ayrışmayı reddederken; ihtilâfı, delilden kaynaklanan fikir ayrılığını kabul ederiz. 

 

Bir kimse, akāidin aklî meselelerinde inkâra giden bir söz söylemişse, onun kâfir olduğunu söyleriz.”

 

Muhâle, yani Allah ile alâkalı «imkânsızı» dile getirmeye kalkarsa, tekfir ederiz. Meselâ hıristiyanların dediği gibi; “Allah Meryem’e hulûl etti, oradan İsa bedeniyle dünyaya geldi.” şeklinde bir iddia, muhâldir ve küfürdür. 

 

Hazret-i Peygamber’den sonra birinin peygamberlik iddia etmesi, vahiy aldığını ileri sürmesi, zarûrât-ı dîniyyeyi değiştirdiğini, lâğvettiğini söylemesi, bunlar hep küfür ifade eden sözlerdir. 

 

“Bir kimse, akāidin naklî olan kısımlarıyla ilgili hilâfa düşmüşse bakarız:

 

Eğer sözün lâzımını da benimsemişse onu bid‘atçı olarak görürüz.”

 

Meselâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in birçok hadîs-i şerîfinden kabir azâbının var olduğunu anlıyor ve biliyoruz. (Buhârî, Cenâiz, 33, 88; Müslim, Cennet, 67-69, Cenâiz, 86; Ahmed, III, 103, 104, 296)

 

Bazıları kabir azâbını inkâr ediyorlar. Ölüm ötesine ait meseleler, akıl ile bilinebilecek hususlar değildir. Bunlar ancak nakil ile yani âyet ve hadisler ile bilinebilir. Kabir azâbına dair hadisleri göz ardı eden hilâfçıları, bid‘atçı görürüz. 

 

Ehl-i sünnet mezhebinin dışında kalan böyle aykırı görüşlere sahip olan fırkalar vardır. Bunlar «ehl-i bid‘at»tır. Küfür değil de bid‘at dememizin sebebi, bu fikir ayrılıklarının nassı yorumlamaktan kaynaklanmasıdır. Te’vil / yorum denildiğinde, insan unsuru dâhil olduğundan dolayı yanlış olması mümkündür.

 

Burada «lâzım» ifadesi bir sözün akla getirdiği mânâ, çağrıştırdığı sonuç demektir. Meselâ bir müslüman; müslümanları katletmiş olan Stalin için;

 

“–Ne iyi bir insandı.” dese veya; “Ben Stalin’i çok seviyorum.” dese bu sözün arkasından; 

 

“–Sen niye Stalin’i çok seviyorsun?” diye sorduğumuzda iki ihtimal vardır: 

 

Eğer müslüman katliâmı yaptığı için seviyorsa bu; insanı dinden, îmandan çıkaracak bir hâldir. 

 

Ama öyle değil de; “İşte filânlara yardım etmişti de ben ondan seviyorum.” veya “Rusya’yı kurtarmıştı da ondan seviyorum.” diye bir meseleye dayandıracak olursa o zaman böyle bir kimseye; “Dinden çıktın.” ifadesini kullanmamız doğru olmaz.

 

Yine hıristiyan bayramını kutlayan bir müslüman, bunu lâzımı ile birlikte yani o bozuk inanca sahip olarak yapsa küfre girer. Fakat;

 

“Efendim, hıristiyan bir komşum var, o benim Kurban Bayramı’mı tebrik ediyor, Ramazan Bayramı’mı tebrik ediyor. Ben de onun yeni yılını yani bir takvim başlangıcını tebrik edeyim diye kart yazıyorum, mesaj gönderiyorum.” düşüncesiyle kutlarsa bunda bir önceki sözde ve düşüncede söz konusu edilebilecek olan mahzur olmaz. 

 

“Eğer sözün lâzımını benimsememiş ise, yani onun kişiyi dinden çıkaran tarafıyla ilgili bir düşüncesi yok ise; o zaman onunla tartışma yapılır. Şüpheleri bertaraf edilmeye çalışılır.” 

 

Ve bu kimse müslüman muâmelesi görür. Ve şüphelerinden arındırılmaya, kurtarılmaya çalışılır. 

 

“Lâzimü’l-kavl yani bir sözün dolaylı mânâsı, direkt olarak o sözden anlaşılır mı anlaşılmaz mı, o sözü söyleyene bu mânâ izâfe edilir mi edilmez mi, meselesi âlimler arasında tartışılmış bir meseledir.” 

 

Bazıları bu meseleyi o kadar çok abartmışlardır ki, aşırı neticeler ortaya çıkmıştır. Meselâ Tarîkat-i Muhammediyye’de, fukahâdan iktibasla şöyle bir ifade yer alır:

 

“Bir kişi, zamanımızın hâfızlarına; «Güzel okudun!» dese, eğer onun kıraatini, mahârici’l-hurûfu yani harfleri mahreçlerinden, güzelce telâffuz etmesini kastetmemişse, tegannîsini, makamını kastetmişse; bu makam da şarkı makamı olduğuna göre, dolaylı bir şekilde şarkıya güzel demiş olur…” 

 

Bunlar biraz aşırı yorumlardır. 

 

Bizim ehl-i sünnet âlimlerimize göre; bir sözü söyleyenin, sözün dönüp dolaşıp varacağı yer ile mecburî bağlantısı kurulmaz. Çünkü ameller niyetlere göredir. 

 

“Sözünün lâzımı yani çağrıştırdığı mânâ îmânî bir tehlike barındırıyor, diye bir kimseye kâfir veya bid‘atçi demeyiz.”

 

Yani bir kimsenin îmânıyla alâkalı bir endişemiz yok. Ama söylediği söz o ihtimali akla getiriyor. Öyle olsa da kesin olarak bilinen yani yakîn olan bilgi, şek ile, ihtimal ile zâil olmaz. Yani adamın müslüman olduğunu biliyoruz, beş vakit camiye namaza geldiğini biliyoruz, ehl-i Kur’ân olduğunu biliyoruz, çocuklarını Kur’ân kurslarına göndermiş, imam-hatip mekteplerine göndermiş, dînî tahsil yaptırmış, her yönüyle müslüman olduğunu biliyoruz; “Sen filân partiye oy veriyorsun!” diye adamı dinden, îmandan çıkarmayız.

 

“İşte bu yönüyle, ehl-i sünnet arasında hilâf dediğimiz fikir ayrılıklarını yorumlamak ve kabul etmek gerekir.”

 

Oysa ehl-i sünnet dışında bu düşünceyi ortaya koyacak biri söz konusu olsa o reddedilir, kabul edilmez. Fakat adam müslüman olarak bunu söylüyorsa o zaman; “Bir ihtimali vardır.” diye iyiye, güzele yormak gerekir.

 

“Şer‘î hükümlerin hangisi kabul, hangisi reddolunacak meselesinde de bu kaide geçerlidir. Yani eğer bir temele dayanıyorsa ve bu temel edille-i şer‘iyyeden biri ise yani kabul olunabilen, delil olarak kullanılabilen bir şey ise bu kabul edilir.”

 

Bu kaide kelâm ile alâkalıydı. Fakat unutmamak gerekir ki tasavvufun birçok meselesi kelâmla ilgilidir. Bu yönüyle akāid ilmini iyi tahsil etmiş, iyi biliyor olmak gerekir ki, bu yolda adamın ayağı kaymasın.

 

Yine mü’minleri çeşitli sebeplerle tekfir etmek de, Hâricîlerin zuhûrundan beri İslâm âleminde yaşanan mühim bir sıkıntıdır. Bunun ölçülerini de bu kaidede görmüş olduk. 

 

Cenâb-ı Hak, ihtilâflarda hakikati bulmayı nasip eylesin. Hilâflardan, bid‘atlardan ve îmâna zarar veren her şeyden muhafaza buyursun. Allah, cümlemize îman selâmeti versin.