BİR AKÎDE BİR FIKIH MESELESİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

Fıkıh, aktüel meseleleri takip eder. 

 

İslâm’ın hayat nizâmı; hayatın her köşesini tenvîr eden, ıslah eden, tanzim eden bir kaideler manzûmesidir. Bu yazımızda ülke gündemimize zaman zaman düşen iki mevzuyu ele alalım:

 

SELEFÎLİK…

 

Geçmişten gelen bir tavır olarak hep var olmakla birlikte, 18’inci asırda Necid’de bu görüşün temsilcisi Muhammed bin Abdülvehhâb’ın Osmanlı’ya isyanı (Vehhâbîlik) ve bu hareketi destekleyen Suud Krallığı’nın 1920’lerde Hicaz’a hâkim olmasıyla, Selefîlik günümüzde bütün dünyada kendini göstermeye başladı. 

 

Aslında;

 

«Selefe» «geçti gitti» demek. Selef, bizden önce geçen âlimlerimiz. Selef-i sâlihîn, Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in hadîsinde geçen ilk üç nesildir:

 

Sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn…

 

Bu üç nesil, bizim kurucu neslimizdir. Bu mühim zaman dilimi, İslâmî ilimlerin teessüs ettiği ve mezheplerin kurulduğu dönemdir. 

 

Binâenaleyh bizim bütün ilimlerimizin, mezheplerimizin kaynağı bu üç neslin içinde bulunduğu dönemdir. Yani bütün ehl-i sünnet mezheplerimiz, kendilerini bu devre nisbet etmeye hak sahibidir. 

 

Meselâ Hanefîliği meydana getiren isimler; Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh-, Alkame, Hammâd ve Ebû Hanîfe -rahimehumullah-… hepsi selef-i sâlihîn neslidir. 

 

Fakat günümüzde kendilerine Selefî adını verenler, amelî ve îtikādî mezhepleri atlayarak doğrudan selefe atıfta bulunduklarını iddia ediyorlar. Onları sadece atlamak ve görmezden gelmek değil, onları reddetmeye kalkıyorlar. Sanki dînimiz o devirden sonra tahrif edilmiş, tamamen bid‘atlerin işgaline uğramış gibi bir düşünceye kapılıyorlar. İslâm’a faydalı olan görüş zenginliğini iptal etmeye çalışıyorlar. Hattâ bu, kendilerinden başkasını kabul etmemeyi, tekfîr etme seviyesine kadar vardırıyorlar.

 

Hâlbuki;

 

Selef-i sâlihînin en olmazsa olmaz özelliği bir müslümana kâfir damgası yapıştırmamalarıydı. Aralarında onca ayrı düşünce bulunmasına rağmen, kimseyi kolay kolay kâfir olarak nitelememişlerdir. 

 

Yakın zamanlarda aşırı şiddet hâdiselerine karışan birtakım örgütler de, bu bozuk Selefî anlayışın bağrında doğdu. Çünkü bir kişiye kâfir dediğinizde, onu öldürmeyi de zihninizde ve gözünüzde kolay hâle getiriyorsunuz. 

 

Oysa;

 

Bir müslümanı öldürmek, bir müslümana kâfir demek, bunlar çok ağır şeylerdir. 

 

Selefîlerin bütün görüşlerini tek tek ele almak bu yazının hedefi değil. Ancak Selefîlerin bizim âlimlerimize, ecdâdımızın kurduğu ve geliştirdiği tarîkat, usûl ve sistemlere karşı çıkarken kullandıkları ve çarpıttıkları bir husus var: 

 

Peygamberler, putperestleri tevhîde davet ettiklerinde, onlar; «Biz babalarımızı hangi dinde buldu isek ona uyarız.» diyorlar. Kur’ân-ı Kerim birçok âyette bu mutaassıp tavrı şöyle tenkit ediyor:

 

“Onlara; 

 

«–Allâh’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin!» denildiği vakit; 

 

«–Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol, din) bize yeter!» derler. 

 

Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi (babalarının dînine tâbî olacaklar)?” (el-Mâide, 104)

 

Selefîler; müşriklere söylenen bu sözü, mü’min kardeşlerine çeviriyorlar. Amelî ve îtikādî mezheplere, ehl-i sünnet yolundaki tarîklere mensup müslümanlara, bunları terk edip İslâm’ı onların anladığı dar çerçevede anlamaya mecbur etmek istiyorlar. Bunu yaparken de;

 

“–Babalarınızın dînine mi tâbî oldunuz?” diyorlar. 

 

Yani kişinin babası, müslüman ise ne yapacak? Müslümanlıktan mı çıkacak? 

 

Bu âyetin hitap ettiği müşrik Arapların babaları, müslüman değildi. Şimdi babası müslüman olan bir kimseye bu âyetleri okumanın anlamı ne?

 

Hâlbuki cevabımız şudur:

 

“−Evet! Babamızın dînindeniz.” 

 

Çünkü babamız da elhamdülillâh müslüman. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de bir emir:

 

مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ

 

“–Babanız İbrahim’in dînine tâbî olun!..” (Bkz. el-Hac, 78)

 

Yine Hazret-i Yûsuf’un şöyle dediğini bildiriyor bize Kur’ân-ı Kerim:

 

وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ اٰبَٓاء۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَۜ

 

“Atalarım İbrahim, İshak ve Yâkub’un dînine uydum…” (Yûsuf, 38)

 

Bir kadıncağız selefîlik iddiasının yoğun olduğu Suudî Arabistan’da bir mahkemeye gider. Tabiî ki bahsettiğimiz katı Selefî görüşten olan hâkim, kadıncağızı yaşlı başlı görünce şöyle der: 

 

“–Sana Allâh’ın kitâbı, Peygamber’in sünneti ile mi cevap vereyim? Yoksa Ebû Hanîfe’nin, Şâfiî’nin, Mâlik’in görüşlerini mi söyleyeyim?” 

 

Zâhiren ne kadar da çekici bir cümle! 

 

Allâh’ın kitâbı, Peygamber’in sünneti mi? yoksa Ebû Hanîfe’nin görüşü mü? Elbette Allâh’ın kitâbı, Peygamber’in sünnetini tercih eder bir müslüman. 

 

Gayet firâsetli bir hanım olan kadıncağız şu cevabı verir:

 

“−Sen bana Ebû Hanîfe’nin, İmam Şâfiî’nin, İmam Mâlik’in Allâh’ın Kitâbı ve Peygamber’in sünnetinden anladığını anlat!”

 

Öyle ya;

 

Ebû Hanîfe ve arkadaşları, görüşlerini nereden aldılar? Tevrat’tan mı? İncil’den mi? Üstelik onlar asr-ı saâdete, nûr-i nübüvvete çok daha yakınlar. 

 

Sen veya beğendiğin hocaların Kur’ân ve Sünnet’ten doğrudan görüş çıkarıp söyleyince kendileri aradan çıkmış oluyorlar da, Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh- aynı şeyi yapınca, o görüş Ebû Hanîfe’ye ait oluyor, Kur’ân ve Sünnet’ten olmuyor öyle mi?

 

Bu yönüyle maalesef, böyle tenkitçi ve tekfirci Selefîler, modernistlerle benzeşmiş oluyorlar. Hazret-i Peygamber’in sünnetini inkâr eden böyle bir kişi, Sünnet’i ve mezheplerimizi reddetmek için; 

 

“–Allâh’ın kitâbı yeter!” diyor. 

 

Bir hocaefendi de ona cevap veriyor:

 

“−Be adam, elli tane kitap yazdın. Madem Allâh’ın kitâbı yeterdi, sen bu kadar kitabı niye yazdın?”

 

Elbette her dönemin kitabının yazılması lâzım. Fakat aradan bin yıllık geçmişimizi silerek; “Ben direkt Kur’ân’dan alacağım, seleften alacağım!” iddiasına giren bir kimse, birçok yanlışların içerisine düşer. 

 

Kur’ân-ı Kerim bir bütündür, birbirini tamamlar. Âlimleri, selef-i sâlihîni aradan çıkararak Kur’ân’ı anlamaya çalışmak, tıp eğitimi almadan tıbbiye kitaplarıyla doktorluk yapmaya benzer. Biri candan diğeri de îmandan eder. Tıp eğitimi almalarına rağmen; dünyada ölüm sebeplerinin ilk sıralarında, doktorların teşhis ve tedavi hataları yer alıyor. 

 

Evet, selef-i sâlihîn başımızın tâcı ama selef-i sâlihîni elbette onlara yakın olanlar bizden daha iyi anlamışlardır. Biz de edeple onların yollarından gidebilirsek ne âlâ. Yoksa Allah muhafaza eylesin, bu parlak lâflar; arkasında, çok büyük yıkımları getirebiliyor. 

 

Tabiî bu arada, selefîlere kızarken, onların yaptığını bir şekilde bizim yapmamız da doğru olmaz. Ülkemizde son asırda çok örnekleri oldu: 

 

İslâm âleminin çeşitli bölgelerinde yetişen veya ülkemize yurt dışından gelen veya kitapları Türkçemize tercüme edilen veya kendisi memleketimizden olup yurt dışında bilhassa Hicaz’da okuyan hangi âlim varsa hemen selefî damgasını yapıştırıp onları dışlamak, karalamak ve ehl-i sünnet dışı saymak da asla doğru olmaz. 

 

Biz halkımıza memleketimizde ehl-i sünnet ve’l-cemaat olarak temâyüz etmiş temel kaynakları tavsiye ederiz. 

 

İlim yolcuları da, okudukları bir eserde, dinledikleri bir zâtta yukarıda ipuçlarını verdiğimiz tavrı gördükleri zaman gerekli tedbiri almaları gerekir. 

 

Berrak olanı alıp, bulanık olanı bırakmalıdır, vesselâm… 

 

Cenâb-ı Allah; dînimizi, îmânımızı, dünyamızı, âhiretimizi muhafaza eylesin.

 

 

DENİZ ÜRÜNLERİNİ YEMEK

 

Bir de geçtiğimiz aylarda Diyanet İşleri Başkanlığının yayınladığı bir fetvâ sebebiyle uzun müddet gündemde kalan fıkhî bir suâli ele alalım: 

 

–Midye, karides, istakoz, kalamar vb. deniz ürünlerini yemek helâl midir? 

 

Kur’ân-ı Kerim’de «saydü’l-bahr / deniz avı» helâl kılınmış. (Bkz. el-Mâide, 96)

 

Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz; denizden bahsederek; «Meytesi helâldir.» buyurmuş. (Muvatta’, Tahâret 12; Ebû Dâvûd, Tahâret, 41; Tirmizî, Tahâret 52; Nesâî, Miyâh, 55)

 

Karada bir hayvan, kendiliğinden ölürse, meyte olur. Eti helâl olmaz. Eti yenen kara hayvanlarını, İslâm’a uygun şekilde kesmek gerekir. 

 

Fakat denizden, sudan çıkan balıklar bir müddet sonra ölürler. Bunların bu şekilde ölmesi, onları yenmesi haram olan meyte hâline getirmez. Hadîs-i şerif bunu bildiriyor.

 

Peki denizde yaşayan birçok canlı var. Hanefîler, Peygamber Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfini «balık» çerçevesinde tutuyor. Çünkü Peygamberimiz’in sözünün siyâkı, balık avıdır. 

 

İmam Şâfiî Hazretleri ise sadece denizde yaşayan bütün hayvanlar olarak geniş tutuyor. Çünkü ifadeyi umumî olarak anlamak mümkün. Fakat hem karada hem suda yaşayan timsah, kurbağa gibi hayvanları hükmün dışında tutuyor. 

 

Mâlikî mezhebi hiçbir su ve deniz canlısını istisnâ etmeyip hepsini helâl sayıyor. 

 

Hanbelî mezhebi sadece yılan balığını habis sayıyor.

 

Hâlbuki Hanefî mezhebi için, daraltıcı bir sebep var: 

 

Hanefîlerin anlayışına göre; 

 

İslâmiyet, insanın mükerrem fıtratından dolayı, insana; ancak, tayyib, temiz, fıtratına uygun şeyleri yemesine izin vermiştir. Peygamberimiz’in habis şeyleri haram kıldığı bildirilmiştir. (Bkz. el-A‘râf, 157) 

 

Âyet-i kerîmelerde bu vurgulanmaktadır:

 

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْاَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًاۘ

 

“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin!..” (el-Bakara, 168)

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ

 

“Ey îmân edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin!..” (el-Bakara, 172)

 

Karada da durum böyledir. İnsan; karada örümcek, böcek, yılan, çıyan ve benzeri haşeratı yemediği gibi, bunların denizde yaşayan benzerlerini de yemez. Fıtraten insanlara çirkin gözüken, tiksinti uyandıran; ıstakoz, yengeç ve benzeri hayvanlar, yukarıda umumî olarak helâlliği ifade edilen «deniz avı, deniz meytesi» hükmünden bu şekilde istisnâ olurlar. 

 

Yine ıstakoz ve benzeri hayvanların, toksinlerini yaymaması için; canlı canlı kızgın yağa atıldığı, ancak böyle pişirildiğinde yenilebildiği yönünde bilgiler mevcut. Bu da bunları tüketmenin vebâli hususunu akla getirebilir. 

 

«Mezheplerin görüşlerinin farklılığı bir rahmettir.» diyoruz. Hakikaten fakir ve deniz civarında yaşayan milletler var. Onlar için deniz ürünleri büyük bir gıdâ deposu. 

 

Fakat biz Hanefîlere göre; ıstakoz, midye, istiridye, kalamar, ahtapot ve benzeri balık dışında kalan su ürünlerini yemek, tahrîmen mekruhtur. 

 

Biz bugüne kadar bunları yememiş olan Hanefîlere yine mezheplerinin içtihâdına uymalarını ve yememelerini tavsiye ederiz. 

 

Fakat diğer mezheplerin yaşadığı yerlerde yaşamış, onlarla kaynaşmış bu sebeple de yediklerinde, içtiklerinde onlara uyum sağlamış kardeşlerimiz vardır. Onlar bu mezhepleri taklîden yemeye başlamışlardır, onlara da; 

 

“–Niye yiyorsunuz?” demeyiz. 

 

Çünkü bunlar ihtilâflı konular olduğu için binâenaleyh bu ihtilâflı konularda herhangi bir görüşle amel eden kardeşlerimizin o görüşle amel etmesinin önünün açık olduğunu ifade etmemiz gerekir.

 

Bilhassa yukarıda vurguladığımız gıdâ bulma ve açlıkla mücadele meselesinden dolayı, mezhepler arasındaki bu genişliğin varlığı mühimdir. 

 

Zaman zaman midyelerde denizin kirinin ve ağır metallerinin biriktiği, bu sebeple yenmemesi gerektiği şeklinde bilgiler duyuyoruz. Sağlığa zararlı olan bir şeyin yenilmesi, umumî bir hüküm olarak elbette câiz değildir. Ancak bu; yukarıda bahsi geçen hükümle değil, denizin kiri vs. ile alâkalıdır. 

 

Cenâb-ı Hak, helâl ve temiz rızıkla beslenmemizi ve râzı olduğu şekilde yaşamamızı nasip buyursun. Âmîn…