Rasûlullah ve Ashâbının KUBÂ’ GÜNLERİ -4-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr 

 

Peygamberler Sultanı’nın Medine’ye hicret ettiğini, Kubâ’ya kadar geldiğini haber alan Hazret-i Selmân,1 heyecandan kendini kaybedecek gibi oldu.

 

Bir yolunu bulup biraz hurma alarak Kubâ’ yolunu tuttu. Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı hiç görmemişti. O’nun mübârek huzûruna çıkınca nefesi kesilecek gibi oldu. Bu mübârek zât, aradığı zât mıydı acaba? Bunu anlamak için, kendince bir usûl bulmuştu. İlkini sahneye koydu:

 

–Bir miktar sadaka vermem gerekiyordu. Bunu lütfen kabul buyurunuz!

 

Büyük bir heyecanla takdim ettiği hurmaları alan Rasûlullah -aleyhisselâm-, verilen sadakayı olduğu gibi yanındakilere verdi. Ve yemelerini söyledi. Kendisi bir tane bile alıp yemedi:

 

Ben sadaka kabul edemem ve sadaka yiyemem!

 

Bu manzarayı hayranlıkla izleyen Hazret-i Selmân, bir süre sonra müsaade isteyip kalktı. Dışarı çıktığında, aradığını bulmuş bir adamın mutluluğu okunuyordu yüzünde:

 

–Bu bir, geriye ikisi kaldı!

 

Böyle söyleyerek evine döndü. Hazret-i Selmân tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanına gitti:

 

–Bunlar benim size hediyemdir, lütfen kabul buyurunuz!

 

Peygamberimiz -aleyhisselâm-, Hazret-i Selmân’ın getirdiği hediyeyi hem kendisi yedi ve hem de sahâbîlerine yemelerini söyledi:

 

Allah malını bereketlendirsin!

 

Büyük bir memnuniyetle olayı izleyen Hazret-i Selmân, evinin yolunu tutarken bir yandan da hâdiseyi değerlendiriyordu:

 

–Bu iki, geriye kaldı bir!

 

Bir zaman sonra tekrar Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanına vardı. Peygamberimiz -aleyhisselâm- sevgili ashâbı ile birlikte oturmaktaydı. Hazret-i Selmân; selâm verdikten sonra, Rasûlullâh’ın etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlullah -aleyhisselâm- da ridâsını kaldırıp sırtını açtı. Hazret-i Selmân, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın sırtındaki «Nübüvvet Mührü»nü gördüğü zaman, atılıp onu öperek ağlamaya başladı:

 

–Sen Allâh’ın Rasûlü’sün, canım kanım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!

 

Onu teskin eden Rasûlullah -aleyhisselâm-, yanına oturtarak ne olup bittiğini sordu. Hazret-i Selmân da; buraya ulaşıncaya kadar başından geçen bütün hâdiseleri anlattığı zaman, Rasûlullah -aleyhisselâm- ve orada bulunan sahâbîler, bunu hayretler içerisinde dinlediler.2

 

Ardından da Peygamberimiz -aleyhisselâm- şöyle buyurdu:

 

–Öncüler dört kişidir; 

 

Arab’ın öncüsü benim! 

 

Rûm’un öncüsü Suheyb’dir! 

 

Habeş’in öncüsü Bilâl’dir! 

 

Fâris’in öncüsü de Selmân’dır!3

 

Peygamberimiz -aleyhisselâm- sevgili ashâbı ile beraber Kubâ’da bir süre kaldı.4

 

Bu süre içinde Kubâ’ Mescidi inşâ edildi. Sadece mescidin değil, İslâm insanının inşâsına da sahne oldu Kubâ’.

 

Bu eşsiz güzellik ile güzelleşenler olduğu gibi, bunca güzelliğe rağmen çirkinlik içinde batıp boğulmak için çaba sarf edenler de vardı. «Kubâ’ münafıkları» denen bir grup türemiş ve bu grubun başını Ebû Âmir denen sahtekâr çekiyordu.5 Tam olarak kaç kişi oldukları ilk etapta bilinmese de bu münafıklardan 12’si tespit edilmişti. Daha doğrusu bu 12 münafık; Ebû Âmir ile gizli gizli görüşüp konuşarak boylarından büyük işler plânlamaya kalkışıyorlardı.

 

Medine’nin baş münafığı olan İbn-i Selûl’ün halasının oğlu olan Ebû Âmir, çok patavatsız biriydi. Peygamberimiz -aleyhisselâm-, onu görür görmez;

 

“–Fâsık.” demişti! O günden sonra müslümanlar ona sadece Ebû Âmir değil, Ebû Âmir Fâsık demeye başladılar. Bu hâin adam; gerçekten yersiz çıkışlar yapıyor, oldukça sinsice hareket ediyor ve hiç çekinmeyip sakınmadan açıkça münafık davranışlar sergiliyordu.6

 

Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın Risâleti ile ilgili Ebû Âmir’in kıskançlığı tuttu. Kafasında tasarlayıp durduğu şeydi bu çünkü. O’na îmân edip müslüman olacağına, yanına varıp ileri geri konuşarak çok büyük densizlik ve edepsizlik yaptı:

 

–Senin şu getirmiş olduğun din nedir?

 

İbrahim -aleyhisselâm-’ın dîni olan hanîfliği getirdim!

 

–Onun üzerinde olan, benim!

 

Hayır, sen onun üzerinde değilsin!”

 

–Hayır! Sen, hanîfliğe, ondan olmayan şeyleri soktun!

 

Ben öyle bir şey yapmadım. Fakat onu saf ve tertemiz olarak getirdim!

 

–Yalan konuşan yalancıyı; Allah kovulmuş, garip ve yapayalnız bir hâlde öldürsün!

 

Evet! Yalancı kimseyi yüce Allah böyle yapsın! (Kovulmuş, garip ve yapayalnız bir hâlde öldürsün!)7

 

Peygamberimiz -aleyhisselâm- ve sevgili ashâbı, Kubâ’da çok ciddî çalışma yapmışlar ve yapmaya da devam ediyorlardı.

 

Mekke’de müşrikler sıkıntı verirken, burada da münafıklar sıkıntı vermeye başladılar. Hattâ daha ilk günde başlamıştı bu sıkıntılar.

 

Kubâ’da, münafıkların ayartması ve kışkırtması ile Amr bin Avf oğullarının bazı akılsızları, münafıklarla beraber hareket ediyorlardı. Gece olup Peygamberimiz -aleyhisselâm- yatıp uyuyunca, kaldığı evi taş yağmuruna tuttular. İşi iyice azıtınca, Peygamberimiz -aleyhisselâm- onları sert bir dille uyardı. Ardından da sitem etti:

 

Himaye ve komşuluk bu mudur sizde?

 

Sesi duyunca hepsi sağa-sola kaçışıp karanlıkta kayboldular. Bu böyle devam edince, Peygamberimiz -aleyhisselâm- onların yakınlarına da aynı şekilde sitem etti:

 

Sizin himayeniz ve komşuluğunuz böyle mi oluyor? Gece evi taşladınız! Sizin komşuluğunuz böyle mi yani? 8

 

Onlar da; «Biz yapmadık!» veya; «Öyle bir şeyden haberimiz yok!» diyemediler. Veya; «Merak etmeyin Siz, biz onları uyarırız!» da demediler. Ama yüzsüz ve arsız bir şekilde boş boş konuştular sadece. Peygamberimiz -aleyhisselâm- da onlardan yüz çevirdi.9

 

Mekke’de çektikleri o dayanılmaz sıkıntılar burada yoktu. Ancak bazı kendini bilmezler ve özellikle de münafıklar, sıkıntı verse de Mekke’ye nazaran o tür şeyler ile pek fazla karşılaşmıyorlardı.

 

Rasûlullah -aleyhisselâm- sevgili ashâbı ile beraber Kubâ’da çok güzel icraatlar yapıyordu. O günlerde küçük bir köy olan Kubâ’, her geçen gün daha bir gülistan oluyordu. Sahâbîler gönül ve el birliği ile beraber çalışıyorlar, aynı zamanda kendi aralarında sürüp giden eğitim ve öğretimlerini de aksatmadan sürdürüyorlardı.

 

Bir yandan iç yapılanmalarını güçlendirirken, diğer bir yandan da hem güzel örnek olarak ve hem de usûlünce anlatarak tebliğ vazifelerini de yerine getiriyorlardı. Her bir sahâbî işin bir ucundan tutmuş, bir teki bile zamanı boşa harcamıyordu. Her biri kendince hassâsiyetini en hassas bir şekilde ortaya koyuyordu.

 

Bu hassas sahâbîlerden biri de Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- idi. Akşam karanlığında gelip bir evin kapısını çalan bir adam ile o evin kapısını açıp, gelen adamdan bir şeyler alan bir kadın dikkatini çekti. Sû-i zan10 etmemek için, hâdiseyi takibe aldı. Akşam karanlığı olduğu için; her ikisini de göremiyor, dolayısıyla kim olduklarını anlayamıyordu.

 

Dedikodu ve sû-i zanna sebebiyet vermeyecek bir şekilde soruşturunca; o kadının kim olduğunu ismiyle öğrenememekle beraber, dul ve müslüman bir kadın olduğunu ancak öğrenebildi. Bu durum hem sû-i zanna ve hem de dedikoduya kapı açabilirdi.

 

Yine bir akşam karanlığında aynı şeyleri görünce, gidip işin aslını öğrenmeyi düşündü. Fakat bu saatlerde gidemezdi. Bu yüzden sabahı bekledi. Uygun bir zamanı bulunca, kimseye bir şey belli etmeden o eve vardı. Kapıyı çalıp biraz geri çekildi. Kapıyı açan kadın, utangaç bir tavırla kim olduğunu sorunca, aralarında kısa bir konuşma geçti:

 

–Hayırdır inşâallah, kimi aramıştınız?

 

–Sen müslüman bir hanım değil misin?

 

–Müslümanım elhamdülillâh, böyle soru mu olur?

 

–Ey Allâh’ın kulu kadın! Kaç akşamdır takip ediyorum. Akşam karanlığında gelip kapını çalan bir adam görüyorum! Sen kapıyı açınca, o adam sana ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler verip gidiyor. Sen kocasız müslüman bir kadınsın, bu hareketiniz sû-i zanna sebebiyet vereceği gibi, başkaları tarafından da görülürse, kötü dedikodulara da yol açar!

 

–Sen kimsin ey Allâh’ın kulu adam?

 

–Ali bin Ebî Tâlib’im ben!

 

–Rasûlullâh’ın amcası oğluna selâm olsun!

 

–Sana da selâm olsun, kusura bakma ama ben bu işin aslını öğrenmek istiyorum.

 

–Akşam karanlığında kapıma gelen kişi, Sehl bin Huneyf adlı meşhur zâttır. Benim kimsesiz bir kadın olduğumu bildiği için, bana hep yardım ediyor. Akşamları getirdiği şeyler de put odunlarıdır! Geceleyin kavmine ait putlarından birini veya ikisini kırıyor, sonra da yakıp işlerimi göreyim diye, odun olarak bana getiriyor!

 

–Sübhânallah!

 

–Allah ondan da senden de râzı olsun ey Rasûlullâh’ın amcası oğlu!

 

–Allah senden de râzı olsun ey müslüman kadın!

 

Hazret-i Ali, Hazret-i Sehl -radıyallâhu anh-’ın yaptığı bu enteresan yardımı öğrenince çok duygulandı. Sabahı zor ederek, hemen gidip Hazret-i Sehl ile görüştü. Bu güzel yardımı için tebrik ve teşekkür ettikten sonra, hassas bir durumu dile getirmeyi de ihmal etmedi:

 

–Ey Sehl bin Huneyf! Bu yardımı yaparken, o kadının kapısına yalnız gitme. Ailenden birini yanına al. Bu daha doğru hareket olur.

 

–Eyvallah ey Ali, bundan sonra öyle yaparım artık!

 

–Her konuda hassas olmamız gerektiği gibi, böyle konularda çok daha fazla hassas olmamız gerekir.11

 

Sahâbîler hassas insanlardı. Peygamber Efendimiz böyle insan yetiştiriyordu işte.

 

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…- 

 

_____________________________

 

İran’dan Medine’ye uzanan zorlu ve çileli yolculuktan sonra, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın huzûruna gelen Hazret-i Selmân’ın, İslâm öncesi hayatı çok enteresandır. Ancak burada anlatamayacağız.

 

İbn-i İshâk, es-Sîretü’n-Nebeviyye, s. 66; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 5, s. 442-443; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 2, s. 418-419; Diyarbekrî, Târîhu’l-Hâmis, c. 1, s. 351-352; Hakemî, el-Kısasu’l-İslâmiyye, c. 1, s. 187-189.

 

Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, c. 8, s. 34; Hâkim, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 284; İbn-i Adiy, el-Kâmil, c. 2, s. 507.

 

Farklı rivâyetleri toplu hâlde değerlendirdiğimizde; en az 4 gün, en çok ise 14 gün kalmıştı. Ancak 4 rivâyeti daha ağırlıklıdır. İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 235-236; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 3, s. 212; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 1 98; Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, c. 1, s. 247-248.

 

Ebû Âmir, Dubay‘a oğullarından olup, Râhib diye anılırdı. Velî gibi görünmeye çalışır, ruhbanlığa özenir, kıldan ruhbanlık elbisesini giyerdi. Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 3, s. 147-148.

 

İbn-i İshâk, es-Sîre, c. 2, s. 197.

 

Bu görüşmeden sonra Ebû Âmir Fâsık, kendisine tâbî olan 50 genci yanına alarak Mekke’ye gitti. Bedir Savaşı’nda müşriklerin yanında yer alıp çarpıştı. Mekke müşriklerini Uhud ve Hendek Savaşı için ayaklandıranlar ve Peygamberimiz -aleyhisselâm- ile çarpışanlar arasında idi. Mekke’nin fethinden sonra Tâif’e kaçtı, Tâifliler müslüman olunca da Şam’a kaçtı. Orada, hıristiyan oldu. Şam’da; kovulmuş, garip, yapayalnız olarak ölüp gitti!

 

İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2 s. 235, c. 3, s. 71; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 3 s. 148.

 

Vâkıdî, el-Megāzî, c. 2, s. 441; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 235, c. 3, s. 71; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 2, s. 37, 40, c. 3, s. 540-541; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 1, s. 80-81; İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, c. 3, s. 12; Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâri Dârî Mustafâ, c. 3, s. 81 5; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 3, s. 27-29.

 

10 سوء ظن bir kimse hakkında kötü düşünce ve kanaate sahip olma duygusu demek olup, dînimizce de haram olan şeyler arasındadır.

 

11 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 138-139; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 249; İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 192-193; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 197-198; Halebî, İnsânü’l-Uyûn, c. 2, s. 233; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 3, s. 23.