BİRBİRİNİ TAMAMLAYAN İHTİYAÇLAR ve EDEP

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Geçen ayki yazımızda; 

 

“Tesettür ne yazık ki ehemmiyetini hakkıyla kavrayamadığımız ve aktaramadığımız bir hüküm. Bu hükmün şimdiye kadar konuşulmamış hâlâ birçok yönü olduğunu, hâlâ hakkıyla anlaşılamadığını fark etmemiz gerekiyor. Meselenin biraz daha kökenine inelim…” diye bir girizgâh yapmıştık. Bu yazımızda da konuya başka bir açıdan bakalım istiyorum. 

 

İnsanın özelliklerine dikkatlice bakıldığı zaman, dünyadaki sâir canlılardan çok farklı hususiyetleri olduğu görülür. Sanki insandaki bütün özellikler, onun bir araya gelip aile ve cemiyet kurmasını teşvik eder mahiyettedir. 

 

Dünya üzerinde sayısız canlı türü vardır. Bunların büyük bir çoğunluğu yumurtalarını bir yere bırakır gider. Yumurtadan çıkan yavrulardan ne kadarı hayatta kalırsa, onlar nesli devam ettirir. Yavrularına en fazla bakan canlı türlerinde de sadece anneler, bir müddet yavrularını emzirir. Babaların yavruların bakımına destek olduğu canlılar, sadece bazı kuş türleridir. Onlar da sadece yavrulara bakılacak birkaç haftalık dönemde, aileleriyle bir araya gelirler. Yavrular yuvadan uçunca, herkes kendi yoluna gider. 

 

İnsanlarda ise aile kurup uzun bir zaman birlikte yaşama âdeti, dünyanın her yerindeki bütün topluluklarda görülür. Hâlâ avcılıkla geçinen, yarı aç yarı tok yaşayan, evleri barakadan veya çadırdan ibaret olan bir toplulukta bile nikâhsız bir hayat yoktur. En iptidâî hayat yaşayan topluluklarda bile, düğün merasimlerine hayli emek verilir. En güzel yemekler yapılır, kıyafetler giyilir, neşelenilir. Kabîleye bir aile daha eklenmesi hep birlikte kutlanır. 

 

Neden böyledir? 

 

İnsan; diğer mahlûkattan farklı olarak, sadece yavru yetiştirme müddetince bir araya gelmez. Aile olmak, insanı insan yapan özelliklerin kazanılmasında çok önemlidir. 

 

Bebek anne rahminde nasıl dış tesirlerden korunuyor, güven içinde büyüyüp gelişiyorsa; dünyaya geldikten sonra da anne kucağında, baba ocağında bir müddet daha korunur, yetiştirilir. Sadece maddî tehlikelerden değil, mânevî tehlikelerden de korunur. 

 

İnsan; aile ocağı sayesinde vahşîleşmekten korunur, insânî değerler kazanır. Dış âlemdeki mücadeleden uzak, muhafazalı aile atmosferinde, ahlâkî değerleri öğrenir. 

 

Ana diline boş yere ana dili denmemiştir, çocuk kendi ana dilini annesinden alır. Endülüs’te seçkin aileler, torunlarının annesi olacak gelini seçerken; din, dil ve ahlâk yönünden mükemmel yetişmiş olmasına çok dikkat ederlerdi. Meselâ bir genç kız hakkında; 

 

“Şu kadar sûre, bu kadar hadîs-i şerif ve şu şairlerin hikmetli beyitlerini ezbere bilir.” deniyorsa o, ailelerin rağbet ettiği bir gelin namzediydi. 

 

Dil, kültürü taşımakta çok mühimdir. İnsan, dilinin altında gizlidir. Bir milletin dilini öğrenirken; atasözlerini, deyimlerini, kalıp ifadelerini de öğrenmiş olursunuz. Bu da onların ehemmiyet verdikleri şeyler hakkında ipucu verir. 

 

Aile hem konuşmalarıyla hem günlük hayat tarzlarıyla çocuğun zihin âlemine mânevî olarak besleneceği bir atmosfer sağlar. Zamanımızda çocuk yetiştirme üzerine; psikoloji, pedagoji kitapları yazılmaktadır. Aslında çocuk yetiştirmek, yapmacık bir şekilde yapılan belli birkaç hareketle başarılabilecek bir şey değildir. Çocuk eğitimi; günün her saatinde, her ânınızda, her hareketinizde sürekli yaptığınız bir şeydir. 

 

Evlât bir sünger gibi içinde yaşadığı atmosferi içine çeker. Çocuğa sabah-akşam; «Aileye bağlılık göstermek lâzım, büyüklere saygı göstermek lâzım.» deseniz, ama siz kendiniz aynısını yapmazsanız, sözlerinizin hiçbir tesiri olmaz. Bazı şeyler bizzat görerek, hattâ bir parçası olarak, bizzat hayata geçirerek öğrenilir. 

 

Çocuğun ahlâkî değerleri benimseyip alacağı aile ortamını sağlamakta en büyük vazife, o aileyi kuran ve ayakta tutan aile reisine aittir. Aile reisinin bu hususta alacağı ilk tedbir de ailesini emânet edeceği, çocuklarına annelik edecek hanımını seçmektir. 

 

Aile reisi, evinde güven ve huzuru sağlamak için, dışarıda hayli yorulup geleceği için, evi ve eşi onun için bir sükûnet kaynağı olmalıdır. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de dikkat edilirse gündüz ve gecenin birbiri ardına gelişine dikkat çeken birçok âyet-i kerîme vardır. Bunların birçok mânâsı vardır, onlar ayrı bir yazı konusu olabilir. Bir âyet-i kerimede;

 

(Karanlığı ile etrafı) bürüyüp örttüğü zaman geceye, açılıp ağardığı vakit gündüze, erkeği ve dişiyi yaratana yemin ederim ki işleriniz başka başkadır.” (el-Leyl, 1-4) buyurularak gecenin örtücü olmasına mukabil, gündüzün her şeyi açığa çıkarıcı olmasından bahsedildikten sonra, erkekler ile kadınların yaratılışının da böyle birbirine zıt oluşuna işaret edilir. 

 

Tesettür hükmüne gelecek olursak, işte tesettürün hikmeti bu farklı yaratılış sırrına tam bir uygunluk gösterir. 

 

Her şeyden önce tesettür bir şükürdür. Neyin şükrü olduğunu daha iyi anlatmak için müsaade ederseniz; «İlimde ayıp olmaz.» ruhsatına sığınacağım. 

 

Daha evvelki yazılarımızda da bahsettiğimiz gibi; insanın yaratılışındaki hususiyetler, hem mecburiyetler hem kabiliyetler onu bir arada yaşamaya yönlendiriyor. Ama elbette bir arada yaşamanın zorlukları da var. Bilhassa kadınlar, hayli emek isteyen insan evlâdına annelik ederken; evin geçimi, devletin ikāmesi, vatanın müdafaası gibi çok fedâkârlık isteyen vazifeler erkeklerin üzerine kalıyor. 

 

Erkek; ailesi için dış dünyada mücadele verip eve geldiğinde, kendisine zıt bir yapıda olan aile fertlerinin terbiyesiyle uğraşıp hayli yıpranırken, bunun bir mükâfâtı olmayacak mı? Bu beraberlik, sadece vazife duygusuyla, zoraki bir şekilde mi sürdürülecek? 

 

Allah Teâlâ, hem bir ikram hem de imtihan olarak insana diğer mahlûkattan farklı bir yaratılış vermiş. Çoğu canlılar, senenin bir mevsiminde neslin devamı için harekete geçerken, insanda farklı bir yapı var. 

 

Aslında bu bir bakıma da tezat gibi görünüyor. İnsan gibi âciz ve muhtaç olan ve mânevî birçok vazifeleri olan bir mahlûka bir de şehevî ihtiyaç yüklenmiş olması elbette işin imtihan boyutu. Ama bunda bir ikram yönü de var. Beraber yaşamayı, yardımlaşmayı; sırf muhtaçlık ve mecburiyet olmaktan çıkarıp, mutluluk vesilesi hâline getiriyor. Hiç şüphesiz bu şükredilmesi îcap eden bir nimet. 

 

Bu nimete en çok şükretmesi îcap eden de hanımlardır. Çünkü Allah Teâlâ; aslen zayıf olan ve annelik duygularını yaşarken desteğe muhtaç olan hanımları, erkeklerin güç ve imkânlarına muhtaç yaratmış. 

 

Buna mukabil, erkekler hanımlara hiç ihtiyaç duymasaydı, bu her iki taraf için de zor olurdu. Öyleyse bu nimete karşı, hanımların da şükretmesi gerekmez mi? 

 

Allah Teâlâ, insanoğluna böyle bir ihtiyacın verilmesinin hikmetini açıklarken çok güzel bir ifade kullanıyor: 

 

“Onlar sizin için elbisedir, siz onlar için elbisesiniz.” (el-Bakara, 187)

 

Burada dikkat çeken ifade, ihtiyacın karşılıklı olması. Farklı oranlarda olarak, erkek ve kadınlar; birbirinin yakınlığına, hizmetine, desteğine ve imkânlarına muhtaç yaratılmış. 

 

Malûm şükür, sadece dille; «Çok şükür!» demekle olmaz. Şükür, nimetin cinsinden olur. Yani nimeti Allâh’ın râzı olduğu şekilde değerlendirmek, sınırları aşmamak sûretiyle olmalıdır. İşte burada; tesettür, hayâ ve edep gibi kavramların mânâsını anlıyoruz.

 

Hem «şükredene nimetin artırılması» va‘dine de uygun olarak; hanımlar, Allâh’ın emirlerine uymakla, kendilerine iyilik yapmış olurlar. Evlerindeki huzurlu atmosferi, İslâm şehrinin bütün sokaklarına yaymış olurlar. Her yerde saygı, hürmet ve itibar görürler. 

 

Bugün bu teşhir furyası yüzünden, kadının düştüğü pespâye durumu anlamak için, sırf şarkıları karşılaştırmak bile yeter. Osmanlı devrinde veya Osmanlı edebinin henüz yok olmadığı dönemlerde yazılan şiirlere, şarkı sözlerine bakınız. Örtüler arkasında gizlendiği o devirde; kadın öyle esrarengizdir, öyle ulaşılamazdır ki, neredeyse lâyık olduğundan da fazla yüceltilir. Diller en fazla; kadının kaşından, kirpiğinden, zülfünün telinden bahseder. Ondan ötesi ayıptır, müstehcendir. 

 

Şimdiki hâle bakınız: Bazen marketlerde, ulaşım vasıtalarında çalan şarkı sözleri kulağımıza geliyor. Âdeta psikiyatrik bir rahatsızlığın semptomlarını tarif eder gibi. Zaten içli samimî sevdalar da yok artık. Hâliyle şarkılarda da çirkin sataşmalardan; kahır, sitem hattâ bedduâlara kadar uzanan bunalım dolu cümleler… 

 

Nasıl bu hâle geldi? 

 

Nasıl olduğu ortada… Bugün bir internet sayfasında bilgi okumak isteseniz, -elinizde olmadan- bir sürü reklâm görüntüleriyle karşılaşıyorsunuz. Tek tek kapatmazsanız, zorla gözünüze sokuluyor. Kadın bedeni bu kadar ayak altında… Hattâ sadece güzellikleriyle değil, çirkinlikleriyle de. Bilhassa «zayıflama ürünü» diye bir reklâmda; birden kadınların ne kadar yağlı, hantal olduklarını görüyorsunuz. 

 

Kapitalizmin borazanı olan reklâmlar, hayatımızı istîlâ etmiş ve bunların çoğunun dilinde kadın; sürekli tamirata tadilâta muhtaç, devamlı bakım ürünleri kullanmak zorunda olan bir çirkinlikler galerisi… 

 

Nerede kadına, Peygamber Efendimiz’e ilk îmân eden, ilk destek olan dâvâ arkadaşı, hayat yoldaşı olma pâyesi sunan İslâm dîni; nerede başta kadın olmak üzere insana, alelâde bir canlı türü muamelesi yapan maddiyatçı, inkârcı dünya düzeni… 

 

Bugün müslümanlar olarak bir tercihle karşı karşıyayız. Ya kendi değerlerimize hicret edeceğiz ya da hep bu yabancı düzenin içinde, îmânımızı kor ateş gibi avucumuzda taşımanın mücadelesi içinde yorulup tükeneceğiz. 

 

Eğer dînimizi gelecek nesillerimize aktarmak istiyorsak, Endülüs’ün yukarıda bahsettiğim o güzel özelliğini örnek alalım. Kadına bakışımızı düzeltelim. Annenin önemini kavrayalım ve gelecek nesillere de aktaralım. 

 

Bu konuya müsaadenizle birkaç yazıda daha devam edeceğim…