Bir Pansuman: DEĞERLER EĞİTİMİ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

Alaca düşmüş gördüğümüze,

Sizde bir türlü bizde bir türlü.

 

Şairin dediği gibi, büyük ve köklü medeniyetimizin her şeyi kendine münhasırdır. Adları aynı gibi görünse de mahiyetleri arasında devâsâ farklar vardır. 

 

Bizde eğitim ve öğretim, tâlim ve terbiye; örgünüyle yaygınıyla, halkası, medresesi ve dergâhıyla her şeyiyle bambaşkadır. 

 

Tanzîmat’la önce mektep ikiliği oluşturup medreseyi üvey evlât yaptılar. Islāh-ı medârisi beşiğinde boğdular. Sonra tevhîd-i tedrisat deyip medreseyi kapatarak «birliği sağladılar». Sonra Tanzîmat’ta yapılanın tersine; medresenin yerini az buçuk dolduracak kurslar ve okullar açılmaya çalışıldı. Tıpkı dergâhların yerini STK’ların tam mânâsıyla dolduramaması gibi, bu pansumanlar da derde çare olamadı. 

 

Bu çare arayışlarından biri de Değerler Eğitimi… 

 

«Eğitim şart!» deyip yola koyulan idealist insanlar; hususî halkalarını, dış dünyanın kabul ve tensiplerine uydurabilmek için, bir özel okul levhasına heveslendiler. Birçok örneği olduğu üzere; bu özel okullar maalesef bir müddet sonra, çarkın dişlileri arasında öğütülüp gitti. 

 

“–Ne farkınız kaldı?” diye sorulduğunda da;

 

 “–Değerler Eğitimi veriyorum ya…” dediler. 

 

Amerikalı eğitimci ve eğitim idarecisi Ellwood P. Cubberley (ö. 1941) şöyle demiş:

 

“Okullarımız; bir açıdan, hammadde olan çocukları, işleyip hayatın çeşitli ihtiyaçlarını karşılayacak ürünlere dönüştüren fabrikalardır.” 

 

Söze bu iktibasla başlayan Doç. Dr. Ali Faruk YAYLACI, Değerler Eğitimi’ni değerlendirdiği makalesine şu başlığı koymuş: 

 

«Değerler Eğitimi ve Bir Fabrika Olarak Modern Okul»

 

Seküler, kapitalist, liberal kısaca global güçler yeni bir insan tipi inşâ ettiler. Bunu da yarı yarıya okul ve medya ile yaptılar. Biri örgün, diğeri yaygın olarak… 

 

Herkes bu yeni insan tipinden şikâyetçi. Tembelliğinden, nobranlığından, edepsizliğinden, kayıtsızlığından, zâlimliğinden, sebatsızlığından… 

 

Demek ki Değerler Eğitimi işe yaramıyor. Yahut yaradığı iş bu… 

 

Yaylacı’nın dediği gibi bu bir moda. Elbette endüstrinin merkezi olan Amerika’dan doğan bir moda. 1995’te ise bu sisteme bir büyük katkı bakın nereden geliyor:

 

Birleşmiş Milletler Teşkilâtının 50’nci yılı kutlamalarında Hindistan merkezli Brahma Kumaris adlı bir kuruluşun teklifiyle «Yaşayan Değerler Eğitimi» programı dünyanın birçok yerinde kullanılmaya başlanıyor. Türkiye de bu ülkelerden. 

 

Brahma, Hinduizm dîninin üç büyük tanrısından birinin adı. Kumari de, râhibe hayatı yaşayıp kendine tapınılan kadın… Brahma Kumarileri; zamanında Hindistan’ı karıştırıp sonra her ne hikmetse Londra’ya taşınan, bütün dünyada şubeleşen, ücretsiz yoga ve meditasyon dersleri veren, Hinduizm kökenli, artık onu da aşmış bir spiritüel eğitim programı… Sık sık fos çıkan kıyâmet tarihleri ileri sürmeleriyle meşhurlar. Wikipedia şöyle anlatıyor misyonlarını:

 

“Kuruluş; ırk, milliyet, din ve cinsiyet gibi bedenle alâkalı etiketlerin ötesine geçmeyi öğretir ve ruh bilinci adını verdiği şeye dayalı global bir kültür kurmayı hedefler.”

 

İşte böyle değerler, eğitime!.. 

 

Yaylacı’nın II. Değerler Eğitimi Kongresinde de sunduğu makalesinin girişini paylaşalım:

 

“UNICEF ve Brahma Kumaris World Spiritual Üniversitesi’nden eğitimcilerin danışmanlığında geliştirilen ve altmıştan fazla ülkede eğitimler gerçekleştiren Living Values Education adlı girişimin internet sayfasında bir değer ağacı yer almaktadır. Bu ağaçta hoşgörü, mutluluk, işbirliği, dürüstlük, saygı, birlik, barış ve sevgi gibi değerler ağacın dallarına serpiştirilmiştir. 

 

Benzer bir değer ağacı ise İstanbul Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün internet sayfasında yer almaktadır. Orada da mutluluk, dostluk, barış, hoşgörü, sevgi gibi değerler gösterilmiştir. 

 

İki ağaç, iki ayrı dünya, iki ayrı kültür, iki ayrı köken, iki ayrı serüven; büyük ölçüde birbiri ile aynı değerlerin aynı sembolleştirme ile ifade edilmesi oldukça dikkat çekicidir. Bu ne derece mümkün, mantıkî, makul ya da tutarlıdır? Aynı zamanda; «Bu ne derece meşrûdur?» gibi sorular, yeterince tartışılmamıştır. Neredeyse ülkelerin ve toplumların özgün kültürlerinden bağımsız bir değerler setine ilişkin temel bir inanışa dayalı genel geçer ve ortak bir değerler eğitimi şablonu küresel ölçekte yaygınlaşmaktadır.”

 

Biz böyle bir rolde Uzak Doğu dinlerinin kaptığı role temas etmek isteriz:

 

Alev ALATLI’nın tespit ettiği üzere, global bir dünya kültürü meydana getirilirken, New Age / Yeni Çağ cereyanlarında Uzak Doğu kültürlerinden bolca ilham alındı. 

 

Çevre ve hayvan hassâsiyeti, 

 

Bu çizgide katı veganlık… 

 

Yine bu çizgide minimalizm ve benzeri tarzda bekâr hayatı! 

 

Öfke kontrolü, başkasına saygı tarzında pasif bir ahlâk… 

 

Global (küresel) liberalizm; milliyetleri, dinleri ve örfleri aşındırmak ve herkesi bir potada eritmek istiyor. 

 

Dinleri, İslâm gibi bir hak dînin şemsiyesi altında yaşatan Abbâsî, Selçuklu, Bâbür ve Osmanlı tecrübeleri tarzında bir beraberliği gerçekleştiremeyeceği için; bu eritmeyi dinlerden kendine göre steril, zararsız unsurları seçip karıştırarak yapmaya çalışıyor. 

 

Yapılan çalışmalarda İngiltere’deki Değerler Eğitimi’nin en mühim hedeflerinden biri: Başka kültürlere saygı. (İmparatorluğun kalıntılarını ayakta tutabilmek için başka çareleri mi var?) Bu çizgide İngiliz bayrağını başka ülkelerin bayraklarıyla kaynaştıran bir resim yapan öğrenciye ödül veriliyor. Okullarda bütün dinlerin bayramları kutlanıyor. Yani çoğulculuk. Bu saygı duyulacak «başkası»nın muhtevâsına cinsî sapıklıkların da girdiğini söylemeye herhâlde gerek yok. İslâm’ın da meselâ kurbanına ne kadar saygı gösterilir? Orası da parantez arasında. 

 

Değerler Eğitimi eskiden, her ülkenin kendi tarihî birikiminden yükselen esaslar üzerinden yürütülüyordu. Hıristiyanlar kendi değerleriyle, müslümanlar kendi değerleriyle… Ama şimdi bir «global ve üniversel değerler sistemi»ne işi taşıyarak, ahlâkı da dinlerin elinden almaya çalışıyorlar, diyebiliriz. 

 

Böyle olunca; “Her ne kadar okulumuz tepeden tırnağa bir modernist yetiştirme fabrikası gibi görünse de, iyi tarafından bakın, bizde değerler eğitimi var!” sözü büsbütün mânâsını yitiriyor. Çünkü verilen değerlerin içini, kimin, nasıl doldurduğu bir muammâ… 

 

Yukarıda saydığımız çevre ve hayvan hassâsiyeti, gelişmekte olan ülkelere bir çelme olarak kullanılabiliyor. 

 

Fosil yakıtlarını çıkarma, bizden elektrik türbini al! 

 

Yetiştirdiğin hayvanlar gaz çıkarıyor, biz sana sun‘î et üretiriz! 

 

Kötü niyetli yaklaştığımı düşünebilirsiniz, fakat minimalizm bile insanları apartmanı bile mumla aratacak kafes hayatına doğru itmeye bir basamak olamaz mı? Bugün Çin ve Japonya’da böyle hayatlar yaşayanlar var. 1+1 tabirini ilk kez ne zaman duyduk? 

 

Pasif ahlâk ise aslında bir aldatmaca. Çünkü bu global ve üniversal değerleri kabullendirmek için ne kadar saldırgan davranabildiklerini biliyoruz. 

 

Fakat şahsî hayatlarda iyiliği emredip kötülüğü yasaklayabilen aktif / faal bir ahlâkı istemiyorlar. Bunun da değer olarak adı: Başka kültürlere saygı!.. 

 

Anne-babalar bile evlâtlarını inançları istikametinde şekillendiremesin, böyle yapmaya kalkarlarsa evlâdını «adâlet ve özgürlük» değerlerini korumak adına, ellerinden alıp homoseksüel bir ailenin korumasına verelim, diyebiliyorlar. 

 

Yani bu değerler bizim bildiğimiz değerler değil. 

 

İşte 12 temel değer:

 

İş birliği, özgürlük, mutluluk, dürüstlük, sevgi, alçakgönüllülük, barış, saygı, sorumluluk, sadelik, hoşgörü, birlik.

 

İş birliği hususunda İslâm’ın şartı: Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. İyilik ve takvâda yardımlaşın. 

 

Özgürlük, hürriyetin hudutları var. Hele bahsedilen nefsin hürriyeti ise, asıl onu tahdit edebilmek bir değerdir. Serbest bırakmak değil. Fakat asıl hürriyet, modernitenin her bucaktan saldıran kollarına karşı istiklâl içinde olabilmekte.

 

Hasma hayranlık esârettir oğul… 

Gayra benzersen eğer mağlûpsun… 

Benze Peygamber’e, ol Rabbine kul, 

Sana hayrân olup âlem koşsun!.. (Tâlî)

 

Mutluluk; iki cihan saâdeti mi, yoksa nefsânî haz mı? 

 

Dürüstlük; doğrucu davut şeklinde bir basîretsizlik ve patavatsızlık mı, yoksa bir peygamber sıfatı olan sıdk mı?

 

Sevgi, lâyıkına mı? Hak edene buğz etmemize mâni olan bir muhabbet yok bizim medeniyetimizde.

 

Alçakgönüllülük; global güçler karşısında zillete dönüşmeyen, vakar ve heybetle taçlanan bir tevâzu mu? 

 

Barış, teslim olmakla selâmeti yaymak arasındaki farkı bilir mi? İç huzur, itmi’nan mı yoksa vicdanı susturmak mı?

 

Sorumluluk, kime karşı? «Özgürlük» değeriyle arası nasıl? 

 

Sadelik; yukarıdaki ihtiyat payımızla, israftan ne kadar korur? Gayesi ne? Artırmak ama ne için? Yine Hindu inançlarında var olan, «kast»ına râzı etme tarzında bir sahte züht mü? 

 

Hoşgörü; Fetö’nün pespâye ettiği bu mefhum, belki en tehlikelisi. Tercihlere hoşgörü adı altında; kayıtsız, pasif bir; «bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın»cılık mı? Yoksa tasavvufun esas aldığı şekilde günaha buğzu mahfuz tutup, günahkâra ip uzatmak kabîlinden bir müsamaha mı? 

 

Birlik; kimin, neyin etrafında? 

 

Bir de Yaylacı’nın îkaz ettiği gibi, Değerler Eğitimi’nin özüne iyice eğilmeden, Kur’ân kıssalarından, Kutadgu bilig ve Yûnus Emre’ye her şeyin bu eğitim metodu için vasıtalaştırılması tehlikesi var. Bir zaman, Mevlânâ’nın Hümanist gösterilmeye çalışılması gibi. İslâmî Dayanışma Oyunları gibi!..

 

Şüphesiz, engellerle dolu bu yolda, her imkânı değerlendireceğiz. Lâik eğitim sistemi içinde, din dersini adâletsizlik sayan (!) yüksek mahkemelerin gölgesinde, her fırsatta kendi değerlerimizi anlatacağız. 

 

Mahir İZ; edebiyat dersi içinde, bütün İslâmî değerleri anlatmayı başarırmış. 

 

Bir idealist genç de; «Mekteplerde dîni ve Allâh’ı aslında en güzel şekilde din hocaları değil, fen hocaları anlatır.» diyordu. 

 

Ancak;

 

«İşleri şûrâ iledir.» buyurulmuyor mu?” diye demokrasiye; 

 

“İslâm’da ruhbanlık yoktur zaten…” diyerek, lâik ve sekülerliğe; 

 

“Ebû Zerr’e göre ihtiyaçtan fazlasını biriktirmek harammış!” diye komünizme; kolayca adapte ve entegre olmak nasıl yanlışsa, moderniteye ürün yetiştirme fabrikalarının spiritüel pansumanı olan Değerler Eğitimi’ni de ahlâk ve mâneviyat eğitimiyle, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesiyle bire bir aynı şey zannetmek doğru değildir.

 

 İslâm’ın idare ve iktisat sistemi nasıl kendine mahsus ve mükemmel ise, ahlâk eğitimi de öylece kendine münhasır ve ekmeldir. Hiçbir ittifaka muhtaç değildir.

 

Uzunca bir zamandır ahlâkı dinden tecrit edip, aklın himayesine, aslında nefsin koynuna koymaya çalışanlara karşı uyanık olmalıyız. 

 

Asâlet… Kelimelerde bile… 

 

Medeniyetimiz buna değer…