KUR’ÂN EDEP TÂLİMİDİR…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Her dem insanoğlu için elzem olan edep gerçeği, içinde bulunduğumuz teknik çağda gittikçe ehemmiyetini yitirirken ulu orta hortlayan bir modern câhiliyye sebebiyle daha mühim bir hâle gelmiştir. Edebe olan ihtiyaç, artık bütün devirlerden daha fazla. 

 

Dün;

 

Câhiliyyet devrini saâdet asrına dönüştüren İslâm, bu büyük muvaffakıyeti, hiç şüphesiz ki yüce bir ahlâk ve mükemmel bir edep dairesi içinde gerçekleştirmişti. 

 

Bu çerçevede;

 

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta’, Hüsnü’l-Huluk, 8) buyuran Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce ahlâkını bizzat Cenâb-ı Hak tescil buyurdu:

 

(Ey Rasûlüm) Hiç şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)

 

Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle anlatmakta:

 

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha utangaçtı. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde bunu yüzüne bakınca anlardık.” (Buhârî, Menâkıb, 23, Edeb, 72, 77; Müslim, Fezâil, 67. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 17)

 

Hazret-i Âişe Annemiz de şöyle özetlemekte:

 

“O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.” (Müslim, Müsâfirîn, 139)

 

Zira Kur’ân, baştan sona edep tâlimidir. Tevhid üzere dosdoğru îmânın yegâne usûl ve edebi Kur’ân’dır. Hazret-i Peygamber’in muhteşem yaşayışının ve üsve-i hasene / emsalsiz örnek şahsiyet olarak tezâhür etmesinin bütün mayası ve edebi, yine Kur’ân’dır.

 

Bu edep;

 

Gerek kullukta, gerek muâmelâtta, gerek hukukta bütün emirler, nehiyler ve ilâhî formüllerin tamamıdır. Çünkü bunlar, insanların hem kendi aralarında hem de Allâh’a karşı olması gereken edeplerden, usûllerden, ahlâklardan, güzelliklerden, iyiliklerden ve fazîletlerden ibarettir.

 

Hangi âyete bakılsa bu hakikat vardır. 

 

Meselâ Cuma günleri hutbenin en sonunda okunan şu âyet-i kerîme ne kadar mânidardır:

 

اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَٓائِ۬ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ 

 

“Muhakkak ki Allah; 

 

Adâleti, 

 

İhsânı / iyiliği, 

 

Akrabaya yardım etmeyi emreder! 

 

O; 

 

Çirkin işleri, 

 

Fenalık ve azgınlığı da yasaklar. 

 

O; 

 

Düşünüp tutasınız diye 

 

Size öğüt veriyor.” (en-Nahl, 90) 

 

Câlib-i dikkattir:

 

Emirlerin başında adâlet var, sonra ihsan / iyilik, sonra akrabaya yardım

 

Yasakların başında da önce çirkin işler var. Yani insanın güzelliğini yok eden ve onun şahsiyetini çirkinleştiren tüm kötü şeyler, kötü fikirler ve kötü davranışlar, edepsizlikler; zinâ, fuhuş, yalan, iftira, fâiz ve diğer günahlar. Sonra fenalık ve azgınlıklar.

 

Zira bunlar;

 

Kişilerin de toplumların da yükseliş ve çöküşlerinin temel sebeplerindendir. 

 

Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- nakleder:

 

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize yönelerek şöyle buyurdu:

 

«Ey muhâcirler cemaati! Beş şey vardır ki onlarla imtihan olacağınız zaman onların sizi (hayatta iken) yakalamasından Allâh’a sığınırım. Onlar şunlardır:

 

1) Bir milletin içinde zinâfuhuş ortaya çıkıp nihayet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlaka aralarında vebâ salgını ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde görülmeyen başka hastalıklar yayılır.

 

2) Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet, mutlaka kıtlık (bereketin kalkması), geçim sıkıntısı ve sultanın zulmüne uğrar.

 

3) Mallarının zekâtını vermekten kaçınan her millet, mutlaka yağmurdan mahrum bırakılır (kuraklıkla cezalandırılır. Hattâ) hayvanları olmasa onlara hiç yağmur yağdırılmaz.

 

4) Allâh’ın ahdini (emirlerini) ve Rasûlü’nün sünnetini terk eden her milletin başına mutlaka Allah kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindekilerden bir kısmını alır.

 

5) İmamları (idarecileri) Allâh’ın Kitâbı ile amel etmeyip Allâh’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe, Allah onların hesabını kendi aralarında görür, (Allah onları kendi aralarında savaştırır; fitne, fesat ve anarşi belâsına mâruz kalırlar.)»” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623) 

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu îkazlarına da kulak vermeli:

 

“Sizin hakkınızda; 

 

En çok korktuğum şeylerden biri, 

 

Mideleriniz ve iffetleriniz hususunda sizi azgınlığa sürükleyen şiddetli arzular, 

 

Diğeri de hevâ ve hevesinizin sizi dalâlete düşürmesidir.” (Ahmed, IV, 420, 423; Heysemî, I, 188; Ebû Nuaym, Hilye, II, 32)

 

“Şunlar kıyâmet alâmetlerindendir:

 

-İlmin kaldırılması, 

 

-Cehlin kökleşmesi, 

 

-İçkinin içilmesi ve 

 

-Zinânın çoğalması…” (Buhârî, İlim, 21)

 

Kezâ kıyâmetin; “merkepler gibi herkesin gözü önünde zinâ etmek isteyen” (Müslim, Fiten, 110) kimseler üzerine kopacağının beyân edilmesi de ayrıca bir îkazdır. 

 

Bu gerçeğin ne kadar dehşetli tahakkuk edeceğini, insanlık tarihinde âdeta kıyâmet gibi yaşanan kahır tecellîleri de açıkça tezâhür ettirmiştir. Mâlûm o kahır tecellîleri, en berbat çirkinliklerin ve hayâsızlıkların arttığı demlerde ne kadar korkunç bir şekilde vukû buldu.

 

Hazret-i Lût, edebi iflâs etmiş olan kavmini;

 

“–Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı / o çirkin işi mi yapıyorsunuz?”  (en-Neml, 54diye yıllarca îkaz etmişti.

 

“Kavminin cevabı ise, ancak şöyle demek oldu: 

 

–Lût’un ailesini memleketinizden çıkarın! 

 

–Çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış!”  (en-Neml, 56)

 

Bunun üzerine Hazret-i Lût şöyle duâ etti:

 

“–Şu fesatçılar gürûhuna karşı bana yardım eyle ey Rabbim!” (el-Ankebût, 30)

 

Sonra hepsi de şiddetli bir ilâhî gazap ile kahroldu.

 

Bu hakikatler;

 

Yerli yerince muhasebe edildiğinde bizler için şuurlandırıcı ve idraklerimizi de gönüllerimizi de takvâya yönlendiricidir. Âyet ve hadislerdeki tembih ve îkazların asıl maksadı da zaten onlar vesilesiyle Allah korkusuna sarılmak, takvâya bürünmek ve muhtevâsında mevcut olan edep tâlimini şiâr ve ahlâk edinmektir.

 

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatır: 

 

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;

 

«–İnsanları cennete en fazla götürecek şey nedir?» diye soruldu. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

«–Allâh’a saygı / takvâ ve güzel ahlâktır.» buyurdu.

 

«İnsanları cehenneme en fazla götürecek şey nedir?» diye sorulunca da;

 

«–Ağız ve cinsî organdır.» buyurdu.” (Tirmizî, Birr, 62. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 29)

 

Bu bakımdan;

 

Îmânın bir yönü de hayâ sahibi olmayı gerektirir. Öyle ki;

 

اَلْحَيَاءُ مِنَ الْا۪يمَانِ

 

Hayâ, îmandandır.” (Buhârî, Edeb, 77, Îmân, 16; Müslim, Îmân, 57-59) buyurulmuştur.

 

Çünkü; 

 

Hayâ, utanma hissi ve edepîman ve ahlâkı doğru ve müstakîm olarak yaşamayı temin eden en temel özelliklerdir. İnsanlık haysiyeti, bunlarla kāimdir. Emir ve nehiylere riâyet, bunlarla kāimdir. Takvâyı korumak bunlarla kāimdir. Toplumların ayakta kalması bunlarla kāimdir.

 

Şayet bunlar devreden çıkarsa, tüm fazîletler, karakterler dibe vurur. Eğer hayâ ve utanma hisleri yok olursa, o vakit insanoğlu insanlığına vedâ etmiş olur. Bu sebeple kıyâmetin dehşete düşüren menfî alâmetleri arasında edep ve hayânın iflâsı bilhassa zikredilmiştir.

 

Maalesef;

 

Modern câhiliyye bu iflâsı, en büyük kazanç olarak görüyor. Oysa, îmandan bir hakikat olan hayâ ve utanma hissinin iflâsı, îmanların ve insanların iflâsıdır. Bu bir ebediyet felâketidir ve sonsuz bir hüsrana yuvarlanıştır. Bu hüsrandan hem bizlerin hem evlâtlarımızın muhafazası için hayâ ve utanma hissini, edebi ve güzel ahlâkı gönüllerde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nümûne hayatıyla yeşertmek, şu âhirzamanda en büyük cihaddır.

 

Bu mevzuda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hassâsiyeti bambaşkadır:

 

Medineli bir müslüman, utangaç bir kardeşine bu huyunu terk etmesini söylüyordu. Yanından geçmekte olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  şöyle buyurdu:

 

“Onu kendi haline bırak; zira hayâ îmandandır.” (Buhârî, Îmân, 16, Edeb, 77; Müslim, Îmân, 57-59. Ayrıca bkz. Tirmizî, Îmân, 7; Nesâî, Îmân, 27; İbn-i Mâce, Mukaddime, 9, Zühd, 17)

 

Kimileri utanma ve çekinme duygusunu bırakmayı «gözü açıldı, özgüveni yerine geldi» olarak değerlendirir ki, son derecede yanlıştır, aldanıştır. Çünkü edep ve hayâyı terk ederek gaflet etmeye ve günahlar işlemeye karşı cesaret kazanmak, asla göz açılması ve özgüven değil, bilâkis akl-ı selîm ve kalb-i selîmin körelmesi ve güvenilmez bir hâle gelmesidir. Hâlbuki asıl mesele ve bunca eğitimden maksat, her bakımdan güvenilir bir hâle gelmektir. Asıl göz açıklığı da, edep ve hayâ ehli olup günahları değil Hak katındaki sevapları fark ederek onlara koşturmaktır. Asıl cesaret de, şeytanın engellerine, nefsin çengellerine ve nice sarp yokuşlara rağmen merhamet, adâlet, iyilik, infak, yardım etmek, yetimleri gözetmek ve muhtaçları doyurmaktır. Îman ve amel-i sâlihlere sarılmaktır. Kısacası;

 

Ebedî hayırları kazanmaktır.

 

Ebedî hayırlar da, İslâm’a ve bize yabancı ve düşman bir dünyanın cilâlı cümlelerinde değil, iki dünyada da yegâne dost ve şefâatçimiz olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu ifadelerinde meknuzdur:

 

Hayâ, ancak hayır kazandırır.” (Buhârî, Edeb, 77; Müslim, Îmân, 60)

 

Hayânın hepsi hayırdır.” (Müslim, Îmân, 61)

 

“Îman yetmiş (veya altmış) kadar daldan ibarettir. Bunların en yükseği لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰه demek, en aşağısı da insana zarar veren şeyleri yoldan kaldırmaktır. Utanmak da îmânın dallarından biridir.” (Buhârî, Îmân, 3; Müslim, Îmân, 58. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 14; Tirmizî, Birr, 80; Nesâî, Îmân, 16; İbn-i Mâce, Mukaddime, 9)

 

(Biliniz ki);

 

İyilikgüzel ahlâktan ibarettir. 

 

Günah ise, kalbini tırmalayıp durduğu hâlde insanların bilmesini istemediğin şeydir.” (Müslim, Birr, 14, 15. Ayrıca bkz. Tirmizî, Zühd, 52)

 

(Biliniz ki);

 

Kıyâmet gününde mü’min kulun terazisinde; 

 

Güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. 

 

Allah Teâlâ;

 

Çirkin hareketler yapan, 

 

Çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 61)

 

(Biliniz ki);

 

Bir mü’min, 

 

Güzel ahlâkı sayesinde, 

 

Gündüz oruç tutup gece namaz kılan kimselerin derecesine ulaşır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 7. Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr, 62)

 

(Biliniz ki);

 

Bir işte çirkinlik bulunması onu lekeler; 

 

Bir işte hayâ duygusunun bulunması ise onu süsler.” (Tirmizî, Birr, 47. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 17)

 

Bunlardan ilhamla Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri der ki: 

 

“Hayâ, Mevlâ’nın sayısız nimetlerini görme ve bu nimetler karşısında ne kadar kusurlu olduğunu fark etme hâlidir.”

 

Zira;

 

İnsanoğlu sahip olduğu nimetleri görmüyor ve onların veriliş hikmetini ve mes’ûliyetini bilmiyorsa, âdeta hiç aklı olmayan, ileri seviyede tımarhânelik bir zengine benzer. Mâlûm, ileri seviyede tımarhânelik bir akıl hastası, ne kendini bilir, ne zenginliğini. Bu durumda sahip olduğu imkânlardan maalesef kendisi değil ancak etrafındaki fırsatçılar ve hırsızlar faydalanır.

 

Edep ve hayâ ehli olmayan gafillerin de bu dünyada mazhar oldukları nimetler, fırsatlar ve imkânlarla alâkalı durumları da aynen böyledir, hattâ daha kötüdür. Çünkü onların ahmaklığı, kendilerini ebedî zenginliklere, rahmetlere ve cennetlere kör eyler de onları önce şu fânî dünyanın«Oh be, hayat işte bu!» alkışları ve aldanışlarına sürükler, sonra da sonsuz bir azâba dûçâr edip; «Eyvah nasıl da aldanmışım!» şokuyla nâr-ı cehennemin alevli girdaplarına mahkûm eder.

 

Ölmeden önce uyandırmak için Hazret-i Mevlânâ, yanık yanık seslenmektedir:

 

“Ey fânî!

 

Ey günahlarla kirlenmiş kişi! 

 

Şimdi sen de insaf et; zulümle, günahla, kötülükle, küfür ve kinle dolu olan amel defteri sağ taraftan verilebilir mi?

 

Kâfire; «–Şu gökleri, şu halkı ve cihânı kim yarattı?» diye sorsan,

 

Der ki: «–Allah yarattı; yaratmak Allâh’a lâyıktır, O’na mahsustur!»

 

Fakat onun küfrü, günahları, o haddi aşmış sitemi bu çeşit ikrârına lâyık mıdır?

 

O kötü, çirkin hareketler, günahlar, kusurlu işler bu çeşit doğru ikrarla nasıl bağdaşır?

 

Yaptığı işi sözünü yalanlamakta, bu sûretle de o korku azâbına lâyık olmaktadır!

 

Mahşer günü her gizli şey meydana çıkar, her suçlu kendiliğinden rezil olur.

 

El ayak dile gelir, Allâh’ın huzûrunda, onun kötülüklerine şahâdet eder.

 

El; «–Ben, şöyle çaldım!» der. Dudak; «–Ben, onun bunun ayıplarını şöyle sordum soruşturdum!» der.

 

Ayak; «–Ben, şehvete doğru koştum!» der. Edep yeri; «–Ben, zinâ ettim!» diye söylenir.

 

Göz; «–Ben, harama baktım!» der. Kulak ise; «–Ben, çok kötü sözler dinledim!» der.

 

Böylece insan, baştan ayağa kadar yalan kesilir; çünkü, kendi uzuvları onu yalanlar, bütün yalanlarını meydana çıkarır.

 

Şu hâlde; 

 

Öyle hareket et, öyle işler yap ki, o hareketin, o işlerin; «–Dilsiz, dudaksız şahâdet ederim!» demenin ta kendisi olsun.

 

Böyle hareket et de, ey oğul, bütün bedenin, bütün uzuvların faydada, zararda sana şâhitlik etsinler.

 

An bu an, fırsatı kaçırma;

 

Ömür defterini kararttınsa, önce yaptıklarına tevbe et!

 

Ömrün geçti, yıprandı ise, soldu ise, şu anda kökü ihmal etme; kök susuz kaldı ise, onu hemen tevbe suyu ile sula!

 

Ömrünün ağacının köküne âb-ı hayat dök de yeşersin.

 

Geçmişte yaptığın bütün kötülükler, bu tevbe ile iyileşir, güzelleşir. Geçen seneki zehir, bu yüzden şeker kesilir.

 

Cenâb-ı Hak, günahlarını ve bütün geçmiş zamanlarda işlediğin kötülükleri iyiliğe çevirir, yaptıkların ibâdet olur!”

 

Bu meyanda; 

 

Bütün bir ömrü kuşatması gereken en güzel edep, Cenâb-ı Hakk’ın şu buyruğudur:

 

“(Ey Rasûlüm!) 

 

Sana vahyedilen Kitâb’ı oku ve 

 

Namazı da dosdoğru kıl! 

 

Çünkü hakkıyla namaz, 

 

Hayâsızlıktan / çirkin işlerden ve kötülükten alıkoyar. 

 

Allâh’ı anmak, elbette en büyük ibâdettir. 

 

Allah yaptıklarınızı biliyor. (el-Ankebût, 45)

 

Allah Rasûlü’nün hayatı, bu fermân-ı ilâhîyi yaşamakla geçmiştir. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ravza-i Mutahhara’sında her şeyden önce Kur’ânı okumak ve okutmak ile meşgul oldu. Namazı dosdoğru kılmak ve kıldırmak ile meşgul oldu. En büyük ibâdet ile, zikrullah ile meşgul oldu.

 

Bir defasında;

 

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mescid-i Nebevî’de oturmuş, sahâbîler de onun etrafını almıştı. 

 

Karşıdan üç kişi çıkageldi. 

 

İkisi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e doğru yöneldi, diğeri gitti. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelenlerden biri cemaatin arasında bir boşluk görüp oraya oturdu. Öteki ise cemaatin arkasına gidip oturdu. Üçüncü adam da çekip gitti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sözünü bitirince (bunlar hakkında) şöyle buyurdu: 

 

“Size; 

 

Şu üç kişinin durumunu haber vereyim mi? 

 

–Onlardan biri Allâh’a sığındı, Allah da onu barındırdı. 

 

Diğeri (insanları rahatsız etmekten) utandı, Allah da ondan hayâ etti. 

 

Ötekine gelince, o (bu meclisten) yüz çevirdi, Allah da ondan yüz çevirdi.”  (Buhârî, İlim, 8, Salât, 84; Müslim, Selâm, 10. Ayrıca bkz. Tirmizî, İsti’zân, 29)

 

Hazret-i Mevlânâ yüz çeviren gafillerin vaziyeti dolayısıyla der ki:

 

“Ey gafil!

 

Ey kendisinin güzel ve üstün olduğunu sanan! 

 

Sevgili olmaktan vazgeç de âşık ol! Yani gerçek sevgiliye kavuşmak istiyorsan, insanlar arasında sevilmeyi, makbul olmayı bırak da âşık ol, ebedî sürecek sevgiyi ve sevgiliyi ara!

 

Bilmez misin, hayvan otla ve samanla semirir. İnsan ise izzet ve şerefle semirir.

 

İnsan yüceliğini duyup, işitmekle, şerefini anlamakla gelişir. Hayvan, yiyip içmekle semirir.

 

Ne yazık ki insanlar, bir şekle, bir sûrete gönül verirler. Sonunda usanırlar, pişman olurlar, o şekilden, o sûretten vazgeçerler, nefret ederler.

 

Böylece kapı kıran, duvar delen, adam öldüren, edepsizlik eden kişi de acılığa düştü, cezaya çarpıldı mı, evvelce duyduğu zevkten, istekten nefret eder. Yaptığına pişman olur.

 

Pervâneler gibi tevbe eder ama, unutkanlık onları yine kötülüğe çeker, götürür.

 

O günahkâr, pervâne gibi, ateşi uzaktan nur sanır da, yükünü bağlar, o tarafa koşar.

 

Gelip de aleve düşünce kanadı yanar. Kaçar ama, yine çocuklar gibi kendini ateşe atar.

 

Bir kere daha zanna, tamaha düşer, kendini o mumun alevine atıverir.

 

Bir kere daha yanar ve geri sıçrar. Fakat gönlündeki hırs, onu yine unutkanlığa düşürür, sarhoş eder.

 

Pervâne, muma der ki: –Ey karanlık geceleri aydınlatan, ay gibi yüzü parlak olan, ey kendisi ile konuşana yalan söyleyen ve kendisini aldatanı yakan mum!

 

Fakat yandığı hâlde, yine sızlanması, tevbesi, pişmanlığı aklından hatırından çıkar. Çünkü Allah, yalancıların hilesini zayıf bir hâle getirir, bozar.

 

Unutma ki kötü nefis, yırtıcı bir kurttur! Sen, aklını başına al da, kendini ondan / nefsinden koru! Ne diye her yakın dosta, her arkadaşa bahane bulursun, onları suçlarsın?

 

Sapıklıkta, yüz kel kişiye bile külâh bulunur; ayıplar örtülür, kellik gösterilmez! Bunun gibi çirkin, hilekâr, hakikatten habersiz, îmansız olan nefis de, mânevî kirlilikleri, hastalıkları gizlemektedir!

 

Nefis, her kele külâh bulur, giydirir! Bu sebeple, ey Allâh’ın fakir kulu; sana diyorum ki: «–Kendine güvenip de sakın tasmayı nefis köpeğinin boynundan çıkarma!»

 

Bu nefis köpeği terbiye edilse, hattâ terbiyeli bile olsa, yine de köpektir! «Ne mutludur nefsini aşağı gören kişi!» hükmüne uy, nefsini alçalt! Çünkü o, çok kötü huyludur!

 

Unutma;

 

İşin başı TAKVÂDIR, Allah’tan korkmaktır. Din de doğruluktadır. Her iki dünyada da kurtuluş ancak bunlarla olur.”

 

Unutmamalı ki;

 

Cennet yurdu, ancak ehl-i takvâ içindir.

 

Takvâ ki;

 

Cenâb-ı Hakk’ın ehl-i îmâna en çok emrettiği bir gönül kıvâmı, muhabbetullah ile mârifetullah aynası ve kulların bütün ibâdet ve hâllerinin hak katında kabul mührünün farzıdır, şartıdır, aşkıdır, coşkusudur, vecdidir, şevkidir, şiârıdır, mîyârıdır. Yani îman, ibâdet ve ahlâkın en vazgeçilmez libâsıdır. Cenâb-ı Hak buyurur:

 

“Ey Âdem oğulları! 

 

Size,

 

Ayıp yerlerinizi örtecek giysi, 

 

Süslenecek elbise yarattık:

 

–TAKVÂ ELBİSESİ, 

 

İşte o,

 

Daha hayırlıdır.” (el-A‘râf, 26)

 

Burada takvânın elbise olarak ifadesi;

 

Hem Allah korkusu hem de Allah aşkı ile yoğrulup da edep ve hayâ sahibi olmayı vurgular. Takvâ üzere edep ve hayâ, maddî ve mânevî her türlü ayıptan, her türlü çirkinlikten, fenalıktan kendini muhafaza etmek ve örtülmesi gereken yerleri hakkıyla örtmektir. Edep ve hayâyı yaşatan bu örtü, hem şekli hem rûhu koruyan bir mâhiyet olduğundan dolayı takvâ elbisesi denilmiştir. Yani âyetteki ölçü, edep ve hayâya binâen cisme ve câna giyinilen elbisenin, ancak takvâ olmasıdır ki, ilâhî beyan, bunun en hayırlı olduğunu açıkça ifade eder.

 

Dolayısıyla;

 

Takvâ elbisesi hem vücuda, hem kalbe giydirilmesi gerekli elzem bir elbisedir. Bu elbisenin yüce Allâh’ın istediği utanma ve hayâ ölçülerine göre giyilmesi ve bunun takvâ ile gerçekleştirilmesi, en hayırlı bir edeptir.

 

İnsanı her türlü kötülük ve çirkin işlerden koruyan bir hakikattir bu. Zaten Allâh’ın emir ve yasaklarının temel yaklaşımı, kulun günah girdabına düşmeden önce o tehlikeden korunması yönündedir.

 

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

 

“Zinâya YAKLAŞMAYIN! 

 

Zira o, bir hayâsızlıktır / son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.” (el-İsrâ, 32)

 

(Hayâyı yok eden zinâ ve benzeri) çirkinliklerin ve kötülüklerin, açığına da gizlisine de YAKLAŞMAYIN!” (el-En’âm151)

 

“Ey îmân edenler! 

 

ŞEYTANIN ADIMLARINI TAKİP ETMEYİN / izinden yürümeyin / peşinden gitmeyin!

 

–Kim şeytanın adımlarını takip ederse, 

 

–Bilsin ki, o /mel’un şeytan, ancak hayâsızlığı / edepsizliği / yüz kızartıcı suçları ve kötülüğü emreder. 

 

Eğer Allâh’ın size lutfu ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. 

 

Fakat Allah; 

 

Dilediğini arındırır / tertemiz kılar. 

 

Allah; 

 

Hakkıyla işitendir, 

 

Hakkıyla bilendir.” (en-Nûr, 21)

 

Burada;

 

–Şeytanın adımlarını takip etmeyin, ifadesinin tahlil penceresinde âdeta şu tefekkür zâhir olmakta:

 

–Şeytanın neler yaptığı ortada. Âdem’le düşmanlığı ve bu yüzden Allâh’a karşı nasıl bir isyana düştüğü, kibre kapıldığı, Hakk’ı itham ederek aymaz bir inatla kötülükten kötülüğe bulaştığı, günahtan günaha sürüklendiği, isyandan isyana cirit attığı ve arsızlaştığı ortada. Hakikate karşı alınganlık, şiddetli öfke, saldırganlık, uydurma şüpheler, hadsizleştiren ve câhilleştiren bir sorgulama, saptırmacı bir mantık ve zulüm dolu kıyaslar sebebiyle hasetler içinde tüm fazîletlerini nasıl yakıp da lânetli bir bedbaht olduğu ortada. Dinmez bir intikam ve öç hırsıyla insanları azdırmak için nice hileler ve desîseler çevirdiği ortada. Nasıl bir hayâsız ve edepsiz kesildiği ortada. Üstelik bu hayâsızlığı, edepsizliği ve çirkin işleri nasıl da süsleyip püsleyip insanlara güzel gösterdiği ve nasıl rezil-rüsvay ettiği ortada. Hâsılı nasıl bir mel’un olduğu ortada.

 

İşte bu sebeple;

 

–Ey ahsen-i takvîm olarak yarattığım kullarım! Sakın sizin o amansız düşmanınıza av olmayın! 

 

–Sakın sizi de mahvedecek aynı yanlışlara kapılmayın!

 

–Düştüğü isyana düşmeyin!

 

–Kapıldığı kibre kapılmayın!

 

–Ettiği ithamları etmeyin!

 

–Bulaştığı kötülüklere bulaşmayın!

 

–Sürüklendiği günahlara sürüklenmeyin!

 

–Onun gibi arsızlaşmayın!

 

–Hakikate karşı alınganlık, öfke, saldırganlık, uydurma şüpheler, sapık mantıklar ve zulümcü kıyaslar yapmayın!

 

–Sizi hadsizleştiren ve câhilleştiren bir sorgulayıcı kesilmeyin! Ezelden ebede Sübhân olan Kusursuz Kudreti değil, her yerinden kusur akan nefsinizi ve kötülükleri sorgulayın!

 

–Haset ateşinde fazîletlerinizi yakmayın!

 

–Lânetli bir bedbaht olmayın!

 

–İntikam ve hırsa kapılıp insanları azdırmayın!

 

–Yanlışları doğru göstermek için hile ve desîseler çevirmeyin!

 

–Hayâsız ve edepsiz kesilmeyin!

 

–Çirkin işleri süsleyip püsleyip de güzel göstermeyin!

 

–Kendinizi de başkalarını da rezil ve rüsvay etmeyin!

 

Bir de;

 

–O iblisin, dışı sevimli fakat içi nefret dolu düşmanlığını dostluk zannetmeyin!

 

–O şeytanın tuzaklarını kucak zannetmeyin!

 

–Onun sizi düşüreceği sonsuz belâyı ve felâketi, saâdet zannetmeyin!

 

–Onun sizi yuvarlayacağı sakatlık, ebedî hüsran ve azap cehennemini, asla huzurlu bir rahatlık, gel keyfim gel bir seyran ve zevk cenneti zannetmeyin!

 

Hâsılı;

 

–Allah katından kovulan bir mel’un olmayın!

 

Unutmayın:

 

“O (şeytan) size ancak; 

 

Kötülüğü, 

 

Hayâsızlığı / çirkini ve 

 

Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. (el-Bakara, 169)

 

Unutmayın:

 

“Ehl-i îmân arasında; 

 

–Hayâsızlığın / çirkin şeylerin yayılmasını arzu eden kimseler var ya; 

 

–Onlar için dünya ve âhirette elem dolu bir azap vardır. 

 

Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (en-Nûr, 19)

 

Unutmayın:

 

“Şayet;

 

Allâh’ın lutfu ve rahmeti, 

 

Sizin üzerinize olmasaydı ve 

 

Allah çok esirgeyici ve çok merhametli olmasaydı, 

 

Hâliniz nice olurdu?”  (en-Nûr, 20)

 

Unutmayın:

 

(Amelleri güzel olanlar, iyilik edenler, işte), 

 

Onlar; 

 

Ufak tefek kusurları dışında, 

 

Büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan, edepsizliklerden, çirkin işlerden uzak duran kimselerdir. 

 

–Şüphesiz Rabbin, engin bir bağışlayıcıdır.

 

–Sizi en iyi bilen O’dur; 

 

Zira sizi topraktan yarattı ve 

 

(Bir vakitler) siz analarınızın karnında ceninler (idiniz),

 

Hulâsa (her hâliniz Allâh’a mâlûm olduğu hâlde);

 

–Kendinizi temize çıkarmayın / kendinizi kusursuz görmeyin / tevbeye sarılın / kendi kendinizi ehl-i takvâ addetmeyin!

 

–Kimin takvâlı olduğunu en iyi bilen O’dur.” (en-Necm, 32)

 

Unutmayın:

 

Böyledir:

 

Hiç şüphesiz ki Allah;

 

Bir toplum / bir millet, kendilerinde bulunanları (fazîletleri, iyilikleri, güzellikleri, yüce ahlâkları, üstün edepleri ve meziyetleri) değiştirmedikçe, 

 

Onlara verdiği bir nimeti değiştirmez.

 

Hiç şüphesiz ki Allah;

 

(Her şeyi) hakkıyla işitendir, 

 

(Neyin ne olduğunu) hakkıyla bilendir.” (el-Enfâl, 53)

 

O hâlde;

 

Âhirzamanda her ehl-i îmânın üzerine düşen elzem vazife, İslâm ahlâkı ile müzeyyen olmak. İslâm edebiyle müeddep nesiller yetiştirmek. Kur’ân terbiyesinde hayâ sahibi gönüller hâline gelmek.

 

Kurtuluşa eren mü’minlerin özellikleri arasında Allâh’ın belirttiği;

 

“Onlar ki, ırzlarını / iffetlerini korurlar.” (el-Mü’minûn, 5gerçeğini hakkıyla yaşamak.

 

Kız evlâtlarının eğitiminde;

 

“Irzını iffetle korumuş olan, İmran kızı Meryem…” (et-Tahrîm, 12övgüsünü vazgeçilmez bir gaye edinmek.

 

Erkek evlâtların eğitiminde;

 

“Efendi, iffetli, nefsine hâkim…” (Âl-i İmrân 39medhini vazgeçilmez bir ölçü edinmek.

 

Neticede;

 

İki dünyada müjdelere muhatap hâle gelebilmek; bütünüyle bir Kur’ân edebi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkıyla, aşkıyla, gayretiyle…

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmin!