BİR TUZAK, ŞÜHEDÂ ve BİR HİDÂYET…

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Sahabe-i kiramdan Âmir bin Füheyre -radıyallâhu anh-, çobanlık yaparak geçimini temin ederdi. Müslüman olduğunda köleydi. Türlü işkencelere maruz kaldı. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- tarafından satın alınıp âzâd edildi. Âmir -radıyallâhu anh-, Bi’r-i Maûne’de şehîd edildi.

 

*

 

Hicretin dördüncü senesinde bir kabîle reisi olan Ebû Berâ Âmir bin Mâlik; Medine’ye gelerek, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den kabîlesine dîni tebliğ edecek muallimler göndermesini rica etti. Peygamber Efendimiz; göndereceği muallimlerin emniyeti hususunda Ebû Berâ’dan teminat aldıktan sonra, Ashâb-ı Suffe’den yetmiş kadar hâfızı o kabîleye gönderdi. Ne yazık ki bu hâfızlar, Bi’r-i Maûne’de tuzağa düşürüldü ve ikisi hariç hepsi şehîd edildi. 

 

Hâdiseyi vahiy yoluyla öğrenen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çok üzüldü. Tâif’te kendisini taşlayanların bile Allah Teâlâ’dan affını istediği hâlde; doğrudan Kur’ân’a kast eden bu fâcianın fâillerine, bir ay boyunca sabah namazlarından sonra bedduâ etti.

 

 Bu baskın esnasında Cebbâr bin Sülmâ’nın attığı mızrak, Âmir bin Füheyre -radıyallâhu anh-’ın göğsünü deldi. Âmir -radıyallâhu anh- tam o esnada; 

 

«–Vallâhi ben kazandım!» diye haykırdı ve şehîd oldu. Cebbâr şaşırdı. Şehîd ettiği Âmir’in son sözleri kulaklarında yankılandı; 

 

“–Ben öldürdüm, o kazandı!?. Neyi, nasıl kazanmış olabilir ki?” diye düşünürken, tam bu esnada mübârek şehidin na‘şı semâya doğru yükselip yere indi. Bu fevkalâde manzarayı gören Cebbâr’ın aklı büsbütün karıştı. İç dünyasında oluşan med-cezirler, çalkantılar, fırtınalar bir müddet devam etti. En nihayet Cenâb-ı Hak onu ebedî selâmet olan hidâyet sahiline ulaştırdı. Hidâyetine, katlettiği bir hâfız vesile olmuştu.

HEPİMİZ TALEBEYİZ

 

Hadis âlimi İbn-i Ebû Cemre, on üçüncü asırda Endülüs/Mürsiye’de doğdu. İlim tahsil etti. Geçimini ziraatla temin etti. Mürsiye’de müslüman idarenin gücünün zayıflaması ve otoritenin kaybolmaya başlamasıyla müslümanlara zulümler başladı. Bunun üzerine İbn-i Ebû Cemre ailesiyle Tunus’a hicret etti. Bir müddet Tunus’ta ikāmet ettikten sonra da Mısır’a gitti. Hicretteki hayatı da ilim ve ibâdet ekseninde devam etti. Talebe yetiştirdi, eser te’lif etti. Kanaat ehli olan bu müstağnî âlim; sadaka veya zekât kabul etmez, kimseden bir şey istemez, alın teriyle geçinirdi. İbn-i Ebû Cemre, 1300’de Mısır’da vefât etti. Kabri, Mısır’dadır.

 

*

 

İbnü’l-Hâc, hocası İbn-i Ebî Cemre’ye talebeliğe başlamasını şöyle anlatır: 

 

“Bir gün kendisinden ders almak ve beni talebeliğe kabul etmesi için yanına gitmiştim. Kendisine merâmımı arz ettikten sonra bana (hiç beklemediğim bir şekilde);

 

«–Niçin gidip de başka âlimlerden ders almıyorsun?» dedi. Ben de cevaben;

 

«–Ben sizden okumak istiyorum» dedim.

 

«–Sen nasıl oluyor da diğer âlimleri bırakıp benim gibi birinden ders okumaya geliyorsun?» dedi. Ben talebimde ısrarcı olunca; 

 

«–O zaman samimi olarak Allâh’a istihâre et.» dedi. Sonra ben de istihâre ettim ve tekrar huzûruna gidip kendisinden ders almaya karar verdiğimi ilettim. Hocam;

 

«–Kararlı mısın?» diye sordu.

 

«-Evet» diye cevap verdim. Bunun üzerine bana şöyle dedi:

 

«–Bak! Sakın kendini; ‘Ben bir âlimden ders alıyorum’ veya; ‘Bir şeyhin önünde diz çöktüm’ gibi düşünme! Biz ancak yüce Allâh’ın ahkâmından bir şeyler müzâkere etmek üzere bir araya gelmiş kardeşleriz. Allâh’ın yarattıklarından her kim olursa olsun, doğru ve hakkı dillendirdiği sürece biz onları kabul ederiz. Velev ki bu kişi mektepten bir çocuk bile olsa…»” (İbnü’l-Hâc, el-Medhal, 1, 67)

ÜÇ KEZ DAKK-I BÂB* 

 

Serdâr-ı Hakan II. Abdülhamid Han, 21 Eylül 1842’de İstanbul’da doğdu. On yaşında annesi vefât edince Perestû Hanımefendi’ye emânet edildi. Sarayda ihtimamla yetiştirildi. 1876’da başlayan saltanatında; Kānûn-i Esâsî, Meclis-i Meb‘ûsan, İttihat ve Terakkî, İkinci Meşrûtiyet, 31 Mart Vak‘ası vb. başlıklar altında mühim siyâsî hâdiseler gerçekleşti. Bunun yanında ulaşım, sağlık, sivil toplum, maarif, ziraat, matbuat vb. sahalarda ciddî hizmetler hayata geçirdi. Otuz üç sene devleti ince siyasetiyle idare ederek milletine hizmet eden dâhî Sultan, kendisine tertiplenen iki sûikasttan sağ kurtuldu. Ne var ki, düşmanları 1909’da Sultan’ı hal‘ ederek Selânik’e sürgüne gönderdi. Balkan Harbi’nin çıkmasıyla 1912’de tekrar İstanbul’a getirilen II. Abdülhamid Han, 10 Şubat 1918’de vefât etti. Kabri, Dîvanyolu’ndadır.

 

*Dakk-ı bâb: Kapı çalma.

 

*

 

Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han; âcil bir iş zuhûr ederse, gece bile olsa uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Es‘ad Bey, hâtırâtında şâhit olduğu şu manzarayı anlatır: 

 

“Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı; «Acaba Sultan’a emr-i Hak mı vâkî oldu?» diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım, bu sefer kapı açıldı. Sultan, elinde havlu yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; 

 

«–Evlât, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha kapıyı ilk vuruşunuzda uyandım, abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakmayın. Ben bu kadar zamandır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım.» dedi. Besmele çekerek imzaladı.” (Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c. I, s. 48)

ÜMİT BURNU’NUN MUSLİHİ* EBÛBEKİR EFENDİ

 

Ebûbekir Efendi, aslen Irak/Şehrizorlu bir âlimdir. Bağdat’ta ve İstanbul’da tahsil gördü. 1862’de İstanbul’da bulunduğu sırada hükûmet tarafından, Ümit Burnu’ndaki müslümanlara dînî eğitim vermekle vazifelendirildi. 1863’te Ümit Burnu’na ulaşan Ebûbekir Efendi, müslüman halkın yanlış bildiği îtikādî ve fıkhî uygulamaların ıslahına başladı. Bu ıslah, mü’minlerin bir ve beraber olarak topyekûn Allâh’ın ipine sarılmalarına vesile oldu. Ebûbekir Efendi, 1880 yılında vefât etti. Kabri, Ümit Burnu’ndadır. 

 

*Muslih: İyileştiren, düzelten, ıslâh eden (kimse).

 

*

 

Güney Afrika’daki ilk Müslümanlar, Hollandalılar tarafından on yedinci asrın sonlarında Uzak Doğu ülkelerinden buraya getirilen kölelerdi. Hollandalılar 1814’te Ümit Burnu’nu İngilizlere bıraktı. İngiliz idaresi altındaki müslümanlar, zamanla imam dedikleri dînî liderler etrafında toplandı. İslâm’ı kendilerine göre yorumlayan bu câhil imamlar, dînin îtikādî ve fıkhî alanlarında bozulmalara sebep oldu. On dokuzuncu asrın ortalarında sayıları iyice artan müslüman nüfusun içlerinden bazıları, hac maksadıyla Hicaz’a gitti. Bu hacılar kendi birtakım dînî inanç ve tatbikatlarının yanlış olduğunu fark etti. Memleketlerine döndüklerinde, bu yanlış fiil ve inanışlarını düzeltmek maksadıyla ahâlîyi îkaz ettiler. Fakat imamların tepkileriyle karşılaştılar. Gitgide şiddetlenen bu mücadele, çatışmaya dönüştü ve İngiliz kolluk kuvvetleri hâdiselere müdahale etti. 1862’de Ümit Burnu müslümanları, sömürge valisine müracaat ederek Hilâfet merkezi olan İstanbul’dan, kendilerine şer‘î ilimlere vâkıf bir muallim getirtilmesini talep etti. Bu talep İngiltere Kraliçesi vasıtasıyla Sultan Abdülaziz’e iletildiğinde Sultan, derhâl gereğinin yapılmasını emretti. Ahmet Cevdet Paşa’nın teklifiyle Ebûbekir Efendi, Ümit Burnu’na gönderildi. Ümit Burnu’na ulaşan Ebûbekir Efendi; müslümanlar arasındaki karışıklıkların sebeplerini madde madde tespit ettikten sonra vakit kaybetmeden bu yanlışları ortadan kaldırmak için çalışmaya başladı. Sahte şeyhlerin ve câhil imamların engellemelerine rağmen, Ebûbekir Efendi elli gün içinde bir mektep açtı. Bu mektepte gündüz çocuklara, akşam da yetişkinlere ders vermeye başladı. Kısa zamanda üç yüze yakın talebesi oldu. 

 

Ebûbekir Efendi; düzelttiği yanlışlar yanında, onlara kimlik ve şahsiyet de kazandırmıştır. İngilizler gibi giyinen müslüman halk, onun şuurlandırıcı vaaz u nasihatleriyle bu giyinme tarzını terk ettiler. 

 

Hâsılı, Ebûbekir Efendi son nefesine kadar Ümit Burnu’nda ıslaha ve dînî hizmete sâ‘y u gayret etti, vefât edince de oraya defnedildi. Bu samimî ve fedâkâr gayretler neticesinde İslâm; o coğrafyada köklenip gelişti, yaptığı hizmetler kendisi için sadaka-i câriye oldu. (Yusuf YIKMAZ’ın «On Dokuzuncu Yüzyılda Güney Afrika’da Bir Osmanlı Âlimi Ebûbekir Efendi» isimli makalesinden yararlanılmıştır.)